Her yerde ulaşılabilen ansiklopedik bilgiler itibariyle İngiltere; İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda ile birlikte Birleşik Krallığı (United Kingdom) meydana getiren dört ülkeden/coğrafi bölgeden birisidir.
GÖRÜŞ - Prof. Dr. İlyas Üzüm
[email protected]
Resmi adı “Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı” olan ülke 242.500 km karelik bir alana sahip olup toplam nüfusu 93 milyon dolayındadır. Yönetim şekli üniter bir parlamenter demokrasi ve anayasalı monarşidir. Ancak tam bir yazılı anayasası yoktur. Avam Kamarası ve Lordlar Kamarası adıyla anılan iki meclisli bir parlamento vardır. Halk tarafından beş yılda bir seçilen Avam Kamarası yasama açısından daha etkili olup diğeri göreceli olarak daha az etkilidir. Ekonomik bakımdan dünyanın ilk sanayileşmiş ülkesi olan İngiltere’de kişi başına düşen milli gelir 47.000 dolar civarındadır.
Tarihi bakımdan köklü bir geçmişi olan İngiltere XIX. yüzyılda “üzerinde güneş batmayan” bir imparatorluk olarak Hindistan, Kuzey Amerika, Orta Doğu, Avustralya, Yeni Zelanda ve Afrika’nın bazı bölgeleri olmak üzere dünyanın dörtte birini hakimiyeti altında bulundurmuştur. Dünyanın en büyük sömürgeci devleti olan ülke, II. Dünya savaşından sonra siyasi olarak birçok kolonisini kaybetmiş olmasına rağmen asimile edilmiş aydın tipiyle eski sömürge ülkelerinde ekonomik ve siyasi çıkarlarını sürdürmüş ve belli oranda sürdürmeye devam etmektedir.
İngiltere diğer sömürge bölgelerinde olduğu gibi İslam coğrafyasında da ekonomik ve kültürel çıkarlarını devam ettirmek için askeri gücü yanında geliştirdiği stratejilerle özel taktikler izlemiştir. Bediüzzaman bu bağlamda “İngiliz siyasetinin öne çıkan özelliklerini; a) fitnecilik, b) ihtilaflardan faydalanmak, c) menfaati uğruna her türlü alçaklığı irtikap etmek, d) tahripkârlık, e) yalancılık, f) hariçte menfilik” şeklinde sıralamıştır (Tulûât [ESDE içinde, İstanbul 2017], s. 412). Nitekim İngiltere mesela Müslümanlar arasındaki mezhep ihtilaflarını sürekli olarak körüklemiş; söz gelimi Vehhabiliği desteklemiş, Ehl-i sünnet Müslümanlarına ağır hakaretlerde bulunan katı Şiilere özel imkân sağlamış, İsmailiyye gibi batınî yapılar için merkez oluşturmuştur. Yine mesela Osmanlı’nın istibdattan kurtularak meşrutiyete geçtiği dönemde bundan büyük rahatsızlık duyarak 31 Mart Vak’asına zemin hazırlamış, 1920’de İstanbul’u işgal etmiştir. Meşhur Sömürgeler Bakanının eline Kur’an’ı alarak, “Bu Kur’an İslamların elinde bulundukça, biz onlara hakim olamayız, ne yapıp edip bu Kur’an’ın onların elinden almalıyız yahut Müslümanları ondan soğutmalıyız” fikri etrafında Lozan’da da aynı siyaseti takip etmiştir. Hatta yakın dönem gelişmeler bakımından -bazı araştırmacıların tespitine göre- dünyada İslam’ın itibarını zedelemek için kameralar önünde kafa kesen silahlı terörist grupları bir şekilde desteklemiş yahut yönlendirmiş, böylece İslam’ı Batı’ya karşı şiddet dini olarak gösteren faaliyetler içinde olmuştur.
Ancak ifade etmek gerekir ki İngiltere bütünüyle bundan ibaret değildir. Her konuda “ihkâk-ı hak”ta bulunan Bediüzzaman’ın Avrupa için söylediği “iki Avrupa” taksimini burada da yapmak gerekir: a) “İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyizle insanlara faydalı sanatları, adaleti ve hakkaniyete hizmet eden fenleri takip eden birinci Avrupa, b) inkârcı felsefenin karanlığı ile medeniyetin çirkinliklerini iyilik diye göstererek insanlığı dalalete ve sefahate atan bozulmuş ikinci Avrupa” (Lem’alar, İstanbul 2020, s. 130). Bu taksimi Avrupa’nın en güçlü birkaç ülkesinden birisi olan İngiltere için Birinci İngiltere, İkinci İngiltere tabirini kullanarak yapmak yanlış olmayacaktır. Nitekim Hutuvât-ı Sitte’de İngilizleri “insi şeytan” olarak anan Bediüzzaman Birinci İngiltere’yle ilgili kısmen olumlu değerlendirmeleri de bulunmaktadır (bk. Kazım Güleçyüz, “İslamiyet ve İngiltere”, Yeni Asya, 16 Eylül 2022).
Birinci İngiltere
İngiltere’de insanlığın faydasına olarak bilim, teknoloji ve sanat gibi alanlarda ortaya konulan gelişmeler müstakil kitap çalışmalarının konusudur. Kabaca bir fikre ulaşmak için, mesela 1901 yılından beri Nobel ödülü kazananların 91’inin bu ülke vatandaşı; dünyadaki en iyi on üniversitenin üçünün bu ülkede olduğunu hatırlamak yeter. Birinci İngiltere ile ilgili olarak bizim asıl değinmek istediğimiz husus İslamî gelişmelere dair birkaç paragraflık işaretlemelerdir.
Diğer Batı ülkelerinde olduğu gibi İngiltere’de de tarih boyunca İslam’a karşı ön yargılı yaklaşılmış, İslam kaynaklarıyla uyuşmayan bir İslam imajı çizilmiştir. İslamiyet’in doğru tanınması yolunda ilk faaliyet Woking Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kurulmasıyla (1884) başlamıştır. Aynı tarihlerde tatil için gittiği Fas’ta İslam’ı kabul eden William Quilliam ülkesine döndükten sonra İslam’ı yaymaya çalışmış, eğitim ve ibadet yerleri tesis etmiştir. II. Dünya savaşından sonra öncelikle Hint Alt kıtasından gelen Müslüman göçmenler, ilaveten 1950’lerden itibaren Kıbrıslı Türkler ülkenin çeşitli yerlerinde küçük çaplı dinî kurumlar oluşturmuşlardır. Bugün ülkede 3-5 milyon dolayında Müslüman nüfustan; bazıları mahalli, bazıları ülke çapında, bazıları uluslar arası düzeyde 1000’den fazla kuruluştan söz edilmektedir. Bunlardan 1962 yılında kurulan “United Kingdom Islamic Mission” elli civarında şube ve camisi ile hizmet vermektedir. Genel merkezi Mekke’de bulunan “Muslim World League” 1982 yılında İngiltere’de faaliyete başlamış olup çocukların eğitimi ve gayr-ı Müslimlere İslamî davetin ulaşması gibi faaliyetler icra etmektedir. 1984’de Leeds’te kurulan “Young Muslims United Kingdom” özellikle gençlerin eğitim faaliyetine odaklanmaktadır. 1970 yılında Londra’da kurulan “Union of Muslim Organisation” ülkedeki Müslüman kuruluşları bir çatı etrafında toplamayı hedefleyen kurum olarak dikkat çekmektedir (Şükrü Selim Has, “İngiltere/ Ülkede İslamiyet”, TDV İslâm Ansiklopedisi DİA, XX, 307-310).
Öte yandan İngiltere yine sömürgesi altında bulundurduğu ülkeleri inanç, kültür ve adetleri bakımından tanımaya yönelik koloniyal sebeplerle çeşitli araştırma kurumları tesis etmiştir. Bunlar arasında “The Asiatic Society of Bengal”, 1823 yılında kurulan “The Royal Asiatic Society”, 1917 yılında Londra Üniversitesine bağlı “School of Oriental Studies”i zikretmek gerekir. Sonuncusu 1938’de “School of Oriental and African Studies” (SOAS) adını almış ve çok zengin kütüphanesi ile birçok akademik çalışmanın yapılmasına kaynaklık etmiştir. Günümüzde birçok üniversite bünyesinde İslamoloji çalışmaları yapan kuruluş ve bölümler bulunmaktadır. Bu kuruluşlarla İslam hakkında geçmişe oranla daha objektif çalışmalar yapılmış, İslamî ilimlere dair bazı klasik eserlerin edisyon kritiği gerçekleştirilmiş, çok sayıda dergi ve kitap neşredilmiştir.
Gerek Müslümanların davet ve çabaları gerek objektif araştırmalar dolayısıyla İngilizlerden zaman zaman İslamı kabul edenler olmuş (mesela yetmiş dolayında İngiliz mühtedinin İslam’ı seçiş hikâyesiyle ilgili olarak bk. Ali Köse, Neden İslam’ı Seçiyorlar, İstanbul 2019), önemli siyaset, fikir ve sanat insanları arasında -az sayıda olmakla beraber- ihtida edenler olmuş, bir kısmı İslam, Kur’an ve Hz. Muhammed (asm) hakkında olumlu görüşler paylaşmışlardır. Bediüzaman bunlardan Edward Gibbon, Doktor Steingass, Rodwell gibi isimlerin İslam ve Kur’ân hakkındaki olumlu görüşlerinden iktibaslar yapar (İşârâtü’l-i’câz, İstanbul 2020, s. 257-261).
Kral III. Charles ve İslam
Tam adı Charles Philip Arthur George olan kral 1948 yılında Londra’da doğmuş, annesi II. Elizabeth vefat edinceye kadar uzun yıllar prens olarak kalmış, annesinin vefatının ardından 8 Eylül 2022 yılında III. Charles olarak Britanya tahtına oturmuştur. Tahta oturmasının hemen ardından onun diğer birçok yönü ile birlikte, İslam’la olan ilişkisi de gündeme getirilmiştir. Birçok gazete ve haber sitesinde Robert Jobson’un 2018 yılında onun hayatı hakkında yazdığı kitaba (Charles At the Seventy: Thoughts, Hopes and Dreams) yahut başta İslam ülkelerini ziyareti olmak üzere çeşitli yerlerde, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalara atıf yaparak İslam hakkındaki görüşlerine yer vermişlerdir. Mesela söz konusu kitapta Charles’ın 2003’te Amerika ile birlikte Birleşik Krallığın Irak’a düzenlediği askeri operasyona karşı çıktığı, Batılı ülkelerin Müslüman hanımların baş örtüsü takmalarını yasaklayan uygulamalarını tasvip etmediği, Kur’an’ı daha iyi anlamak için bizzat Arapça öğrenmeye çalıştığı ve İslam hakkında bilgi sahibi olmak için kaynak kitapları okuduğu ifade edilmiştir.
Rayhan Uddin tarafından kaleme alınan bir yazıda, 1996 yılında Kıbrıs’lı Şeyh Nazım’ın, “Charles gizlice Müslüman oldu, o bir müslümandır fakat daha fazla açıklama yapamam” diyerek şok bir iddiada bulunduğunu, fakat Buckingham Palace’ın “asılsız” diyerek bu iddiayı reddettiğini ifade etmiştir (middleeasteye.net). Hatta buradan hareketle Türkiye’de bir yazar, Charles’in Hüseyin diye anıldığını hatırlatarak yazısını “III. Charles mı Birinci Hüseyin mi” diye başlıklandırmıştır. Tekrar Uddin’in anlattıklarına dönersek, söz konusu yazıda Charles’ın muhtelif konuşmalarından bazı örnekler verilmiştir. Mesela onun 1996 yılında yaptığı “Kutsal Bir Duygu: İslam ile Batı Arasında Köprüler İnşa Etmek” başlıklı konuşmasında tabiattaki düzene ilişkin İslamî yaklaşımın insan ve çevre ilişkisine dair Batı’nın yeniden düşünmesine ve daha iyisine ulaşmasına yardımcı olacak esaslı unsurlar bulunduğunu söylediği belirtilmiştir.
R. Uddin’in aynı yazısında dile getirilen iki nakle daha yer verelim. Birisi şu: Charles 2006 yılında Ezher Üniversitesi’ni ziyaret sırasında bir yıl önce Hz. Muhammed’e dil uzatan karikatür dolayısıyla Danimarkalı karikatüristi eleştirmiş, “Uygar bir toplumun uygar olduğunun işareti azınlıklara ve yabancılara gösterdiği saygıdır” demiştir. Diğer bir nakil de şu: Charles 2010 yılında Oxford İslam Araştırmaları Merkezinde yaptığı bir konuşmada, “İslam’ın ana öğretileri ve yorumları hakkında bildiğim kadarıyla aklımızda tutmamız gereken prensip, tabiatın bolluğunun sınırları olduğudur. Bu sınırlar keyfi olmayıp bizzat Tanrı’nın koyduğu sınırlardır. Eğer Kur’an’dan anladığım doğruysa Müslümanların bu sınırları aşmamaları emredilmiştir” şeklinde ifadede bulunmuş; ayrıca İslam’ı “insanlığın elindeki en büyük birikmiş bilgelik ve manevi bilgi hazinelerinden biri” olarak tanımlamış diğer taraftan bunun Batı materyalizmine doğru bir yönelim tarafından gizlendiğini paylaşmıştır (middleeasteye.net).
Öte yandan gazeteci Ben Judah, yakınlarda Washington Post’ta yayımlanan bir yazısında Charles’ın İslam hakkında söylediği konuşmalara atıf yapmış, ailesinin sömürgeciliğin fiziki sembolleri olduğu halde, onun hayatını ve zihnini imparatorluğun kireçlenmiş ön yargılarından kurtarmaya çalışarak geçirdiğini ifade etmiş, ardından onun “İslam hayranı olduğunu” belirtmiştir. Ona göre Charles 2006’da yaptığı bir konuşmada “Bu gezegenin hayatta kalması ancak çeşitlilik yoluyla birlik elde ederek gerçekleşebileceği fikrini anlamamıza bağlıdır” demiştir. Judah’a göre Charles’ın İslam’a olan ilgisi şahsi hayatına da yansımış, mesela Highrove’deki evinde halı bahçesini Kur’an’da adı geçen bitkilerle İslamî tasarımdan esinlenerek düzenlemiştir (Washington Post, 20 Eylül 2022).
İslam’ın Evrenselliği
Görüldüğü gibi Kral III. Charles İslam dinini inanç esasları, ibadet formları ve ahlakî umdeleriyle kabul etmiş bir şahsiyet olmayıp insan olarak ön yargılarını aşmış, İslam’ı kaynağından öğrenmek için çaba içine girmiş, İslam’ın inanç özgürlüğü ve çevre duyarlılığı gibi bazı evrensel prensiplerini yakalamış bir kişilik olarak görünmektedir. Esasen anayasal olarak kendisi İngiliz Kilisesinin (Church of England) başı konumundadır. Gerek siyasi kimliği gerek aile bağları gerekse içinde bulunduğu diğer ilişkiler ağı açısından ondan farklı bir yaklaşım beklemek de mümkün değildir. Burada Müslümanlara düşen her türlü ön yargıyı ve şartlanmışlığı geride bırakmak, baskı ve dayatmalara boyun eğmemek, İslam’ı başta hak ve hürriyetlere saygı olmak üzere evrensel nitelikleriyle tanımak, yaşamak ve onun güzelliklerini yansıtmaktır.
Yaratıcının evrensel mesajı olan Kur’an elimizde olmakla beraber, Müslümanların pratikte sergilediği zaaflar, etnik ve mezhebi ihtilaflar, İslam esaslarını insanî ve evrensel düzeyde sunamama, üstelik bazı yerlerde İslam adına baskı, şiddet hatta terör faaliyetleri ve öteki birçok sebep dolayısıyla bu dinin ilahiliği ve güzelliği layıkıyla yansıtılamamaktadır. İşte burada Kur’an’ın özgün ve manevi bir tefsiri olan Risale-i Nur’un önemi karşımıza çıkmaktadır.
Risale-i Nur Kur’an’ın feyziyle her şeyden önce İslam inançlarını aklî, kevnî ve vicdanî zeminde ispat etmektedir. Bazılarınca itiraz konusu yapılan ayetleri ikna edici tarzda açıklamaktadır. Aynı şekilde İslam’ın adalet, şura-meşveret, hürriyet gibi temel kavramlarını İslamî dayanaklarıyla gayet makul şekilde temellendirmektedir. Kimileri tarafından yanlış yorumlanan ya da istismar edilen cihad, faiz, çok evlilik gibi konuları insan fıtratına uygun biçimde açıklığa kavuşturmaktadır.
Sonuç olarak bütün Müslümanlar özellikle de elinde Risale-i Nur gibi harika Kur’an tefsiri bulunan kişi ve çevreler ön yargılarını aşmış, hürriyetçi, sorgulayan gayr-ı Müslim çevre ve kuruluşlarla daha yakından temas içinde olmalı, çeşitli ilmi-kültürel toplantılar düzenlemelidir. Bu; Kur’an’ın emri, Resulullah’ın (asm) sünneti olduğu gibi güven, barış ve huzur içinde bir dünya için de zorunludur!