Kapılar çalınıyor.
Kapımız çalınıyor.
Misafir kapımızda.
Kapıyı açmadan kimin geldiğini bilemezsin.
Kapıyı kimin çaldığını bilemezsin.
Çağrıya cevap ver. Misafir kapıda.
Bir vakit ki, el ayak çekilmiş. Bütün sesler kesilmiş. Sadece o ses var. Kapını çalan o ses... Her kapıyı çalıyor. Herkesi dâvet ediyor. Bu çağrı bugüne kadar duyduğumuz hiçbir çağrıya benzemiyor. Önce bir akşamüstü ince bir hilâlle ‘merhaba’ diyor. En evvel gönül kapısını, sonra diğer kapıları çalıyor. Bu ses cevap verenlere yeni bir hayat, yeni bir müjde getiriyor.
Her yıl gelen bu misafir, bu yıl da kapımızda.
Karanlık gecede ışıldayan bir yıldız bu misafir.
Ne gibi armağanlarla geldiğini, ne gibi nimetler ve hediyeler getirdiğini, kapıyı açmadan bilemezsin. O vaktin içinde, o misafirin elinde hazineler gizlidir. Aç ki bulasın. Aç ki göresin. Karanlık bir gecede ışıldayan yıldız gibi.
Hani bir şeyler değişsin, hani şu bir türlü içine sinmeyen hayat böyle gitmesin diyordun ya, geldi o vakit, geldi o misafir. Herkesin kapısını çalıyor, ama kapıyı açan kazanıyor. Bu sese, bu çağrıya kulak veren kazanıyor.
Bu misafir, bize yük değil. Sadece yükümüzü alan bir misafir. Kalbimizin sızısını dindirmek için geliyor. İçimizdeki bir yığın lüzumsuz ağırlıkları boşaltan, bizi çocukluğumuza götüren, kendimize getiren misafir. Gidemediğimiz nice sayısız güzellik varsa, her birini yanında getiren bir misafir bu. Öylesine şaşırtıcı, öylesine müjdeli haberlerle geliyor. İmkânsız zannedilen imkânlarla, hazinelerle, lütuflarla dolu gelen bir misafir bu. Dünya hazineleri onun yanında tam takır kalır. Dünya desen, onun yanında bir nokta kalır. Çünkü o dünyayı aşan armağanlarla geliyor. Yaşadığımız dünyayı da dünya edecek olan bir mânâyla beraber geliyor. Öyle bir misafirdir bu…
Kalbimizin kapısını açmamızı bekliyor bizden önce. Sonra peş peşe diğer kapıları… Ömrün son merhalesinde olanlara dahi yeniden dünyaya gelmişçesine imkânlar sunmaya hazır bir misafir.
Sesleri, nefesleri yeniden ayar etmeye geliyor. Başları, ayakları, kulakları, dilleri, elleri, gözleri ve dahi kalpleri ayar etmeye geliyor. Böyle bir misafir beklenmez mi? Böyle bir misafirin yolu gözlenmez mi? Hem de hasretle, muhabbetle…
Rahman ve Rahim olan Allahımız, Rabbimiz bizleri çok seviyor. Sevdiği şuradan belli ki, bize değer veriyor. Düştüğümüz durumu, hâl-i perişanımızı görüyor. Yeniden bir fırsat sunuyor. Har vurup harman savurduğumuz ömrümüzü yeniden derleyip toparlamamız için bize bir fırsat daha sunuyor. Mübarek Ramazan ayını bir misafir olarak oruç elçisiyle kapımıza gönderiyor. Dünyanın ve ahiretin en büyük hediyesi olan Kur’ân bu ayda indiği için, bu ay onun için önemli.
Açarsan kapını, içeri alırsan misafiri, gayrı ne varsa kavuşursun hasretini çektiklerine. Hasretini, yıllardır alev alev yanan o ateş topunu söndürürsün onunla işte. Son bir fırsattır belki, son bir imkândır. Bilemeyiz. Belki de bu misafirin kapımızı son çalışıdır.
Dünya yaratıldığından beri, belki de bundan daha büyük bir nimetin, bundan daha büyük bir müjdenin varlığını görmedi. Bu ay ile, bu ayın içindeki o mübarek Kadir Gecesi ile gönderilen, bu misafir ile bize sunulan hediyeleri saymakla bitiremeyiz. En başta kendi hayatımıza yeniden bir ayar vermek için geliyor desek bu mübarek ay, bu bile her şeyi anlatmaya yeter.
Bir heyecan var gönüllerde yeniden doğmak için, yeniden başlamak için hayata. Daha gelmeden gölgesi düşüyor üzerimize şimdiden. Bu ne büyük bir lütuftur. Kalplerimiz ne kadar hazırsa, misafir geldiğinde o kadar memnun olacak. Kalpler aradığını onda bulacak. Ruhlar handan-u şadan olacak. Dünyanın neresinde olursa olsun, nefes alan her nefis, bu misafirin dâvetine icabet etmeli. Aklı başında olan herkes bu sese kulak vermeli, kapıları açmalı, misafiri ağırlamalı.
Çok da kalmayacak zaten. Yük olan değil, yük alan bir misafir geliyor. Boşalan hayatımızı, hayatımızı hayat yapan bir mânâ ile dolduracak olan aziz misafir geliyor. Böyle bir misafir kapımızı çalıyorsa, kalbimizin kapıları çalınıyorsa, açmamak olmaz. Açalım, hele bir açalım da kurtulalım şu nefs zindanından, kurtulalım şu kalp katılığından. Onunla beraber olmayı özledik. Onunla beraber ağlamayı da özledik.
***
Sezai Karakoç Ağabeyimizin izniyle, bizden ona, ondan bize bir Ramazan merhabası olsun.
İnsan ve oruç
Oruç, ruhun sesi gelir her yıl
Gümüş topuklarını dokundurur kalbimize
Vücut dönmeğe başlar bir tapınağa kurban gibi
Yapılır örtülür uçurumları yakan duâlardan
Ten ruhun avuçlarının içinde
Hilkat günlerinin yeniden oluşun terlerini döker
İnsan gecesini değiştirir gündüzüne erer
Bir mevsime döndürür zamanı hiç değişmeyen
İnsanın olma vaktidir bu erme fırsatı
Ruh emzirir anne gibi yeri göğü fecri
Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır
Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden
Ey oruç, diriltici rüzgâr, İslâm baharı
Es insan ruhuna inip yüce ilham dağından
Kevser içir, âbıhayat boşalt kristal bardağından
Susamış ufuklara insan kalbinin ufuklarına
Sezai Karakoç
Geceden geliyor. Uyandırmaya geliyor. Gözlerimizi kapamaya değil, gözlerimizi açmaya geliyor.
Göklerden bir işaret olduğu belli ki, önce ince bir hilâlle göz kırpıyor.
“Geliyorum” diyor. “Hazır mısınız?” diyor. “Misafir edecek misiniz beni?” diyor. “Kapılarınızı açacak mısınız? Bana yer var mı kalbinizde, hayatınızda?” diyor.
“Evet evet” diyoruz biz de.
O hazır. Biz hazır mıyız?
İki gün kaldı Ramazan’a. Bu iki gün hayatımız için yeni bir misafiri, o hiç unutulmayan misafiri, yeniden ağırlamak için son bir fırsat bize.
Mübarek Şaban ayının son üç gününde Asr-ı Saadette neler olmuş, neler yaşanmış acaba diye bir ufuk turu yaparken bakın neyle karşılaştık. Paylaşalım sizinle.
Ramazan’ın feyzi ve bereketi hepinizin üzerine olsun Rabbimizin izniyle… Âmin…
***
Şaban ayının bitimine üç gün vardı...
Peygamberimiz’e (asm) peygamberlik vazifesinin bildirilmesinin üzerinden on yıl geçmişti. Amcası Ebû Tâlib, vefat etmişti. Aylardan Şaban ayıydı ve onun da bitimine üç gün kalmıştı. Resûlullah (asm), yanına azadlı kölesi ve evlâtlığı Zeyd b. Harise’yi alıp, yaya olarak Taif’e doğru yola çıktı. Taif’e vardılar ve orada on gün kaldılar. Taifliler, Resûlullah’ın (asm) dâvetine icabet etmediler. O’nun (asm) Peygamberliğini kabul edip, İslâmiyet’e tâbi olmadılar.
Gençlerin Müslüman olmalarından çekindikleri için, halkı Peygamberimize (asm) karşı kışkırttılar. Öyle ki, Taif’in serserilerini Resûlullah’ın (asm) geçip gideceği yolun her iki yanına oturttular. Kâinatın Efendisi onların arasından geçerken, O’nu (asm) taşa tuttular. Allah’ın bu son Peygamber’i (asm), bir beldenin halkını Rablerine imana dâvet etmek için çıktığı bu yolculuktan, mübarek ayakları kan revân içinde dönüyordu.
Peygamberimiz (asm), Utbe ve Şeybe b. Rebia’nın bahçesine varıncaya kadar böyle hayâsızca taşlandı ve hakarete uğradı. Bahçeye vardıklarında, Taifliler onu takip etmekten vazgeçtiler. Efendimiz (asm), bir asmanın gölgeciğinde oturdu.
Utbe ve Şeybe, Peygamberimize (asm) yapılanları görmüşlerdi. Bütün düşmanlıklarına rağmen, aradaki akrabalık bağlarından dolayı üzüldüler.
Addas adındaki Hıristiyan kölelerini yanlarına çağırarak:
“Şuradan birkaç salkım üzüm al. Şu tabağın içine koy. Sonra da, onu şu adama götür. Kendisine, ondan yemesini söyle” dediler.
Addas da denileni yaptı. Üzümü tabakla götürüp önüne koyduktan sonra, Peygamberimize (asm):
“Buyur ye!” dedi.
Peygamberimiz (asm) Addas’a:
“Sen hangi beldenin halkındansın? Dinin nedir?” diye sordu.
“Hıristiyan’ım ve Ninova halkından bir kimseyim!” diye cevap verdi köle Addas.
Peygamberimiz (asm):
“Demek, sen Salih kişi Yunus b. Metta’nın köyündensin ha?” diye cevap verdi:
Addas:
“Yunus b. Metta’nın kim olduğunu sana kim bildirdi? Vallâhi, o Ninova’dan çıkıp gitmiştir. Ninova’da Metta’nın kim olduğunu bilen on kişi bile bulunmaz! Sen Metta’nın kim olduğunu nereden biliyorsun? Sen ümmîsin ve cahil bir kavim içinde bulunuyorsun?” diye sordu.
Peygamberimiz (asm):
“Ben Allah’ın Resulüyüm! Allah bana Yunus’un haberini verdi. O benim kardeşimdir. Kendisi bir peygamberdi. Ben de bir peygamberim!” buyurdu,
Addas:
“Ey Allah’ın Resûlû! Bana Yunus b. Metta’nın haberini ver!” dedi.
Peygamberimiz (asm) ona Yunus b. Metta’nın hâl ve şanı hakkında, Yüce Allah tarafından kendisine vahiy olunanları Addas’a bildirdi.
Addas:
“Ben şehadet ederim ki, Sen, Allah’ın kulu ve resülüsün!” dedi. Sonra da, Peygamberimizin (asm) üzerine kapanıp, başını, ellerini, ayaklarını öptü!
Utbe ve Şeybe olanları uzaktan izlemekteydiler. Biri ötekine:
“O, köleni de bozup, yoldan çıkardı!” dedi.
Yanlarına gelince, Addas’a:
“Yazıklar olsun sana ey Addas! Sen ne için o adamın başını, ellerini ve ayaklarını öptün?” diye sordular.
Addas:
“Ey efendim! Bütün yeryüzünde, ondan daha hayırlısı yoktur! O muhakkak Allah’ın peygamberidir” dedi.
Utbe ve Şeybe, gülüşerek:
“O, seni de dili ile sihirlemış! Sakın, Hıristiyanlığından dönmeyesin! Çünkü, o aldatan bir kimsedir” dediler.
Addas onlara:
“O bana öyle bir haber verdi ki, onu peygamberden başkası bilemez!” diye cevap verdi.
***
Ne mutlu o el ile hidayete erenlere. Rabbim bize de bu mübarek elin şefaatini inşaallah nasip eyleye…
Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlallah…