Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat ehl-i İslâmın eleminden gelen teellümat beni ezdi.
Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşaallah.
Tarihçe-i Hayat, s. 149
***
(Konferans’tan)
Bediüzzaman, din kardeşlerine ziyade şefkatlidir. Onların elemleriyle elem çektiği, İslâm dünyasında hürriyet ve istiklâl için can veren, fedaî İslâm mücahidlerinin acılarıyla muztarib olduğu, Kur’ân ve İslâmiyet’e yapılan darbeler anında çok ıztıraplar çektiği, böyle acı acıların tesiratıyla, zaten pek az yediği bir parça çorbasını da yiyemediği çok defa görülmüş ve görülmektedir.
Ekser günleri hastalıklar ve sıkıntılarla geçmektedir. Bir Nur Talebesinin yazdığı gibi, “Ey millet-i İslâmın ebedî refah ve saadeti için dünyada rahatlık görmeyen müşfik Üstadım! Senin devam eden hastalıkların cismanî değildir. Dinimize icra edilen istibdat ve zulüm sona ermedikçe, âlem-i İslâm kurtulmadıkça senin ıztırabın dinmeyecektir.” Evet biz de bu kanaatteyiz.
Fakat o elîm acılar, Bediüzzaman’ı asla ye’se düşürmemiş, bilâkis öyle küllî ve umumî bir dinî cihada ve dua ve ubudiyete sevk etmiştir ki: “Kurtuluşun çare-i yegânesi, Kur’ân’a sarılmaktır” demiş ve sarılmış. Kur’ân’da bulduğu deva ve dermanları kaleme alarak, bu zamanda bir halâskâr-ı İslâm ve nev-i beşerin saadetine medar olan Risale-i Nur eserlerini meydana getirmiştir.
Hunhar din düşmanlarının, dünyevî satvet ve şevketleri Bediüzzaman’ı kat’iyen atalete düşürtememiştir. “Vazifem Kur’ân’a hizmettir. Galib etmek, mağlup etmek Cenab-ı Hakka aittir” diye iman ederek, bir an bile faaliyetten geri kalmamıştır. Evet, Hazret-i Üstad öyle bir himmet-i azîmeye mâliktir ki, ona icra edilen müthiş mezalim, bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmaya mahkûm olmuştur.
Bediüzzaman, arz ve semavattaki mevcudatı hayret ve istihsanla temaşa eder, kırlarda ve dağlarda hususan bahar mevsiminde çok gezinti yapar, o seyrangâhlarda zihnen meşguliyet ve dakik bir tefekkür ve daimî bir huzur hâlindedir. Ağaç ve nebatat ve çiçekleri, “Maşaallah, bârekallah, fetebârekallahu ahsenü’l-hâlıkîn [Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şanı ne yücedir. (Mü’minun Suresi: 14) ]”, “Ne güzel yaratılmışlar” diyerek, ibret nazarıyla onları seyreder, kâinat kitabını okur. Her a’zâ ve hasseleri gibi, gözünü de daima Cenab-ı Hak hesabına ve izni dairesinde çalıştırır. Gözü, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisidir. Ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir mübarek arısı derecesindedir.
Sözler, Konferans, s. 849
LÛGATÇE:
çare-i yegâne: tek çare.
halâskâr-ı İslâm: Müslümanların kurtarıcısı.
istibdat: zulüm, tahakküm ve baskı.
istihsan: güzel bulma, beğenme.
kitab-ı kebîr-i kâinat: büyük kâinat kitabı.
küre-i arz: yeryüzü.
satvet: ezici kuvvet.
şevket: heybet, büyüklük, güç.
teellümat: teellümler, elem, keder, acı duymalar.
ubudiyet: kulluk.
yeis: ümitsizlik.