Bediüzzaman Ankara Hükümetine yaptığı “Hilâfeti de Ankara’ya alın ve bir heyetin üzerine yükleyin” teklifinden kısa süre sonra gidişattan ve siyasetten ümidini keser. “Değiştim, Yeni Said oldum, sizinle çalışamam, ama size ilişmem de” diyerek din/iman hizmetine devam etmek üzere Ankara’dan ayrılıp Van’a döner ve hatta vaizlik kadrosu dahi alır.
24 Temmuz 1923’te Lozan görüşmeleri sonuçlanır. 4 Ekim 1923’te İngilizler İstanbul’u tamamen terk eder.
Ardından Ankara hükümeti yeni rejimin adını şeklen de koyar ve 29 Ekim 1923’te cumhuriyeti ilân eder. Aynı gün “tekten seçmeli(!)” seçimle demokrasisiz cumhuriyetin göstermelik cumhurbaşkanı seçilir.
Dört ay sonra, 3/6 Mart 1924’te, görünüşe göre hilafetin de Ankara’ya intikali amacıyla bir kanun çıkarılır.
Metin şöyle:
“Halife halledilmiştir. Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.”
Meclis bu Kanunla açıkça demektedir ki “Ankara’daki Meclis Hükümeti ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hükmî şahsiyeti halifelik vazifesini üstlenmiştir ve bu vazifenin de şuurundadır. İstanbul’daki şahıs halifeye artık gerek yoktur. Halifeyi koltuğundan kaldırdık, ailesiyle beraber yurt dışına sürdük, tahtını da çöpe attık.”
Bu kanun, görünüşte, Bediüzzaman’ın ve heyet halifeyi gerekli gören diğer ulemanın fikrine ve teklifine uygundur.
Ama Bediüzzaman bir şeyleri görmüş ve Ankara’dan çoktan ayrılmıştır.
Nitekim hilafetin güya Ankara’ya getirilmesinin hemen ardından devrim kanunları furyası ve devleti laikleştirme ve toplumu sekülerleştirme (lâdinîleştirme) uygulamaları başlar. Meclisin hilâfet görevini yapamaz hale getirilmesi için gerekenler hızla yapılır.
İstiklâl adına girilen yolda İslâm dünyası ile bağlar kesilir.
Böylece şeklen halife olan Meclis fiilen halifelikten uzaklaştırılır.
Kanaatimizce, o tarihten bu yana laiklik ilkesi çerçevesinde yaşanan bütün gerilimler aslında Meclisin yeniden hilâfeti üstlenmesi ya da üstlenmemesi tartışmalarının sonucudur.
Bu meselede bugün siyaset ne der?
“Halkçıyız” diyen inkılapçılar “demokrasi ile laiklik çelişirse, gerekirse darbe yapılır ve laiklik muhafaza edilir” der.
Milliyetçilerin ve Siyasal İslâmcıların kafası karışık. Zira “şahsiyetçilik” ve “tek adam”cılık onların da ruhlarına sirayet etmiş.
Demokratlar ise vicdan hürriyetinin ve demokratlığın gereği olarak millete inanır ve “siz isterseniz Mecliste kanun çıkarıp Şeriatı bile getirebilirsiniz, yani Meclis o kanuna uygun olarak yeniden halife olabilir” der.
İşte bu sebeple İslâm dünyasına her şeyden önce her basamakta meşveret ve şûra lazım.