"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

HAYÂLLERİN ARDINDAN BAKMAK

02 Mart 2012, Cuma
EĞİTİM BİR-SEN'İN DÜZENLEDİĞİ "ÖDENMİŞ BEDELLER UNUTULMASIN ANI YARIŞMASI'NIN" BİRİNCİSİ OLAN HİKÂYEYİ SİZLERLE PAYLAŞIYORUZ.
Odayı annesinden kalan emektar dikiş makinesinin yorgun sesi doldurmuştu. Yaprakları, çiçekleri ile baharı hatırlatan nevresim takımının son parçasını bir an önce bitirme telâşındaydı. Hazır çocukları okula göndermişken işini bir an önce tamamlamalıydı. Makinenin sesine karışan zil sesi, onu derin düşüncelerinin arasından çekip çıkardı. Zile dokunan her kimse elini zilden çekmiyordu. Acaba çoktan beri mi çalıyordu? İçinden, “mübarek sanki alacaklı” diye düşündü. Düşünmesiyle irkilmesi bir oldu. Çünkü zilin böyle çalışının ardından evden bir şeyler eksilirdi. Korku ve tedirginlikle kapıya yaklaştı. Dürbünden bakmaya çalıştı. Kapıdaki her kimse eli ile dürbünü kapatmıştı. Korkusu katlanarak artıyordu.
“Kim o?” sorusunu neşeyle karışık bir koro, “Biziz” diye cevaplayınca, korkusu şaşkınlığa dönüştü. İçinden “olamaz, mümkün değil” diyerek bir daha…
“Kimsiniz?” diye sordu. Aynı koro bu defa biraz da kikirdeyerek, “Biziz” dediği an, kapıyı açtı. Bu cevabı çok iyi biliyordu. Onlardan başkası olamazdı. Sevgili okul arkadaşları… Sema, Feride ve Dilek…
O gün nedense içi dolmuştu, buna bir de uzun yıllardır görmediği can dostlarının heyecanı eklenince gözyaşları kendilerini dışarı atıvermişti. Kapının önünde sarmaş dolaş olmuş birbirlerinden kopamıyorlardı. Derken aklı başına geldi. Telâşla onları içeri aldı. Kapıyı kapatır kapatmaz bir daha yumak oldular. Arkadaşlarının gözyaşları, onu uzun yıllardır görmedikleri için daha çok özlemden ve onun haline üzüldüklerinden akıyordu. Oysa kendisininkilerin sebebi pek çoktu. Biraz da ezilerek, onları hem misafir, hem de oturma odası olarak kullandıkları odaya aldı. Odada, döşemeleri yıpranmış, ama tertemiz üç çekyat, köşede eski bir televizyon sehpası ve üstünde küçük bir televizyon vardı. Yerdeki soluk halı ile duvardaki saat ise odanın dekorunu tamamlayan diğer eşyalardı. Bütün bu sadeliğe karşılık şaşırtıcı bir huzurun doldurduğu oda, bir anda gelen konuklarla şenlenmişti. Birbirlerini görmeyeli yirmi yılı çoktan geçmişti. O kadar çok şey vardı ki anlatacak… Hepsi evlenmiş çoluk çocuğa karışmıştı. Üçü de mesleklerinin zirvesindeydi. Onlar bu konuya girmek istemiyor, ama ev sahibi sorunca da kaçamak cevaplar veriyorlardı. Sema ile Dilek çocuk doktoru olarak, yani onun hayallerini süsleyen branşta görev yaparken; Feride jinekolojiyi seçmişti.
Birbirlerinin izlerini kaybetmişlerdi. O, eski arkadaşlarından sadece Fatma ile görüşüyordu. Tesadüf bu ya, Fatma kongre için İzmir’e gittiğinde buluşmuşlar, söz Hale’den açılınca da Fatma’nın onunla halen görüştüğünü öğrenmişlerdi. Daha önce aramamış olsalar bile hiçbiri onu asla unutmamıştı. Bu yüzden adresini öğrenince sürpriz yapmaya karar vermiş ve -birkaç saatliğine de olsa- onu görmek için kongre biter bitmez Bursa’ya geçmişlerdi. İşte şimdi onunla birlikteydiler. Her ne kadar çalışma hayatının zorluğu hepsinin eski gençlik ve tazeliklerinden bir şeyler götürmüş, birkaç ince çizik eklemişse bile hiçbiri onun kadar çökmemişti. Kırklı yaşlarda olmasına rağmen daha fazla gösteriyordu. Gözlerindeki hüzün ve masumiyet, yüzündeki çizgiler yaşadıklarının sırrını ele veriyordu. Birden konuklarının uzun yoldan geldiklerini düşünerek, bir şeyler hazırlamak üzere mutfağa geçti. Sıkıntıdan ter içinde kalmıştı. Evde doğru düzgün misafirine çıkaracak bir şeyinin olmadığını biliyordu. Çay kutusuna el attı. Ancak bir- iki kaşık çay vardı. Dolabı açtı. Birkaç zeytin ve bir yumurtadan başka bir şey yoktu. Kıvranıp duruyordu. Yıllar sonraki karşılaşma böyle mi olmalıydı? Dostlarına ne ikram edecekti? Çaydanlığı doldurup ocağın üstüne koydu. Ekmek kutusunda biraz ekmek olduğunu hatırlayınca yumurtaya batırıp kızartma fikri, içini bir parça olsun rahatlattı. Hazırlıklarını yaparken unutmak istediği, ama yakasını hiç bırakmayan geçmişinin filmi gözlerinde canlandı.
80’li yıllardı. Dar gelirli memur bir ailenin iki çocuğundan biriydi. Bu yüzden çocukluğu ve gençliği hep yokluk içinde geçmişti, fakat o, mahrum kaldığı şeyler için üzülmezdi. Çok çalışıp iyi bir meslek sahibi olursa eksikliğini çektiği her şeyi nasılsa elde edecekti. Çok hırslıydı. Hedefi her zaman birincilikti. İkinci olmayı bile zül sayardı. Gece gündüz demeden çalışmasının karşılığını Bursa’nın en gözde lisesini birincilikle bitirerek aldı. Üniversite sınavına girdi. Ailesinin gözü üstündeydi. Herkes ondan büyük başarılar bekliyordu. O da onları yanıltmadı. Hayallerini süsleyen Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandığında evde adeta günlerce bayram yaşandı. Çok mutluydu. Doktor olduğunda önce anneciğine bir çamaşır makinesi alacak ve onu elde çamaşır yıkama derdinden kurtaracaktı. Babacığına ise en iyisinden bir takım elbise… Adamcağız onları okutma derdinden yıllardır kendine doğru dürüst hiçbir şey alamamıştı. İçinde her gün yenisi eklenen hayalleriyle Ankara’nın yolunu tuttu.
Yurda yerleşmişti. Başında çok da bilinçli olarak örtmediği başörtüsü vardı. Çok sıkıntı olursa başını açardı. Hem zaten ailesi de sıkı sıkı tembihlemişti. “Baş örtüsü sorun olursa, senin günahın bizim boynumuza, başını aç ve okulunu bitir” derken okul başlamış ve hemen kendini derslerine vermişti. Hiç takılmadan ve tabiî ki yine dereceyle bitirmeliydi. Bu arada yavaş yavaş arkadaş da edinmişti. Herkes ile arası gayet iyiydi, ama onun yanında Zeynep Ablanın yeri ayrıydı. Nedense bu kız diğerlerinden çok farklıydı. Yüzünde sürekli bir tebessüm vardı. Herkesin yardımına koşar, varını yoğunu paylaşırdı. Okuduğu fakülte ağır olmakla kalmayıp, aynı zamanda çok da para gerektiriyordu. Ailesinin durumu malûmdu. Aldığı burs ise yemek parasına zor yetiyordu. Darda kaldığı zamanlarda Zeynep Abla herkese olduğu gibi ona da Hızır gibi yetişiyordu. Aralarındaki sohbetlerde artık iyice inanmıştı ki abla bunu herhangi beklenti için değil, Allah’ın rızasını kazanmak için yapıyordu. Aldığı dinî terbiye tamamen geleneksel boyutlarda olduğu için önceleri bu durumu çok da kavrayamamıştı. Zeynep Ablanın verdiği kitapları okudukça ve arkadaşlarıyla sohbetlere katıldıkça kendine format atıp, yeni programlar yüklemesi gerektiğini düşündü. Doğru adımı atmak için de Allah’ın emrettiği gibi hareket etmek gerektiğine inandı. Zeynep Ablaya durumu açtı. Onun fikrini duyunca sarmaş dolaş olup uzun uzun gözyaşı döktüler. Birlikte çarşıya çıkıp, güzel bir eşarp ve pardösü aldılar. Ondaki bu değişiklik herkesi şaşırtmakla birlikte en büyük tepkiyi ailesi verdi. Buna ne gerek vardı şimdi. Okulunu bitirsindi. Sonra istediğini yapsındı vs…
Ailesinin müdahalesine rağmen bu yeni durum hayatına inanılmaz bir anlam katmıştı. Mutluydu. Ancak mutluluğu çok sürmemişti. Sonradan başörtüsü zulmünün kalesi olan Hacettepe Üniversitesinde 12 Eylül’ün ardından kara günler başlamıştı. Başı kapalı hiç kimse derslere girmemeliydi. Başı kapalı girenler özellikle sözlü ve bazen de fiilî tacize uğruyor, hemen sınıftan çıkarılıyorlardı. Hani sütü dökmüş bir kediyi yakalarsınız sırtından tutup dışarı atarsınız ya… İşte başı örtülü olanlar da eğer sınıfta keşfedilip yakalanmışlarsa, aynen suçlu kedi muamelesine maruz bırakılıyorlardı. Onları yakalamak için her köşe başına nöbetçiler dikilmişti. Okul binasına girmeden yakalanmaları için bütün tedbirler alınmıştı. Çaresiz bazıları başlarını açtılar, bazıları peruk taktılar, bazıları ise direnişe devam ettiler. O da direnenlerdendi. İlk yıl zor da olsa bitti. Ancak asıl sorunlar, sonraki yıllarda başlayacaktı. Güçlü olmalıydı. Zeynep Abla ve diğer arkadaşları ile birlikte kenetlenip, sürekli birbirlerine moral verdiler. Okul başladığında belki sorunlar azalmıştır ümidi ile gittiler, ama sonuç hüsrandı. Bu yetmezmiş gibi artık yemekhane ve yurda girişleri de yasaklanmıştı. Hele yemekhaneden hırsız kedi gibi herkesin içinde kovalandığında gözlerinden akan yaşın belki bin katı yüreğine kan olup damlamıştı.
Erkek ve kız yurdunun giriş kapısı aynıydı. Bu yüzden başını açamıyordu. Eğer yakalanmadan ana girişten geçip, kız yurdunun kapısına kadar gitmişse, başörtüsünü çıkarıp altındaki perukla -bu arada peruğa karşı olan direnci de kırılmıştı- hemen içeri giriyordu. Kapıda kontrol olduğu zaman ise uygun bir an bulabilmek için saatlerce akla karayı seçiyordu. Ama asıl sorun okuldu. Derslere, sınavlara girmesi dertti. Koskocaman dekanların, hocaların başörtüsü avına çıkması görülecek şeydi. Bu bakımdan son zamanlarda okula henüz kimsenin tam olarak bilmediği bodruma açılan kapıdan gizlice girip, tuvalette başörtülerinin üstüne peruk takma yoluna gittiler.
Bir gün kapıdan girerken fark edildiler. Her biri bir tarafa çil yavrusu gibi dağılırken perukların olduğu çanta kızlardan birinde kaldı. Üç arkadaş tuvalete kaçtılar. Bulundukları yerden çıkamıyorlardı. Üç saate yakın tuvalette kaldıktan sonra çaresiz geri çıktıklarında görevlilerin hâlâ onları kapının önünde beklediklerini hazin gözlerle izlediler. Dışarı atıldılar. Yurda gitmek istedi. Ancak peruğu Dilek’te kalmıştı. Kızlardan yurtta kalan da tek oydu. Yurdun kapısında saatlerce soğukta titreyerek bekledi. Bir fırsatını bulup, içeri daldı. Bu defa da dışarı çıkması sorun oldu. Zaten içinden de gelmiyordu. Gözü korkmuştu. Her an birisi başörtüsüne saldıracak endişesiyle yaşamak zihnini allak bullak etmişti. Bir hafta yurtta hapis hayatı yaşadı. Gündüz odaların boşaltılması gereken saatte kütüphaneye saklanıyor, bulduğu kuytu köşelerde gün boyu uyukluyordu. Akşam gelen kızlar yiyecek bir şeyler getirmişse yiyor, getirmemişlerse yarı aç yarı tok günlerini geçiriyordu. Yaşadığı o kâbus gibi bir hafta onda ömrünün sonuna kadar unutamayacağı derin izler bıraktı. Huzuru kalmamakla birlikte kendini toparlamaya çalıştı. Ne yapacaktı, hangisi doğru olurdu? Düşünceler, düşünceler, beynini zonklatırcasına onu kemiriyordu. Sonuçta vardığı nokta hep şuydu: Ma’bud’a itaat etmek varken; mahlûka itaat olmazdı. Bu düşünce nedense aklına her geldiğinde kendini güçlü hissediyor, Rabbinin yanında olduğu düşüncesiyle huzur buluyordu. 
Bir gün sınavda fakültenin dekanı aniden sınıfa girdi. Doğrudan onu hedef alarak odasına gelmesini istedi. Çaresiz gitti. İç yüzünü çok iyi bildiği Dekan Bey, onu ikna etmeye çalışıyordu. Gayet babacan bir tavırla onların iyiliklerini istediğini, baş örtmekle bir yere varılamayacağını, fakültenin huzurunun bozulmasının kimseye fayda sağlamayacağını anlattı da anlattı. Üstelik kendisi de çok dindardı. Dinî vecibelerini kimseye göstermeden yerine getirirdi. Bu başörtüsü de neydi. İnsanın kalbi temiz olsundu. İçi burkuldu. Sanki huzur bozan onlardı. Yaratana itaat ettikleri ve isteyerek O'nun emrine uydukları için yaratılanlar nasıl da iki yüzlü davranıyorlardı. Onun söylediklerini duymadı bile… Çünkü daha geçenlerde “Namaz kılan birini gördüğümde arkasından bir tekme atasım geliyor” dediğini kulaklarıyla duymuştu. Hayal kırıklığı içinde ve derin düşüncelerle oradan ayrıldı.
Aylar sür'atle akarken zulüm de son haddine varmıştı. Uygulanan yıldırma politikası ile kurulan ikna odaları kızların bir bölümünün daha direncini kırmıştı. Çok samimî birkaç arkadaşları okulu bırakma kararı almışlardı. Bu düşünceye şimdilik sıcak bakmıyordu. Ailesinin bu konuda yanında olmayacağından emin olmakla birlikte sıkıntılarını yine de onlarla paylaşıyordu. Elbette ki ailesi de çok üzgündü, fakat ne olursa olsun okulunu da bitirmeliydi. Derslere giremiyordu. Bütün bunlara rağmen çok sevdiği okulundan kopmamak adına bütün derslerin fotokopisini alıyor ve gece gündüz çalışıyordu. Anatomi dersi olduğunda ise gitmek zorunda idi. Korka korka peruğu ile derse giriyor, fakat öğrencilerin kadavrayı görmek amacıyla sıkış tıkış bir şekilde adeta üst üste yığılarak oluşturdukları çembere dahil olamıyordu. Başındaki örtü onun Allah inancının bir bakıma deliliydi. Onun için zorlu mücadeleler veriyordu. O zaman ona uygun davranmalıydı. Hareketleri ağır ve vakur olmalıydı. Aynı hassasiyeti diğer arkadaşları da gösteriyorlardı. Dolayısıyla her anatomi dersinde kadavrayı görmeden çıkanlar onlar oluyordu. Üstelik onların bu zayıf noktalarının farkına varan arkadaşları oluşturdukları kutsal ittifak ile onlar geldiği anda hemen -aralarına giremeyeceklerini bildikleri için- adeta zincir gibi birbirlerine kenetleniyorlardı. 
Derken biraz huzur bulmak adına şartları zorlayarak ve Zeynep Abladan yardım alarak özel bir yurda yerleşti. Ancak kara bulutlar buraya da uğramakta gecikmedi. Son zamanlarda kaldıkları yurt sürekli baskınlara uğruyor. Namaz kılan, başı örtülü olan var mı diye her taraf didik didik aranıyordu. Bu ani baskınlara karşı onlar da tedbir almakta gecikmediler. Parola şuydu: Eğer arama için gelmişlerse kapıdaki nöbetçi hemen yavaşça merkezî müzik sistemini harekete geçiren bir düğmeye basıyor ve hoparlörden Mozart’ın bir parçası duyuluyordu. Müzik duyulduğu anda herkes ya başını açıyor veya peruğunu takıyordu. Namaz kılanlar namazlarını bozup hemen farklı bir moda geçiyorlardı. Fakat bir gün oldukça trajikomik bir durum yaşandı. Hoparlörden müzik yerine “Mozart”, “Mozart” diyen bir ses duyuluyordu. Önce anlayamadılar, ancak anlamakta da geç kalmadılar. Hemen baskın pozisyonuna geçtiler. Durum daha sonra anlaşıldı. Nöbetçi her nasılsa Mozart’ın kasetini bulamamıştı. Panik halinde arkadaşlarını nasıl ikaz edeceğini düşünürken adamlar içeri dalmışlardı bile… O da hemen mikrofonu açmış Mozart’ın parçasını çalamamıştı, ama adını söylemek de aynı etkiyi yapardı her halde, diye düşünmüştü.
Baskın korkusu, hemen her an endişe, panik zaten zayıf olan sinirlerini iyice yıpratmıştı. Uyuyamıyor, uyuduğu zaman da sürekli kâbuslar görerek yataktan fırlıyordu. Çaresiz Dilek, Feride, Sema ve Fatma ile bir ev tuttular. Artık biraz daha rahattı. En azından olur olmaz zamanlarda baskına uğramıyorlardı. Uğradıkları tek baskın kızların o evdeyken gelip kapıyı çaldıkları andı. Kim o, sorusuna hepsi birden “Biziz” dedikleri an nasıl da mutlulukla kapıyı açardı. Okula çok devam edemese bile bulunduğu ortam adeta ona ilâç gibi gelmişti. Ancak bu sınırlı mutluluk da çok sürmedi. Zira fakültede sınavlara alınmamaları yönünde karar alınmıştı. Defalarca fakülteye gittiler ve kapıdan kovuldular. Üniversitenin baskısına, çoğunun aile baskısı da eklenmişti. O, bütün bunlara rağmen başını açmayı asla aklından bile geçirmiyordu. Derken hayatının gerçekten dönüm noktasını oluşturacak bir karar verdi. O gün anatomi dersi vardı. Hep birlikte şartları zorlayarak gittiler. Peruğunu taktı. Dersin görüleceği laboratuvara girmeden pardösülerini dışarıda çıkarıp, önlüklerini giydiler. Ders boyunca orada oldukları halde daha önceden olduğu gibi kadavranın yanına yaklaştırılmadan dersten çıktılar. Pardösülerine ellerini uzattıklarında şaşkınlıktan dona kaldılar. Kırmızı kalın uçlu bir kalemle Feride’nin pardösüsü baştan aşağı çizilip karalanmıştı. Zaten hassas olan yüreği bu durum karşısında ağır bir darbe daha almıştı. Yıllardır hep gözünün ucunda olan gözyaşları bir kere daha bendini yıkmış, çağlayanlar gibi taşmış gidiyordu. Bu durum onun başına gelse kaldıramayacak kadar yıprandığını anlamıştı o an… Aynısı olmasa bile benzerlerinin kendi başına geleceğini de biliyordu. Hem ağlıyor, hem de bitti buraya kadarmış diyordu. Eve geldi ve hemen ailesini aradı. Ağlamaktan konuşamıyordu. Her ne kadar okulunu bitirmesini isteseler bile onların da sinirleri çok yorulmuştu. Neticede evlâttı. Bu travma istemedikleri sonuçlara götürebilirdi onları. İstemeyerek de olsa kararı ona bıraktılar. Hemen eşyalarını topladı. Arkadaşlarının sesleri kulaklarında uğulduyordu. Okumak, doktor olmak, ilk maaşıyla annesine çamaşır makinesi, babasına en güzelinden bir takım elbise almak, güzel bir geleceğe, rahatça büyütüp, özel okullarda okutacağı çocuklara sahip olmak, hepsi bir çırpıda yok olmuştu, elinden alınmıştı, hayalleri çalınmıştı. Üstelik fırtınalı bir ruh haliyle elinde valizi otobüse giderken, yolda rastladığı iki kadının önce onu birbirlerine gösterip ardından üstüne yürümeleri ile dönüş kararı bir kez daha kesinleşti. Her şeyi bıraktı ve ardına bakmadan evine döndü.
Çaydanlıktaki suyun fokurtusundan üstündeki kapak zangır zangır titriyordu. Hemen koştu altını kıstı ve ancak bir iki kaşık olan çayı demliğe atıp üstüne sıcak suyu döktü. Yumurtaya buladığı ekmekler de kızarmak için hazırdı. Tavadaki yağ ısınıncaya kadar bardakları hazırladı. Yıllardır bilinçaltına attığı, yüzleşmek istemediği ve kapısını sımsıkı kapadığı geçmişi arkadaşlarının gelişi ile buldukları aralıktan dışarı hücum ediyorlardı. Hayat tarihçesi şimdi hiç kaçamayacağı bir şekilde gözlerinin önünde adeta dans ediyordu.
Okulunu bırakıp geldikten sonra perişan hali onun kurtarıcısı olmuştu. Uzun süre kimse bir şey sormadı. Aslında biliyordu, az çok ailesini tanıyordu. Bunun hesabı ondan sorulacaktı, soruldu da… Babası neyse de annesi hazmedemiyordu. Canından çok sevdiği biricik kızı için neler hayal etmişlerdi. Doktor olacaktı. Sıkıntılarını bir parça olsun unutturacaktı. Daha önemlisi o rahat bir hayat sürecekti. Ne olurdu, başını açsaydı. Allah onun kalbini bilmiyor muydu? Bu kadar inat etmenin âlemi neydi? Dünyanın en akıllısı kendisi miydi? Haydi şimdi çeksindi bakalım.
Uzun süre kendisini dinledi. Hani şu ikinciliğe bile tahammül edemeyen hırsına ne olmuştu. Hırsı yine vardı, ama yön değiştirmişti. Evet onun hırsı dünyevî olana karşı nedense bitmişti. Şimdi o, Rabbinin rızasını kazanma hırsıyla dolmuştu. Bu uğurda da her şeyi göze almıştı. Bu arada en büyük dostu Kur’ân-ı Kerim oldu. Zeynep Abladan okumayı öğrenmişti. Şimdi daha da ilerletti. Ayrıca okuduğu tefsir ile yıkıma uğramış ruhu adeta baharı yaşadı. Onu en iyi bilen, ona yakın olan Rabbiyle sohbet ediyordu adeta. Arada bir diğer arkadaşlarından da haberler geliyordu. İçlerinden depresyona girip, psikolojik tedavi görenlerin sayısı hiç de az değildi. Çok şükür o yapayalnız kaldığı bu süreci, Rabbinin varlığı ile doldurup yaralı, kırık kalbini çabuk tamir etmişti. Ahh! Bir de annesinin iğneleyici sözleri olmasa… Onu da anlamaya çalışarak, kalbini kırmamaya özen gösterdi. Annesi söylendikçe sızlayan yüreğini içinden sabır çekerek teselli etti.
Bir şeyler yapması gerekiyordu. Çalışmalı, artık ailesine yük olmamalıydı. Ne yapabilirdi. Uzun uzun düşündü. Öyle bir şey bulmalıydı ki… Başörtüsüne hiç kimse bir şey söylememeliydi. Zira buna bir kez daha tahammül edemezdi. Sonunda biçki-dikiş kursuna yazıldı. Ne hazindi. Doktor olacaktı, beyaz önlüğünü giyip, masum bebeklere, çocuklara bakacaktı. Hayallerinde dikiş dikmek yoktu. O, her şeyin en iyisini alacaktı veya diktirecekti. Oysa şimdi kendisi başkalarına giysiler dikecekti. Kalem tutan elleri iğne tutar olmuştu. Halbuki o, iğneyi hastalarını iyileştirmek için eline alacaktı. Oysa… Bu düşünceleri de aklından uzaklaştırdı. Kısa sürede dikiş dikmeyi öğrendi. Annesinin eski makinesiyle artık herkese bir şeyler dikebiliyordu.
Etrafındakiler de bu arada boş durmuyor, evlenmesi yönünde telkinlerde bulunuyorlardı. Madem okumamıştı. Bari zamanı geçmeden hani şöyle iyi bir kısmetle onu rahat yaşatabilecek biriyle… Kendi kendine söz verdi. Evleneceği kişinin eğitim seviyesine, kültürüne, maddî durumuna bakmayacaktı. Onun evleneceği kişi Allah’ı bilen iyi bir insan olacaktı. Hem zaten Rabbinin rızası için çok büyük bir bedel ödemişti. Her halde bu yaşadıkları ödüllendirilecekti. İyi bir evlilik onun hakkıydı. Bu düşüncelerle karşısına çıkan lise mezunu, maddî durumu çok da kötü olmayan yetim gencin evlilik teklifini kabul etti. Her şey çok güzel olacak şeklindeki umutları eşinin işini kaybetmesi ve ardından borçlar yüzünden yaşanan sıkıntılarla bir kez daha soldu. Bu arada çocukları olmuş, evin ihtiyaçları artmıştı. Çaresiz tek altın bileziğim dediği, makinesini kullanmaktan başka çaresi kalmamıştı. Artık evin içini neredeyse bütün gün annesinin kendisine verdiği yaşlı makinenin sesi dolduruyordu. İnanılmaz derecede çalıştığı halde borçluların zaman zaman icra için eve gelmelerinin önüne yine de geçemiyordu. Evlendikleri zaman aldıkları eşyalar neredeyse yarı yarıya azalmıştı. Eşi kötü bir insan olmamakla birlikte, ekonomik sıkıntılardan dolayı bozulan sinirlerinin acısını arada bir de olsa ondan çıkarıyordu. Buna bir de annesinin “Beni dinleseydin, bunlar başına gelmeyecekti” serzenişleri de eklenince her zaman olduğu gibi teselliyi önce Rabbinde, ardından da çocuklarının sevgisinde buluyordu. Bir teselli yolu da şuydu: Zaten çok varlık içinde büyümemişti. Yokluğun, kanaat etmenin ne demek olduğunu iyi bilirdi. Bu yüzden de yaşadıklarına çok yabancı değildi. Yine de nerede hata yaptığını sıklıkla sorguluyor ve şu sonuca varıyordu: Başörtüsüne sahip çıkıp, bu uğurda okulunu bırakmış ve ona göre çok büyük bir bedel ödediğinden artık rahat edeceğini düşünmüştü. Yaşadıklarından sonra ise Allah’ın rızasını kazanmak için bunun hiçbir şey olmadığını anlamıştı. O sınav bitmiş, diğerleri başlamıştı. Eğer hedef O'nun rızasını kazanmak ise bunun bedeli kolay değildi. Hz. Yusuf (as) kuyudan kurtulmuş ardından zindana düşmemiş miydi? Peygamberler bile çileli hayatlar yaşamışlarsa kendisi kim oluyordu. Belki doktor olup, hastalarına reçete yazamamıştı, ama çocuklara ve kadınlara Kur’ân okumayı öğreterek manevî hastalıklarına ilâç olmak kötü bir şey miydi? 
Yıllar bu teslimiyetle, oldukça hüzünlü ve sıkıntılı geçti. Ancak ona da inanılmaz bir olgunluk ve değer kattı. Geçmişiyle yüzleşmeyi hiç istemedi, ama rüyalarına da söz geçiremedi. Hiç yoksa haftada bir-iki defa kendini doktor olarak beyaz önlüğü ile görürdü. İşte şimdi sınıf arkadaşları gelmişlerdi. Anılar artık kaldıkları yerden fırlamış onu tekrar geçmişinin karanlık dehlizlerine çekmişlerdi. Aradaki fark açıkça görülüyordu. Onlar başlarını açtılar okullarını bitirdikten sonra kapattılar. Kılık kıyafetleri son derece düzgün ve güzeldi. Ayaklarındaki ayakkabılar, kollarındaki çantalar, eşarpları, giysileri en iyi markalardandı. Onun böyle şeylere sahip olması ise neredeyse hayaldi. Bir meslek ortalama otuz veya kırk yıla tekabül ederdi. İnsan mesleğinin ona sağladığı statüye göre bir hayat biçimine ve konforuna sahip olurdu. Oysa onun mesleği elinden alınmıştı. Dolayısıyla bir ömür boyu hayatı bundan etkilenecekti ki işte… İçinden yine bir kızgınlık nidası yükseldi.
Feride’nin “Biz seni görmeye geldik. Sen ne yapıyorsun Allah aşkına” sesiyle irkildi. Hemen tabakları onun eline tutuşturup, çayları doldurmaya koyuldu. Çayın rengi o kadar açıktı ki… Sıkıntıdan bir kez daha ter bastı. Birazdan yeniden derin bir sohbete koyulmuşlardı. Hiçbiri belli etmese bile hepsi son derece üzgündü. Doğrusu onu çok da lüks bir ortamda görmeyi ummamışlardı, ama bu derece olduğunu da düşünmemişlerdi. Sevgili can arkadaşları başörtüsünün bedelini ödemeye aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ devam ediyordu anlaşılan. Her biri içinden kendini sorguluyordu. Kim daha doğru yaptı diye... Gerçekte herkesin sınavı ayrıydı ve her birinin kendi dayanacağı ağırlıktaydı. Bu bir tercih meselesiydi. Buna kimse bir şey diyemezdi. Sözün bittiği yerdeydiler.
Saatler su gibi akıp geçmişti. Artık ayrılık vaktiydi. Gelişlerinde yaşanan sevinç,  gidişleri ile hüzne dönüştü. Yine görüşeceklerdi, ama bu defa aradaki süre asla böyle uzun olmayacaktı. Onlar giderken sessiz ve hüzünlü bir yağmur onlara eşlik ediyordu. Birden bugün hiç söz dinlemeyen göz yaşlarının yine özgürce başıboş bir şekilde aktığını fark etti. Kapıyı kapattı. Az sonra nevresim takımının bitirilmeyi bekleyen son parçasının dikildiğinin işaretini veren emektar makinenin sesi odayı yine doldurmuştu.  Hale bugün ailesi ile Bursa’da yaşıyor. O ihtilâl döneminde başörtüsü zulmüne uğrayan sayısız kızlardan sadece biri… “Bana bunları yaşatanlara karşı son derece kızgınım” diyecek kadar dürüst iken; “O dönemde onların bize nasıl davrandığı onların sınavıydı. Bu sınavı bizim nasıl karşılayıp, yorumlayıp, içselleştirdiğimiz ise bizim sınavımızdı.” diyecek kadar da mütevazı ve olgun… “Benim, ailemin, hocalarımın emeklerini ve en önemlisi hayallerimi çaldılar” derken hıçkırıklara boğuluyordu. O başörtüsünün bedelini ödedi ve hâlâ ödemeye devam ediyor. Ona bu zulmü yaşatanlar ne durumdalar acaba?
 
Esra Gülmez (*)
Okunma Sayısı: 1452
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı