Modern çağın girdabında Müslümanların yaşadığı sarsıntılar, çoğu zaman yalnızca siyasî ya da sosyolojik olaylar gibi görünür.
İman perspektifinden bakıldığında ise, her büyük değişim ve dönüşüm İlâhî kaderin çizdiği geniş bir planın parçasıdır. İnsan, dünü ve yarını tam olarak göremez; fakat tevekkülle bakabildiğinde, karanlık gibi görünen hadiselerde dahi bir rahmet izi bulabilir. Kemalist devrim de işte böylesi çok boyutlu bir imtihan alanı olarak okunmalıdır.
Cumhuriyetin ilânı sonrası gerçekleştirilen inkılaplar; hilâfetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, İslâmın hukuk sisteminden çıkarılması, ezanın Türkçeleştirilmesi gibi çok köklü değişimlere sahne oldu. Bu süreç, elbette Müslümanlar için ağır bir sarsıntıydı. Kur’ân eğitiminin yasaklanması, zihinleri derin bir şaşkınlığa sürükledi. Bu travmatik süreç, başta Bediüzzaman Said Nursî gibi zatlar olarak Müslümanların içine dönmesini ve hakikatle daha sahici bir yüzleşme yaşamasını da beraberinde getirdi.
“Belâ zahiren zulümdür, fakat hakikatte adildir.” Musibetler, gafleti dağıtan tokatlar gibidir. Batıyı zapt ederek gelen modernite dalgası, yalnızca teknolojik ilerlemeyi değil, aynı zamanda dini kamusal alandan dışlayan, ahireti ve ahlâkı unutturan ve insanı yalnızca bu dünyaya mahkûm eden bir zihnî dönüşümü de beraberinde getirdi. İşte Kemalist devrim özünde bu zihinsel dönüşümün yalnızca yerli bir yansımasıydı. Cenab-ı Hak, “şerri hayra tahvil eden”dir. Bu doğrultuda bu devrim, dış yüzüyle dine karşı gibi görünse de, içyüzüyle Müslümanların imanlarını derinleştirmelerine, İslâm’ı şekilcilikten hakikate taşıyan bir arayışa girmelerine vesile olmuştur.
Nitekim Bediüzzaman, bu zorlu dönemde mücadeleyi açık cephelerde değil, kalpte, zihinde ve sükûnetle yürütülmesi gereken bir tefekkür mücadelesi olarak gördü. Silâhla değil, iman hakikatleriyle direnmeyi tercih etti. O, devrim karşısında ne boyun eğen bir teslimiyetçi ne de kör bir isyancıydı. Onun tavrı, âdeta Kur’ânî bir dengeydi: Sabırla direnmek, akılla anlamak, kalple derinleşmek.
Bugün geriye dönüp baktığımızda, bu sancılı süreç sayesinde “Modern Müslüman” dediğimiz yeni bir şahsiyet tipi doğmuştur. Ne tam anlamıyla Batılılaşan, ne de geçmişe tamamen takılı kalan bu yeni tip, inancını modernite karşısında yeniden yorumlayan, akıl ile vahiy arasında bir denge kurmaya çalışan, gelenekten kopmadan geleceğe yürümeye çabalayan bir arayıcıdır. Bu şahsiyet, geçmişin zahirî dindarlığından sıyrılarak, daha sahih, daha samimî bir iman çizgisine ulaşma çabası içindedir, ulaşmaktadır.
Velhasıl…
Allah, şeytanı bile insanın yükselmesi için bir vesile kılmışken, tarih içindeki zorlu dönemleri hayırdan tamamen yoksun görmek, İlâhî hikmete karşı eksik bir bakış olur. Kimi zaman şeytanın vesvesesi imanı derinleştirirken, kimi zaman da dünyevî bir zulüm, kalbi hakikate yöneltebilir. Kemalist devrim de böylesi bir “İlâhî sarsıntı” idi. Dıştan bir kırılma gibi görünse de, içten bir toparlanmaya kapı araladı. Dünyevî aktörlerin eseri gibi görünse de, İlâhî kaderin Müslümanları uyandırmak için attığı dikkat çekici bir tokattı.
Bugün yapılması gereken, o dönemin acılarını biriktirmek değil; o acıların hikmetini anlamak ve geleceğe daha bilinçli yürümektir. Modern Müslümanın misyonunun net şekilde belirmeye başladığı günlerde hatırlayalım:
“Zahiren çirkin perdeler altında, gayet güzel neticeler var. Bir zararımıza bedel, yüz menfaat bizlere ihsan ediliyor. Onun için, geçici, muvakkat sıkıntılara ve sarsıntılara ehemmiyet vermemek lâzımdır.”