İçinde yaşadığımız hayatın, geçen zamanın, karmaşık olayları, hazin manzaraları, siyasî, sosyal, ekonomik çalkantılar, gün geçtikçe ağırlaşan masumların, mazlumların hayat şartları insanın kendi âleminde ve iç dünyasında yaralar açıyor, ruhumuz, kalbimiz, aklımız üstesinden gelemediği soruların ve sorunların manevî mesuliyeti ile yorgun düşürüyor.
Hissiyatımız yaz döneminin sonunda, Eylül’e adım atarken sarı tablolar haşir manzaralarını gösteriyor.
Hasan Feyzi’nin, “Yine göç var diye Mecnun’a haber verme sakın!” dese de zaman selinde firaklar, göçler devam ediyor. Ebed yolunda, ömür çizgisinde her şey akıp gidiyor… Veda etmeden, habersiz gidenlerin arkasından çaresiz hüzünle bakanlar da gider, kalanlar da yolcu ebedî âlemlere… Mecazî aşkın dünya cenderesinde zecr vurgunuyla akan göz yaşları başka ufukların çıkmazlarını gösterirken; İlâhî aşkın süruruyla seherlerde huzur ve huşu ile ağlayan bir kalbin, ağlayan ağlamaları ümit ve korku ekseninde kalan ömür sermayemiz ve kurtuluş çaremizi iyiden iyiye düşündürüyor…
Mevlâna, “Dinle neyden kim hikâyet etmede/ Ayrılıklardan şikâyet etmede” diyor. Yaşlı dünyanın fânî yüzünden veda etmeden teessürle göçüp gidenlere, zahirî nazarla bakıldığında, şikâyetler, esefler, ayrılığın hazin kederleriyle melankolik düşünceleri hatırlatır… Mana-yı harfiyle bakınca Rabbimizin, ilim dairesinden kudret dairesine gelenlerin hayatın sonunda uçup giden ömürlerden tebdilden, tahvilden, tedvirden, tağyirden alacağımız hikmet derslerini, gidenlerin vazifesinin hitamında terhislerle tekrar ilim dairesine intizam içinde vuslata döndüklerini düşünmek istiyorum…
Sonbahar hasat/hasılat mevsimi, dökülen yapraklar ağaçlardaki meyveleri gösterir. Öldürülmeyen ölüm ve kapanmayan kabir kapası var önümüzde. Asrın, zamanın, mevsimin, ikindi vaktinin çağrıştırdığı mevsim, ayrılıklarla devam eden yolculuğun bu etabında eli boş, kalbi müflis, ruh mahcup, pişmanlık gözyaşları ve teessürlerle gitmek de var, öteki âlemlere…
Mahlukatın üstünde, şerefli olarak yaratılmış olan insan, arzın halifesi vasfıyla binlerce, duygular, hissiyatlar, latifelerle donatılmış. “İnsanın vücudunda yaratılan havâs, hissiyat, cihazat, âzâ gibi âlât ve edavatından anlaşılıyor ki, âlem-i ahirette de “Altlarından ırmaklar akan kasırların altında, ebediyete layık cismanî ziyafetler olacaktır...” müjdeleri ruhumuzu ferahlatıyor…
Bu düşüncelerle zihnî mülahaza ve murakabe ederken, kendinden kaçan insanı fıtratına döndürecek, kendine getirecek, yükünü hafifletecek her türlü dünyevî telâştan arınmış bir inziva ve istiğna ile tefekküre, marifete, muhabbete vesile olacak asude bir mekân ve sükunetli bir zaman tahayyül ederken Sultandağı muhteşem güzellikleriyle Kur’ân hakikatlerinin nurlu âlemine, insan ve kâinatı okumak için bizi bekliyordu…
Risale-i Nur’un ilim, irfan, tevhid denizinden okuduğumuz hakikatler, içimizdeki fırtınaları teskin etti. Yaralanmış kalbimiz, aklımız, ruhumuz şifalar, devalar, teselli, sürur ve inşirah buldu. “Mahlukatın icadında görünen şu intizamlar, sühuletler, sür’atler, imtiyazlar hep o hatemin parıltısından meydana geliyor…”
Sultandağı’nda üzüm asmalarının gölge ettiği serin balkonda insanlar, Kur’ân’ın manevî tefsiri Nur Risalelerini dikkat, teenni, ihlas ve tefekkürle okuyorlardı. Temiz hava zerreleriyle birlikte iç dünyamıza akan ulvî hakikatler ruhumuza hayat veriyor, zihnimizi dinlendiriyordu. Elindeki kitapları mütalaa eden bahtiyarlar, geçen müstesna zamanın, hoş ve latif atmosferin huzurunu tadıyorlardı.
“İşte, Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, başka bir şey değildir.”