Kur’ân’ın her bir ayeti, birer necm-i sakıp gibi, i’câz ve hidayet nurunu neşir ile küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o Asr-ı Cahiliyette ve o sahrâ-i bedeviyette farz et ki,
her şey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümud ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden, Kur’ân’ın lisan-ı ulviyesinden “Göklerde ne var, yerde ne varsa, her şeyin hakikî sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti her şeye galib olan ve hikmeti her şeyi kuşatan Allah’ı tesbih eder. (Cuma Suresi: 1.)” gibi ayetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem “yüsebbihu” [Tesbih eder.] sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde, birer câmid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat, “Yedi gök ile yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. (İsra Suresi: 44.)” sayhasıyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnüma, birer nur-u hakikateda ve arz bir kafa, berr ve bahir birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı didar eder. Yoksa, bu zamandan tâ o zamana bakmakla, mezkûr zevkin dekàikını göremezsin.
Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zaman ile ulûm-u mütearife hükmüne geçen ve sair neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’ân’ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile; yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette her bir ayetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’câz içinde, ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ-ı i’câzı içinde bu nev-i i’câzını zevk edemezsin.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın en yüksek bir derece-i i’câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:
Gayet yüksek ve garib ve gayetle yayılmış acib bir ağaç farz edelim ki, o ağaç, bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mesturiyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın azaları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüb, bir muvazenet
lâzımdır. Her bir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır; bir suret verilir. İşte hiç görünmeyen (ve hâlen görünmüyor) o ağaca dair biri çıksa, bir perde üstünde onun her bir azasına mukabil birer resim çekse, birer hudud çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüble, bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde ve müntehasının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam, o gaybî ağacı, gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder; sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın dahi hakikat-i mümkinata dair –ki, o hakikat, dünyanın ibtida’sından tut, tâ ahiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair– beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve her bir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’ân’ın tasvirine “Maşaallah, bârekâllah!” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muamma-i hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Hakîm!” demişler.
Sözler, 13. Söz, YAN-2023, s. 164