12 Mayıs 2013, Pazar
Gün ömrün özetidir.
Sabahtan akşama dek nasıl geçer ömrümüz... Bazen dururum, bazen yürürüm, bazen okurum, bazen uyurum. Uyanınca saatime bakarım, nasıl geçtiğini anlamam zamanın. Öylesine bakarım işte.
Ömür, bir günden ibarettir. Belki bir andan ibarettir.
Ezan sesi bildirir vakti; kolumdaki saat değil. Bir beyaz bulut geçer önümden, ömrümden. Bir martının kanatlarında zaman denilen o esrarengiz kuş… Selâm vermeden geçmez. Ne haber demeden gitmez. Anlayana, duyana…
Ben miyim yaşayan bunca seneleri, ben miyim Allah’ım? Ne de çabuk büyümüşüm, ne de çabuk geçmiş yıllar… Çocuktuk, haberimiz olmadı; genç olduk, yine öyle. Şimdi ömrün son durağına geldik; yine öyle.
Az olmuş, çok olmuş önemli değil. Önemli olan kalitesidir ömrün.
Allah için yaşanmışsa eğer, bir gün bile bir ömre değer.
Aylar, günler, mevsimler… Hepsi birer isimden ibaret. Bir durak, bir işaret.
Ne yaşadığımız kadar, ne hatırladığımız da önemli hayatta. Bir günün içinden anı hatırlarız çok defa.
Hani çocukken topuğunuza bir diken batmıştır ya, canınız yanmıştır ya, hani biri kırmıştır tavşanlı kumbaranızı, işte o anı hatırlarsınız... Hatıralar anların toplamıdır. Böyle böyle birikir servetiniz… Ömrünüzden geçen güzel günlerinizden…
Gün gidiyor, gece de ardı sıra gitmeyi bekliyor. Sabah ve akşam mekik gibi dokuyor ömür halısını. Bir gün bu tezgâhtan çıkacak, önümüze konulacak halımız. Halimizden haber verecek halımız. Emanet olarak verilen hayat da bizim değil. Bir bir anlatıyor bize bu gerçeği ömrün içinden geçen anlar, anlatıyor her şeyi bir bir.
Havalar ısınmaya başlamış; ne yazar kalpler ısınmadıktan sonra? Mevsim bahar olmuş; ne yazar içimize bahar gelmedikten sonra? Bahar içine uğramalı, diriliş içinden başlamalı, insan o zaman şöyle hayretle bakıp göklere, elhamdülillah desin, maşallah desin…
Elini bir çiçeğe, bir güle uzattığında, gülü değil, esma-ül hüsnayı koklamalı, O’nu hatırlamalı. Tadına, kokusuna hayran kaldığı her meyvede Allah’ın güzel isimlerinin tecellisini hatırlamalı. Koca bir kâinat fabrikası çalışıp oradan sunuluyor bu nimetler bizlere. Sebepler denilen perdeler aşılmadan anlaşılamıyor bu gerçek.
Bu dünya hanında aziz bir misafir olduğunu anlamadan hakkını veremez kendine sunulan nimetlerin insan. Dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya geldik. O zaman Allah namına söylediğimiz her söz suya, havaya değil, kâinatın hafızasına nakşoluyor adeta… İlk defa ve son defa “bismillah” ile taçlanıyor sözümüz. Melekler böyle güzel bir sözü kaydetmez de ne eder?
Hep yeniden yaşamak istiyoruz, hep yeniden başlamak istiyoruz hayata. Bırakmıyor, ama peşimizi geride kalan olumsuzluklar. Bir gariplik kaplıyor içimizi o an. Gönlümüz daralıyor. Unutsam diyor, silsem diyor ne varsa zihnimde, hafızamda… Ama olmuyor işte. Bir yanda geleceği yaşamak var, tertemiz bir sayfa açmak var, bir yanda geçmişten kalan acı hatıralar… Anlar gelip yokluyor insanı. Bir kalp sancısı gibi bazen…
Karanlık gecede nasıl bir teselli beklerse insan, öyle bekliyoruz bu sabah güneşin doğmasını. Ümidimiz o ki, bu güzel sabah, yarının gecesine en güzel hatıralarla taşınmış olacak. Belki de ömrümüzde böyle hiç yaşanmamış bir gün olacak. Hasretle, muhabbetle beklemeye değmez mi?
İlâhî! Günümüzü mübarek eyle. Niyetimizi kabul eyle. Baharı içimize de misafir eyle. Tövbeyle yıkanan, mis gibi kokan, bembeyaz bir sayfaya tebdil eyle ya Rabbi…
Bu güzel duygularla yürüyoruz, geçiyoruz şimdi yollardan. Bir ağaç yapraklarıyla el ediyor uzaktan. Bazen çınar oluyor, bazen akasya… Bir ses duyar gibiyim. Çınarlardan, akasyalardan… Bir ses duyar gibiyim. “Biz de senin dünyana dâhiliz, biz de senin kardeşiniz. Bizi de unutma, bizi de kucakla bir merhabayla…”
Geçen bir kavak ağacının altında uzanıp yaprakların zikrini dinledim. Rüzgârda birbirine sürten yaprakların çıkardığı sesi. Ne kadar ahenkli, ne kadar dâvetkâr idi… O kadar güzel konuştular ki, onca zaman bir lüzumsuz kelâm etmediler. Söz zikir ve tesbih olunca, bir ömür de konuşulsa dinlenilmeye değer.
Bizden kopup giden bir şey var bu anlarda. Güzel duyguların saati gelince ve kalbin kapıları açılınca, dünyanın ne kadar güzel olduğunu o an anlıyor işte insan. Anlıyor o zaman bu güzelliğin nereden geldiğini. Yaratan güzel olmasaydı, yaratılanlar hiç bu kadar güzel olur muydu? “Ne olur, bana bir şeyler söyle” diye annesinin gözlerinin içine bakan çocuktan farksız şimdi halimiz. Bakıyoruz bulunduğumuz yerden. Bakalım, ne cevap gelecek, neler çıkacak bu gecenin gözlerinden. Bize ne mesajlar gelecek, kulağımıza neler fısıldanacak, bekliyoruz.
Bir şey bulduğumuzda içimizde uyanan sevinç, onu ararken çektiğimiz çile kadardır.
Ekmeden biçmek yok. Çapalamak gerek, biraz olsun çabalamak gerek. Kabuğunu kırmadan içindeki öze ulaşılamıyor meyvenin. Hayatın özü gözlerde gizli, sözlerde gizli. Açmadan görülmüyor. Hele şu gözlerin önündeki perdeleri açmadan hiçbir şey görülmüyor.
Bir paket geliyor size, açıyorsunuz, içinde küçük de olsa bir hediye. Sevdiğiniz birinden gelmiş ya, küçüğüne büyüğüne bakmıyorsunuz hediyenin. Memnun kalıyorsunuz.
Ağaçların eliyle gönderilen bu Rahmanî hediyeler, Recep ayıyla beraber gönderilen hususan bu manevî hediyeler, ne kadar büyük bir lütuf, ne kadar büyük bir kerem eseri. Gönderilen hediyenin kimden geldiği bilinmeden, kıymeti de anlaşılamıyor. Dalların eliyle uzatılan nimetleri kimin gönderdiğini göremeyince gözler, her şey birden sıradanlaşıyor. Hassas kalpler anlıyor bunu. Sayısız nimetlerle nasıl kuşatıldığını anlamak için gayret gerekiyor.
Damarlarımızda sadece kan yürümüyor bu mevsimde; muhabbet ve duâ da yürüyor. Dört mevsim nimetlerle donatılan sofralarımız, özellikle bu mevsimde çeşitliliğin ve zenginliğin zirvesine ulaşıyor. Görecek gözü, hissedecek kalbi Rabbimizden niyaz ediyoruz.
Ey göz! Gör artık... Ey akıl! Bil artık. Kimden geldiğini bu nimetlerin gör artık. Yarım mı kaldı söylemek istediklerin? Bırak, kalbinden geçen bir duâ olsun. Göçüp gitsek de bu dünyadan bizden kalan bir elhamdülillah olsun. Çıkıp gitsin içindeki sıkıntılar, cümle kuruntular. Kalbini avuçlarında tut artık. En güzel dilekler ve arzular içinde yollara çık. Hamd ederek düş bakalım yollara, düş bakalım uykulara, düşünde neler göreceksin…
Yolculuk insanı düşündürür. Hatta bazen dönüştürür.
Her şey biter, ümit bitmez. En karanlık geceler içinde bile olsa yine bir ışığı vardır inanan insanın.
Allah’ı sevdi mi insan, sevdiğinin hatırına her şeyde O’nun isimlerinin tecellisini görür, sevinir. O tecellinin aksettiği aynalar bir gün kırılsa da üzülmez; çünkü tecellinin geldiği yer bâkidir.
İnsan bekâya müştak. Bâki-i Hakiki olanı arıyor. Fânilere değil, bâkiye yüzünü döndüğünde, yeryüzü aynalarındaki tecelliler kesilse de, kırılsa da ona bir şey olmuyor. Aynalardaki güneş kırılsa da, gökyüzündeki güneş kırılmıyor.
Bizi alıp götüren bir şey var bu dünyada. Şükre değer çok şey var. Eriğin, kirazın lezzetinde o var. Ağaçların birbirine benzemeyen meyvelerinde de o var. Her yaprağın enfes çizgilerinde o var. Gülün insanın cezbeden kokusunda o var. O tatlı, mayhoş meyvelerde o var… Hasılı, bu dünyada hamde ve şükre değer çok şey var.
Şimdi çiçekler, meyveler yetmiyor. Yıldızlara uzanan gözlerimiz oralarda bile nasibini arıyor.
***
Bir genç soruyor:
“İçimden ne geçiyor biliyor musun?”
“Bilmem… Hasret mi?”
“Yok. Şimdi üzerime bir yağmur damlası düşse, o damla bana göklerden bir selâm getirse, ben de içime katsam onu, sonra bir nefes verir gibi ‘hu’ diye göndersem onu geldiği yere…”
“Çiçekten meyveye geçen yol, sende ne kadar da kısaldı.”
İnsan ağacının meyvesi böyledir işte. Bir nefesle nelere ve nerelere gıda oluyor. Ağzımızdan çıkan bir söz belki de meleklere nur oluyor. İnsan ağacının meyvesi bu kadar çabuk olgunlaşıyor işte. İnsan inanan bir insansa eğer, hayatının her anında, ömrünün en güzel meyvelerini yetiştiriyor. Ağacın başındaki meyve ne kadar güzelse, kâinat ağacının başındaki insan meyvesinin ağzından çıkan kelime meyveleri hepsinden güzel… İki meyve birbirine bakıyor şimdi. Ağacın başındaki meyve, insanın ağzından çıkacak kelime meyvelerine bakıyor şimdi.
***
“Evet, nimet içinde, in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir. Nimetten in'âma geçsen, Mün'imi bulursun. Hem, her eser-i Sâmedânî, bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla müsemmâyı bulursun.” (Sözler, 197)
***
Bir nehirden karşıya geçerken, annesi:
“Elimi tut” demiş oğluna.
“Hayır anne; sen benim elimi tut” demiş küçük çocuk.
“Ne fark eder ki?” diye sormuş annesi.
Çocuk cevap vermiş:
“Ben senin elini tutarsam, olur da başıma bir şey gelirse, ihtimal ki ben senin elini bırakıveririm. Ama biliyorum ki, senin başına ne gelirse gelsin, sen elimi asla bırakmazsın…”
Bir ömür boyu elimizi hiç bırakmayan ve bizi duâlarında hiç unutmayan annelerimize hürmet ve duâlarımızla…
***
Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke
yâ Rasûlallah…
Okunma Sayısı: 1251
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.