Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffin’de Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dîni ve hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için, azimeti bırakıp, ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.
Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyet’i rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü unsuriyetperver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez. [“İslâm, Cahiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır.” “Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur.”] ferman-ı kat’îsiyle, rabıta-i dîniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.
İşte Hazret-i Hüseyin, rabıta-i dîniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.
Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde, neden muvaffak olmadı. Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir akıbete uğramasına müsaade etmiş?
Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfî ve parlak mesleklerine halel verip, mağlûbiyetlerine sebep olmuş. Amma kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise:
Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi; tâ kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve sûrî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.
Mektubat, s. 68-69
LUGATÇE:
azimet: Kulun, Allah tarafından kendisine yüklenen vazifeleri tam bir sebat ve azimle yerine getirmesi.
milel-i saire: diğer milletler.
muhik: haklı.
rabıta-i İslâmiyet: İslâmiyet bağı.
ruhsat: İslâm’ın, meşakkat ve zarûret gibi sebeplere bağlı olarak, ibadetlerde ve diğer işlerde tanıdığı izin ve kolaylık; azimetin zıttı.
tevhiş: korkutma, ürkütüp kaçırma.
unsuriyet: ırkçılık.