Değerler eğitiminde, sorumluluk duygusunun doğuştan mı yoksa sonradan mı kazanıldığı konusunda tartışmalar olmakla birlikte, bunun “çekirdek” halinde yaratılış gerçeğimizde bulunduğunu ifade etmek gerekir.
Küçük yaştan itibaren temel ihtiyaçlarımızı gidermeye dönük çabalarımızın altında yatan bu duygu olmalıdır: yaşama duygusu ve bu duygunun ortaya çıkardığı sorumluluk!
Bu o kadar güçlü bir duygudur ki canlılar dünyasında bunu gayet bariz olarak gözleyebiliyoruz. Söz gelimi, yavrulayan bir anne, diyelim ki bir inek, zor şartlar altında bulunduğu halde yeni dünyaya gelen yavrusuna ihtimam göstermesi, onu ayağa kaldırma çabaları, ardından beslenmesi için göğsüne doğru yönlendirmesi annelik sorumluluğunun tezahürü değil midir? Öte yandan buzağının titreyen, güçsüz bacaklarını zorlayarak ayağa kalkmaya çalışması, sonra da düşe kalka annesinin göğsüne doğru hamle yapması hayatta kalma sorumluluğu değil midir, yaratılışa işlenmiş olan!
Evet, sorumluluk ya da mesuliyet, -diğer canlılar bir tarafa- bir proğram olarak her insanın yaratılışında vardır. Onu “temel insanî değerler”den biri kılan da budur. Ancak bu programın aile içinde, okulda ve yaygın eğitim kurumlarında geliştirilmesi gerekiyor. İnsanların ferdî hayatlarında sağlıklı ve huzurlu olmaları, toplum hayatında barış ve güvenin gerçeklemesi, öteki hususlarla birlikte, sorumluluk şuurunun güçlendirilmesine bağlı görünüyor. Aksi halde sorumluluk şuuru zayıf olan insanlar hem kendilerine hem sorumlukları altında bulunan kimselere zarar vermekten kurtulamayacaklardır!
İşte bu insanî değer, büyük insanlık olan İslâmiyet ile sağlam, geniş ve kapsamlı bir çerçeveye oturuyor. Her şeyden evvel İslâm; hayatımızı, bedenimizi, canımızı, anne-babamızı, fizikî ve sosyal çevremizi kısaca her şeyi “İlâhî bir emanet” olarak ortaya koyuyor ve bu emanetleri kollayıp gözetmemizi emrediyor. Bundan dolayıdır ki mesela, hayatımızı devam ettirecek şekilde beslenmemiz “farz”, bırakalım başkalarına zarar vermeyi, kendimize zarar vermemiz dahi “haram” olarak açıklanıyor.
Diğer taraftan İslâm kendimize, ailemize, çevremize, bütün varlıklara karşı sorumluluklarımızı yerine getirmeyi ya da yerine getirmemeyi sadece dünyevî sonuçlarıyla değil, uhrevî sonuçlarıyla da önümüze koyuyor. Mesela bir kimsenin “anne-babasının hukukunu gözeterek onları hoşnut etmesi Allah’ın rızasına erme vesilesi (Tirmizî, Birr, 3), aksi yönde davranması ise Allah’a şirk koşmaktan sonra ikinci sırada büyük günah olarak sunuyor (Buharî, Şehâdat, 10). Kur’ân, insanın her yaptığından sorguya çekileceğini, zerre kadar iyilik yapanların da zerre kadar kötülük yapanların da karşılığını göreceğini (Zilzal Suresi: 7-8) söylüyor ve sorumluluk duygusu ile hareket etmemize güçlü, etkileyici uhrevî bir boyut katıyor.
Resulullah (asm) vahyin ışığında önce Allah’a karşı sonra da Onun yarattığı mahlukata karşı görev ve sorumluluklarını en güzel şekilde tespit edip yerine getirerek bize örneklik yapıyor. En büyük insanî sorumluluğu Yaratıcımıza iman ve ibadetle mukabele etmek olarak açıklayan Resul-i Ekrem kendimize, ebeveynimize, ailemize, iş ortamımıza, diğer insanlara, gezegenimizde yaşayan canlılara ve nihayet bütün âleme karşı vazifelerimizi ve mesuliyetlerimizi hem ayetler ve hadisleriyle açıklıyor, hem de fiilî olarak bunları sünneti ile göstererek bize rehberlik yapıyor. Yazıyı onun çoban metoforu üzerinden söylediği şu hadisiyle noktalayalım:
“Hepiniz çobansınız! Hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet idarecisi bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evinin bir çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Sonuç olarak hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz!” (Buharî, Cuma, 11).