Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Diplomalı hamallardan çekiyoruz



YÜKSEK TAHSİL ‘CEHALET’TEN KURTARMIYOR

Eskiden cehalet bilmemekten kaynaklanırdı. ‘Cahil’, bilmeyene denirdi. Bilgi elde edilince, kullanılırdı. Dolayısıyla insanları bilgilendirdiğiniz zaman mesele biterdi.

Günümüzde ise durum değişti. Okur-yazar olmak, orta veya yüksek tahsil, artık cehaletten kurtarmıyor insanı. Pek çok ağır suç oranlarının altından yüksek tahsilliler çıkıyor. Nitelikli dolandırıcılar, hırsızlar, dalavereciler, hortumcular; devleti, kurumları soyanlar, belki de en fazla hak ve hukuku çiğneyip, gasp edenler ne garip ki, hepsi çok güzel üniversitelerde, puanları yüksek fakültelerde okumuş, iş adamı olmuş, bir makama oturmuş, dış görünüşüne bakıldığında ‘adam kılıklı’ insanlardan oluşuyor.

Tek kanatlı uçuş denemeleri sonuç vermiyor. İnsanları bilgi ile donatabilirsiniz; ama bu ‘mutlu insan’ı netice vermiyor. Bilgi, ruh bekliyor.

‘ADAM’LIK KRİTERLERİ YENİLENMELİ

Birisine adam (!) denilmesi için, okuduğu fakülte, giydiği takım elbise, kravat, boyalı ayakkabı, siyah gözlük, işlem tamam. İnsanlarımız da böyle bir tiplemeyle karşılaştıklarında hemen yelkenleri indiriveriyor. Böyle tiplemeler ‘adam’ sanılıyor.

Hayır, yeterli değil efendim. Yani hınzır, ayı, tilki, bukalemun karakterliler, insanların karşılarına hayvan suretinde çıkmıyorlar ki. Adama ‘insanlık’ katan taşıdığı duygudur.

Profesör annesini boğazlayan kız çocuğu eğitimsiz değil; ailesini doğrayan genç eğitimsiz değil; sevdiği kız arkadaşını boğazlayan cani ruh bir tıp talebesi, bunun gibi onlarca, yüzlerce örnekler artık bulunabiliyor.

Neden? Neden eğitim, ideal insan tiplemesini doğurmuyor? Bir eksiklik var bir yerde. Hem de çok büyük bir eksiklik.

“Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır.” Asrın müceddidi, ideal insan profilini netice verecek eğitim modelini, geçen veciz ifadeyle özetlemiş.

DİNSİZ İLİM, İNSAN İÇİN FAYDA İÇERMİYOR

Ortasıyla yükseğiyle eğitim, bir şeylerin yokluk sinyalini veriyor. Dinin katılmadığı ilim, insana fayda taşımıyor, şüphelere sevk ediyor. Onun için dinsiz ilim kör, ilimsiz din topal tanımlaması yapmış asrın müceddidi. Dinin olmadığı her şey yarım kalıyor.

İnsan da bir liseden, bir üniversiteden diploma alabilir ama bu hem kendisi, hem çevresi ve hem de insanlık ailesi için ‘yeterlilik’ anlamına gelmiyor. Çarpıklıklar bir türlü bitmiyor.

Üniversite hocalarının -ilgili kesim- demokrasi karşısındaki antidemokratik duruşu ve hukuk dışı oluşumlara olan müsamahakâr bakışları, nasıl bir halet-i ruhiyeye sahip olduklarını göstermektedir.

Ya o çetelere bulaşmış, askerlere, rektörlere, profesörlere, doçentlere, müdürlere ne demeli. Hatta zamanında asker ocağında görev almış, generallerin ‘ulusalcılar’ adındaki bir komitenin içinde bizzat yönetici veya kurucu olmasına ne demeli.

Bunlar eğitimsiz mi? Cahil mi? Evet, eğitimsiz ve cahiller. Çünkü tek kanatlı bir eğitimin mağdurlarıdırlar. Demek sadece tıp, matematik, fizik gibi fen bilimleri ile eğitim tamamlanmış olmuyor. Sadece fen bilimlerinin verildiği insanlar, kendilerine ve başkalarına zarar vermekten geri duramıyorlar. İnsanlar içinde dinin olmadığı diploma alıyorlar, ama ‘derin’ ihanet şebekesine üye de oluyorlar.

Peki bu insanları ölçülü davranışa ne ulaştıracak?

İNSAN, ÖNEMSEDİKLERİYLE İNSANDIR

Bilgi çoğaldı, ama davranışların kalitesi azaldı. İnsanlar diplomalı, bilgili oldular, ama dinsiz bilgi insanları ‘eçhel’ sınıfında bıraktı.

İnsanlar, diploma alarak hamalı oldukları bilginin esiri oldular. Hatta edindikleri bilgileri kendilerine ve çevrelerine silâh olarak kullandılar. Kontrolsüz bilgi önce taşıyanı zehirledi.

Çok bilgi, nitelikli davranışa dönüşmedi. Karşılıklı hak ve hukuka riayeti beraberinde getirmedi. Anlayış artmadı. Sevgi, saygı, hürmet, şefkat, adalet artmadı. Hoşgörü artmadı. İbadet artmadı. Günahlardan kaçındırmadı insanları edindikleri bilgi.

Hadis-i Şerif insana haddini bildiriyor: “İnsanlar helâk olur, ancak bilenler kurtulur. Bilenler de helâk olur, ancak bildiklerini yaşayanlar kurtulur. Bildiklerini yaşayanlar da helâk olur, ancak ihlâslı olanlar kurtulur. İhlâslı olanlar da her an onu kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Lem’alar, 20. Lem’a, s.152

İNSANI İDARE EDEN GİZLİ GÜÇLER

HAD ALTINA ALINMALIDIR

İnsandaki gizil güçler olan akıl, gadap ve şehvet duygularının eğitilmesiyle insan insanlaşıyor. Bu duygular ‘vasat’ta kullanıldığında insanın, insanlık cevheri ortaya çıkıyor.

Bu duygular da ancak, günde beş vakit insana kulluğunu hatırlatan namazla fayda haddine kavuşmuş oluyor. İbadet olmazsa, insandaki bu kuvveler, insanı idare etmeye kalkıyor. Onun için sadece aklına güvenenler, cerbeze yapıp doğruyu yanlış olarak takdim ediyor; sadece kazançlarına güvenenler, ne şekilde ve nereden gelirse gelsin, diyorlar. Ya da insanlar kontrolsüz öfkelerinin esiri olarak, canavar bir hayvan suretine dönüyorlar.

İnsanlardaki kulluk bilinci, duyguları vasatta kullanmayı netice verecektir.

MEDRESETÜ’Z- ZEHRA

GÜNDEMDEN HİÇ DÜŞMEYECEK

Din, ilimden ne kadar uzaklaşırsa insanların davranışlarındaki sapmalar o nispette artıyor. Bu tesbiti, yaşanan hadiseler oldukça acı şekilde doğrulamaktadır.

Bediüzzaman’ın, hayata geçmesi için, gerek Osmanlı yönetimine ve gerekse Cumhuriyet idaresine projesini sunduğu ve din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulması esasına dayalı olan, “Medresetü’z- zehra” ismindeki darülfünun modelinde; tıp, matematik, fizik, kimya, biyoloji vd. ilimleri okumuş, ama dininin esaslarını da öğrenmiş ve yaşayan bir insan profili amaçlanmaktaydı. Böylece talebenin vicdanı din ilimleriyle nurlanmış ve fen ilimleriyle de aklı teçhiz edilmiş olacaktır. Formülde; “Vicdanın ziyası, ulum-i diniyedir. Aklın nuru, fünun-i medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup ikincisinde hile, şüphe tevellüt eder.” Münâzarât, s. 305.

Böyle bir eğitimden geçmiş insan, kendisine karşı, çevresine karşı ve yaratıcısına karşı olan sorumluluklarını bilen bir insan olacaktır.

KALBDE, BİR MÂNEVî YASAKÇI, FENA

MEYİLLER NEFİSTEN ÇIKTIKÇA ’YASAKTIR’ DER

Akıl ile kalp birlikte çalışınca; vicdanı kontrolde olan talebe, bir fena bir adım atacağı sırada, İslâmın çizdiği çizgiyi gözetmeye başlayacaktır: “Hadd-i şer’îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.

“Evet, iman, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar histen, nefisten çıktıkça ’yasaktır’ der, tard eder, kaçırır.

“Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez.” Hutbe-i Şamiye, s. 82.

Bu tahlil, sosyologların, eğitim bilimcilerin, devlet ricalinin, hatta ülkesini, insanlarını, evlâtlarını düşünen ehl-i vatanın dikkate alması gereken bir hakikat reçetesidir.

Toplumsal değişimin temeli birey değişimleridir. Birey aileyi, aile toplumu değiştirecektir. Buna birey davranışlarının nitelik kazanması da diyebiliriz.

Yoksa dinsiz ilimli diplomalılardan çok çekeceğimiz var.

05.04.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Devrik cümle bolluğu



İnsanlar bir metnin anlaşılırlığını daha çok anlamı bilin(e)meyen kelimelere göre değerlendirirler. Meselâ bir kitap anlaşılamıyorsa, mutlaka anlamı bilinmeyen kelimelerden dolayı anlaşılmamıştır. Oysa ben bugünlerde farklı bir sebepten dolayı bazı metinleri, daha doğrusu çoğu metinleri anlayamama gibi bir problemle karşı karşıyayım. Özelikle insanı şaşırtmaktan, insana sadece hafif bir haz vermekten öteye gitmeyen ve bir bakıma, kerameti kendinden menkul bir anlam anarşisi içinde “yalancı” bir edebiyatı barındıran metinleri kastediyorum.

Rivayet olunur ki, köye yeni bir vâiz gelir. Vâiz kürsüye çıkar. Dilinden sureta endamlı kelimeler öylesine dökülür ki, kimi insanlar ağlamaktan kendilerini alamamış. Cemaat içinde bulunan bir âlim şaşırır. Namazdan sonra, gözü yaşlı birine, “Kardeşim, vâiz ne anlattı da bu kadar ağladın?” diye sorar. Yaşlı adam, “Vallahi bilmiyorum; ama anlattıkları beni çok ağlatıyor” diye cevap verir. Bence bu aralar nesirde yaşadığımız keşmekeşlik de bunu anlatıyor. Bir yazının hemen bütün cümlelerinde genelde ya başta ya da sonda bulunan yüklem, eğreti duruyor sanki. Ortalık devrik cümlelerin devirdiği anlam anarşisi içinde toza dumana karışmış. Çoğu zaman “Ne, kim, nerede, nasıl, niçin ne zaman” gibi soracak muhatabı aramak ve onları yerine oturtmakla geçiyor vaktim. Sanırım bir şiiri çözmek için mısraların kurallı cümle hâline getirilmesinin gerekliliği nesirde de boy gösterdi. Hem de daha karmaşık bir şekilde.

Baştan belirteyim. Bu tarz yazıların sahipleri ve okuyucuları “Sana ne kardeşim? Beğenmiyorsan okuma” gibi bir serzenişte bulunma hakkına sahiptir. Ancak dediğim gibi, ben böylesi bir çılgınlığın beğeni toplamasına akıl erdiremiyorum. Ve bu durum postmodernizmin ortaya çıkardığı edebiyat anlayışıyla ilgili bir şey olmasın? Söz gelimi “Dış dünyadaki gerçeklik algılanamaz, evrensel doğrular olamaz, her şey parçalı bulutludur, bütünlükten söz edilemez, dış dünya görecelidir, neyi tercih etmişsek bize göre doğru olan odur” gibi daha da uzatılabilecek “anlaşılamamazlık” yahut “anlayamama” üzerine kurgulu düşüncelerle bahsettiğim anlamı muğlak ve devrik cümlelerden kurulu yazılar örtüşmüyor mu?

Meselâ, tamamen “Hepsi narkoz altındalar da sanki bu derin uykudan birazdan uyanacak tüylerindeki ıslaklığı çırparak silkeleyip uçuverecekler ama, yalnız sandaldaki kanlı, sanki sadece ölü olan o… ya gözlerim bunca seferiyken düşlerimde hangi noktayı ülkem sayarım sığınmışken aşka!..” türünden cümlelerle kurulu bir yazı veya yazılarla kurulu bir kitap, kendinden başlayarak hemen her şeyi “anlamlandırma” çabası içinde olan insanoğluna ne verebilir ki? Bundan da öte insana geçici bir haz vermekten başka ne işe yarayabilir ki? Dahası, bir yazının hepten bu tarz devrik cümlelerle kurulu olması, anlamsızlığın ifadesi değil midir? Bu, “şaşkınlığın ve hayatın anlamsız olduğu düşüncesi”nin ortaya koyduğu anlamsız bir tablo değil de nedir? “O kadar ki, Türk ancak telâşlandığı, dili dolaştığı, acele konuşmak zorunda kaldığı, kısaca şaşırdığı zaman devrik cümleyle söyler. Zamanımızdaki devrik cümle bolluğu da böyle bir şaşkınlığın ifâdesidir” diyen Nihad Sami Banarlı ne kadar haklı!

Bir metinde elbette devrik cümle olacaktır. Ancak yerini ve haddini bildiği kadarıyla olmalı. Ancak kararında ve zamanında kullanılırsa, metne bir güzellik katar. Yoksa ortalığı anlamsızlığa boğmaktan öteye gitmez. Tabi mânâ gibi bir derdiniz yoksa, o başka… Öyle ya madem “her şey; ama her şey görecelidir” düşüncesinin sulandırılmışıyla, “Ben yaptım oldu” gibi bir moda cümleyle itiraz hakkı da var.

05.04.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Baharda yaprak dökümü!



Nisan ayı, Nurun saff-ı evvellerinden ve hâdimlerinden çok önemli rükûn ve kahramanlarının Rahmet-i Rahman’a kavuştukları bir aydır. Kaderin bu konudaki hükmünü bilmiyoruz ama sanki Nurun istikbaldeki fütuhatının sebebi olarak bir çekirdek gibi toprağa düşmelerinin işaretleriydi.

Bu önemli şahsiyetler:

Nur dâvâsının istikamet kahramanı, asrın müceddidinin de sadakat kahramanı Ermenekli Zübeyir Gündüzalp. Vefat tarihi: 2 Nisan 1971.

Takvada birinci sıradaki, Ağroslu (Atabeyli) olan Tahiri Mutlu. Vefat tarihi: 3 Nisan 1977.

Namaz konusundaki tavizsiz çizgisiyle neşriyat alperenlerinden Mehmet Emin Birinci. Vefat tarihi: 3 Nisan 2007.

Evet, Nurun unutulmaz kahramanları bu mübarek ve muhterem ağabeyler, Nisan ayının ilk günlerinde Hakk’a yürüdüler. Rahmet-i Rahmanlarına kavuştular.

Bu müstesna ağabeylerin ve değerli insanların aziz hatıraları, onları sevenler tarafından bir çok mekânda yâd edilecek; hatimler, Kur’ânlar ve Fatihalarla idrak ve tes’id edilecektir.

Bu münasebetle, Fatihalara sebep olması dilek ve temennilerimle, onlara vefa borcumu ödeme düşüncesiyle bu yazıyı yazıyor ve ağabeylerimiz için rahmete vesile olmasını dilerken, geride kalan onu seven ve takdir edenler olarak bizler için de aşk, şevk ve yeni ufuklar açmasını temenni ediyorum.

Bu satırları, Nurun Büyük kahramanı Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin memleketi olan Ermenek’ten yazıyorum. Onun Nur Câmiasına son emaneti olan küçük kardeşi Haydar Gündüzalp Ağabeyle Nur sohbetinde beraberdik. Zübeyir Ağabeyin ismi her anıldığında hüzünlenen ve kendini tutamayarak ağlayan Haydar Ağabeyi üzmemek için Zübeyir Ağabeyden bahsedemedim. Ancak hakkında yazı yazarak, bir borcu yerine getirmek istedim.

***

Gerçek bir dâvâ adamı olan Zübeyir (Ziver) Gündüzalp; 1920 yılında Ermenek Yaylasında dünyaya teşrif etmiş ve 2 Nisan 1971’de bir Cuma günü İstanbul’da vefat ederek aramızdan ebediyetlere intikal etmişti. İstanbul Fatih Camii’nde on bini aşan insanın kıldığı cenaze namazından sonra Eyüb Sultan Kabristanı’na defnedilmişti. Onun vefatının Cuma gününe tevafukunun da, Hz. Peygamberin (asm): “Cuma günü veya gecesi ölen kimse, kabir azabından korunur” ifadeleriyle ayrı bir anlam kazandığını zikretmiş olalım.

Kısa sayılacak semeredar hayatı boyunca, ecdadına ve geçmişine bağlı kalarak, Ermenek Yaylalarından Malazgirt’e, Niğbolu’ya, Mohaç’a gider gibi Anadolu’nun önemli merkezlerinden Konya, Akşehir, Islâhiye ve Urfa’ya gitmiş, buraların dostluk iklimlerinde yaşamış, daha sonraları Isparta’nın güller, Emirdağ’ın nur dünyasında hayat sürmüştü. Üstadımızın âhirete teşrifinden sonra Urfa’da kalmıştı. 27 Mayıs’tan sonra mecburen çıkarıldığı Urfa’dan Ankara’ya gitmiş, bilâhare son on yılını İstanbul’da geçirmişti. Yavuz bakışlı, çelik iradeli, kumandan edalı bu aziz zat, hayatının baharında bütün varlığıyla, bütün benliği ile Kur’ân’ın hizmetine koşmuştu. Nur yolunun dertlisi ve kara sevdalısı olmuştu.

Bu müstesna Kur’ân talebesi Ermenekli Mehmed Ziver Gündüzalp’in, nüfustaki, süs mânâsındaki “Ziver” ismini, Üstad Bediüzzaman, büyük sahabelerden Zübeyir b. Avvam Hazretlerinin mukaddes ve mübarek ismiyle değiştirmişti.

Mehmed Zübeyir Gündüzalp, Nur dâvâsının yılmaz bir alpereniydi. Ateşîn bakışları, gür bıyıkları ile, Kafkas Kartalı İmam Şamil’in ruh ve edâsı ile dolu bahadır bir İslâm fedâisi idi. Çoğu Nur talebesi tarafından neseben Kafkasyalı olarak bilinen; ama kardeşi Haydar Gündüzalp Ağabeyin kendisinden bizzat dinlediğim hatıralarına göre, Üstad’la mülâki olduğu anda “Kafkas ve Çerkez” olduğunu beyanı üzerine Üstadın kendisine: “Sen Seyyidsin kardeşim!” dediği bir zat.

O, ciddiyet ve vakar dolu bir sima, gülmeyen fakat gülümseyen bir çehreye sahipti.

O, tane tane, sert ve yol gösteren konuşmalarıyla dikkati çeken bir mizaçtaydı.

O, İslâm tarihindeki meseleleri, Nurlardaki bahislerle birleştirebilen müstesna bir şahsiyetti.

O, İslâm’ın dertlisi, feragat ve fedakârlığın doruk noktasını ifade eden bir müstesna dâvâ adamının farklılıklarını kendi kahramanlığıyla telif ve tevhid eden, kudsî Kur’ân ve iman dâvâsının takipçisi olan dâvâ adamları için örnek bir şahsiyetti.

O, kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara: “Ben Risâle-i Nur’larla insanların ve İslâmların imanını kurtarmaları için gece-gündüz çalışma diye bir kara sevda hastalığına tutulmuştum. Sizin tıbbiyenizde, doktorluğunuzda ‘kara sevda’ hastalığının ilacı ve tedavisi var mıdır?” diye soran bir istikamet kahramanydı.

O, her zaman sefere hazır akıncıların ruh halinde bir fedâiydi.

O, daima düşünen, Nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadırdı.

O, düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç sallayan Osmanlı paşaları gibi cevvaliyet ve hareket dolu bir irade ve duruş sahibiydi.

O, gençliğinin baharını, hayatının canlı zamanlarını, sıhhatinin en gürbüz günlerini, varını, yoğunu, hülâsa her şeyini muazzez ve misilsiz bir İslâm dertlisinin derdine fedâ eden bir fedaiydi.

O, aziz ve muazzez Üstadla ilk karşılaşmaları, diğerlerine göre çok farklılık arz eden seçkin bir hadim-i Kur’ân’dı.

O; Üstad Hazretleri, Pakistan devlet adamlarından Ali Ekber Şah’ı Emirdağ’da yolcu ettikten sonra; kendisi başka bir arabadan indiğinde Üstadın “Biz bir veziri uğurlamaya geldik, başka genç bir veziri de karşılamaya gelmişiz!” dediği bir şahsiyetti.

Onun, İstanbul-Süleymaniye’de Kirazlı Mescid’de yaptığı ateşli ve âhenkli ders ve sohbetleriyle öyle kırıksız ve müstakim bir duruşu vardı ki, gelen yabancılar bile—Türkçe bilmedikleri ve tercümanlar da daha tercüme etmedikleri halde—gülerek, onun anlatmak istediği mânâları anladıklarını, tercümeye lüzum kalmadığını ifade edeceklerdi.

O, en ümitsiz günlerde ve zamanlarda kendisiyle görüşen İslâm âlimlerine de ümit ve şevk veren bir şevk adamıydı.

O, Kur’ân hakikatlerini öyle ifade ederdi ki; içindeki iman ateşini karşısındaki de duyardı.

O, kalbindeki iman ateşiyle, konuştuğu kimseleri hemen yakan bir karakter sahibiydi.

O, hayatını İslâmın dert ve çilesine feda etmiş, dâvâsı yolunda birçok meşakkatler çekmiş, sabırlı bir çilekeşti.

O, meşakkatler karşısında yılmayan bir bahadırdı. Kur’ân dâvâsına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.

O, “Anam, babam ve nefsim sana feda olsun Ya Resûlallah!” diyen Sahabelerin bu asırda fedakâr bir vârisi, onlar gibi her şeyini Resûlullah’ın nuruna ve bu nurun yayılmasına hizmet için fedâ eden, gözü pek bir alperendi.

Genç yaşında ölmesine rağmen, mahkemede yaptığı müdafaa ve notlarından derlenen kitap ve kitapçıklar, onun muhteşem şahsiyetini gösteren aynalardır. Kendisine zulmeden zalimler bile, onun “Vur! Vur!” diye haykırışından korkarak, vurmalarını bırakırlardı. O, iman ve Kur’ân yolunda hizmet etmek isteyenlere her şeyiyle yardımcı olan farklı bir rehberdi.

O, kendi nefsine “Tahkikî iman ilmini oku. Hakkı ve hakikatı öğren. Cahil kalma. Münevver ol. Aydın ol. Cahil insan, cahil bir genç, cahil bir kadın, ne kadar varlıklı da olsa yine fakirdir, geridedir, aşağıdadır. Okuyan erkek ve kadın, genç ve ihtiyar daima ileride, daima yükseklerdedir. Bütün fenalıkların, hayattaki bütün bedbahtlıkların vasıtası cehalettir. Bütün iyilik ve güzelliklerin, bütün saadet ve huzurun tek çaresi ilm-i iman bilgisiyle aydınlanmak ve nurlanmaktır” diyenlerdendi.

O, dikkatte, merhamette, sabırda, rıfkta, fazilette ve hilmde sebat etmeyi gerekli gören farklı bir gönül adamıydı.

O, “müşterek bir işte çalışan şahısların, dinî veya dünyevî bir müessese mensuplarının, müdavele-i efkâr yaparlarken, herkesin kendi fikrini mutlak bir isabet bilerek diğer arkadaşlarının fikirlerini daima isabetsiz görmesinin, müessese arkadaşlarının reylerini hakir bulmasının en büyük gaflet örneklerinden olduğu” fikrini savunanlardandı.

O, kişinin, müdavele-i efkârda bir işi isabetsiz veya zararlı bulduğunu arkadaşına söylerken, edep, terbiye, hürmet gibi yüksek ahlâkı çiğneyerek tehevvürle, şiddetle söylemesinin, karşısındakinin izzetini kırmasının İslâmî terbiye ve ahlâka sırt çevirmek olduğunu söyleyenlerdendi.

O, kişilerin mesaî arkadaşlarına hürmetle mukabele edip, kendi fikirlerinin isabetsiz olabileceğine ihtimâl vererek, yirmi meselede hiç olmazsa on adedini arkadaşlarının kanaatlerine münasip bulup iş yapmasıyla, fikirlere menfî hislerin karışmadığını göstermek gerektiğine inananlardandı.

O, her iş ve hizmet için meşveret ve müdavele-i efkârı devam ettirmenin öneminin şuurunda olanlardandı.

O, münakaşa ve kavganın hiçbir zaman yanında olanlardan değildi.

O, hiçbir zaman hislerin, heyecanın, hakaretli sözler sarf edenlerin yanında olmamıştı.

O, hakaret edenlerin, misilleme yapanların, kalb kıranların safında asla olmayanlardandı.

O, küskünlüğe, soğukluğa, gıyabda yapılan konuşmalara asla ve kat’â taraftar olmamıştı.

Vefat yıldönümleri münasebetiyle başta Zübeyir Gündüzalp, Tahirî Mutlu, Mehmet Emin Birinci Ağabeyler olmak üzere, Üstadımız Bediüzzaman ve bütün Nur talebesi ağabey, abla ve kardeşlerin ruhları şâd, makamları Cennet olsun. Taksiratlarını Cenâb-ı Hak affetsin. Bizleri de istikamet, sadakat, ihlâs ve samimiyette devam ettirsin inşaallah. (Âmin)

05.04.2008

E-Posta: [email protected]





Şaban DÖĞEN

Şahs-ı manevî ile veliyy-i kâmil sırrına ulaşmak



Dinimiz, hep âyet ve hadislerinde birlik, beraberlik, tesanüd ve dayanışma içinde, tek ruh, tek yürek, tek bilek olmayı emreder. Mü’minler birbirinin gören gözü, işiten kulağı, düşenen aklı olacaklardır. Birinin sevinciyle diğeri de sevinecek, birinin üzüntüsünü diğeri de üzüntü edinecektir. “Ben” yoktur, “Biz” vardır aralarında.

Mü’minler bu hakikatlere ayna ve mazhar oldukları ölçüde yükselir ve huzur bulurlar.

Dinin önemini kavramamış, dine bağlılıkla Allah katında değer ve makam kazanmanın farkında olmayan bir insana bunları nasıl anlatacaksınız? En büyük makam ve mertebenin Allah’ın rızası, hoşnutluğu olduğunu ve O'nun sevgili, velî bir kulu olmanın anlamını bilen bir insan için ise bu gerçek, hiç de ihmal edilmemesi gereken bir nokta olarak karşısına çıkar.

İnsan özel gayretleri sonucu bir veli, yani Allah’ın sevgili bir kulu, bir Allah dostu seviyesine yükselebilir. Veliyy-i kâmil olması da işten bile olmaz. Aynı durum şahs-ı manevî için de söz konusudur. Şahs-ı mânevî de taşıdığı özellikler sebebiyle bir velî, hatta veliyy-i kâmil olabilir. Bunu bir ifadesinde Bediüzzaman Hazretleri şöyle anlatır: “Evet, velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerâmeti vardır. Bahusus lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerâmetleri olabilir. Hatta şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta [yardımlara] mazhar olur.”1

Evet, Allah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün, dayanışmanın bu kadar avantajları olabiliyor, böyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi de İlâhî yardımlara kavuşabiliyor.

Bu tesanüd o kadar önemlidir ki zaman, mekân, hatta âlem farklılıkları bile aradan kalkar. Onun için Bediüzzaman, “Mesleğimizde zaman mekân sohbetimize mani olmaz. Şarkta, garpta, hatta ahirette, berzahta olsak da beraberiz. Meselâ berzahta Hafız Ali (ra) hergün mânen yanımızdadır. Bu hakikate binâen sûrî ayrılmaya, hatta ölüme ehemmiyet vermemeliyiz.”2

Başka bir yerde de Bediüzzaman Hazretleri talebelerinin kendisiyle Risâleleri okudukça görüp sohbet etmiş olacaklarını söyler. Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân engel olmayacağını; mânevî radyo hükmünde biri şarkta, biri garpta, biri Berzahta olsa da iman ve Kur’ân bağı onları birbiriyle konuşturacağını belirtir.3

Samimî bir tesanüd ve ittifakın ihlâsla yapıldığında sayısız faydalar sağlayacağına da İhlâs Risâlesi’nde dikkat çeker Bediüzzaman. Hadsiz menfaat sağladığını, korkulara, hatta ölüme karşı en önemli bir siper, bir dayanak noktası olduğunu ifade eder. “Çünkü” der, “Ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakiki [gerçek kardeşlik] sırrıyla, rıza-ı İlâhî yolunda kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, ‘Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum’ diyerek, ölümü gülerek karşılar. ‘Ve onlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum’ der, rahatla yatar.”4

Ne kadar kârlı, ne kadar avantajlı değil mi? Kârını düşünen insan kalıcı, sürekli kârları gözardı edemez.

Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 360-361., 2- Emirdağ Lâhikası, s. 93., 3- Kastamon Lâhikası, s. 7.,

4- Lem’alar, s. 223.,

05.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sorular - cevaplar



Güner Bey:

*“Sabah namazında iki şehir arasında meselâ 4 dakika fark varken, bu fark akşam namazında aynı iki şehir arasında 15 dakikaya çıkabiliyor. Farkta böylesine aranın açılması nereden kaynaklanıyor?”

Cenâb-ı Fâtır-ı Hakîm, dünyamızı bir top gibi yusyuvarlak değil; hafifçe elips biçiminde yaratmış; gece ve gündüzün oluşumu ile mevsimlerin yaratılmasını böyle bir sebebe bağlamıştır. Yerkürenin genel biçimi, birbirine eşit olmayan 3 eksenli bir elipsoittir. Yeryüzü çok sayıda hareketin etkisi altındadır ve sınırsız bir kâinatın içinde kaybolmuş basit bir gezegenden ibarettir. Dünyamız kendi çevresinde 23 saat 56 dakika 4 saniyede bir dönmekte, gündüz ve gecenin birbirini izlemesi bu dönme ile meydana gelmektedir. Dünyamız güneşin çevresinde, 149.600.000 kilometrelik bir ortalama uzaklığı bozmadan dolanmakta; bir yılda 940 milyon kilometrelik bir yörüngede saniyede 30 kilometre hızla dönmektedir. Bu hız saatte yaklaşık 108 bin kilometre eder ki, bu, bir uçaktan 100 kat daha hızlı baş döndürücü bir seyir demektir.

Ay, yerküremizi elips biçimindeki ideal yörüngesinden bir miktar saptırır. Böylece yerküremiz 9. 320 kilometre çaplı küçük bir yörüngeyi ayrıca bir ayda kat eder. Yerkürenin bu hareketi Güneş’in aylık düzensizliği adını alan farklı bir harekete yol açar. Diğer taraftan yerkürenin dönme ekseni ile, Güneş çevresindeki yörünge düzlemi arasında 23 saniye 27 dakikalık bir açı söz konusudur. Bu eğiklik, yerkürenin yıllık seyri ve dolanımı içinde Güneş’e hep aynı uzaklıkta kalmamasını ve aynı açıda görünmemesini sağlar. Bu farklılık ise mevsimlerin yegâne görünen sebebini teşkil eder. Öyle ki, Güneş kuzey kutbuna eğik vurduğunda biz kış mevsimini yaşamaktayız; dik vurduğu günlerde ise biz yaz mevsiminin gülümseyen yüzünü görebilmekteyiz.

İşte güneş ışığı günün beş vaktinde dünyamıza ve dünyamızın değişik bölgelerine aynı uzaklıktan ve aynı açılı eğiklikten değil, farklı eğiklik açılarından yaklaştığından; bu farklı açılar dünyamızın değişik şehirlerinde ve değişik bölgelerinde zaman ve saat farkına sebep olmaktadır. Biz nerede bulunuyor isek, ibadet için o yerin saatine tâbî olmakla mükellefiz.

***

KKTC’den okuyucumuz:

*“Burçların insan karakterine etkisi olduğu inancı ne derece doğrudur?”

Geleceğini merak eden insanoğlu falcılığı, kehaneti, değişik tabiat güçlerinden mânâ çıkarmayı, kuş veya köpek seslerini uğura veya uğursuzluğa yormayı, yıldızlardan geleceklerle ilgili tahminler yürütmeyi hep, ama hep yapmış, hatta geliştirmiş ve yer yer bu fantezilerin peşinde sürüklenip gitmiştir. Oysa geleceğine böylesine düşkün olan insan, ölüm ötesi gelecekten doğru haberler getiren peygamberlere nedense hep kulak tıkamıştır.

Burçların insan karakterine etkisi olduğu inancı, doğruluğu ispatlanmamış çiğ bir varsayımdan ibarettir. Tevhid inancına zıttır. Gerçeklikten uzaktır. Nitekim burçlarla ilgilenen kişi, geleceği ile veya karakteri ile ilgili ihtimalden öteye geçmeyen varsayımlarla kendisini yanlış biçimde yönlendirir, avutur; böylece olumlu iş yapma enerjisini de kaybeder. Oysa insan kendisini gücüyle, gayretiyle, çalışmasıyla, azmiyle yönlendirmeli ve mutlaka zorlukları aşmaya gayret etmelidir. Kur’ân’a göre insanın geleceği üzerinde burçların etkisi değil; insanın çalışkanlığının veya tenbelliğinin etkisi vardır.

05.04.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Eğer Demokrat Parti düşerse...



İfade gayet açık, yalın ve net: "Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek." (Emirdağ Lâhikası, s. 422)

Bu ifadenin sahibi olan BediüzzamanSaid Nursî, aynı isimli eserinin bir başka mekbununda ise, Demokratların düşmesi ve mağlup olması ihtimali karşısında "İslâmiyet namına telâş ediyorum" diyor. (Age, s. 387)

Kaynağını gösterdiğimiz bu iki ifadeden açıkça anlaşılıyor ki:

1) Bu iki mektup yazıldığında Demokrat Parti tek başına iktidardaydı.

2) Demokrat Parti, çeşitli sebeplerle (darbe, ihtilâl, muhtıra, iğfal, ihanet, şaşırtma, ırkçılık, hipnotizma, vesaire...) iktidardan düşebilir veya mağlup düşürülebilir.

3) Demokratların düşmesi halinde, iktidara ya Halk Partisinin veya Millet Partisinin versiyonları gelir.

4) Demokratların mağlup düşmesi halinde, bundan İslâmiyet ve Müslümanlar zarar görür; dinin aleyhinde birtakım gelişmeler vuku bulur.

Bir noktaya daha temas ederek, son elli yılda yaşanan gelişmelere bakalım.

O nokta ise şudur: Sayfa numaralarını belirttiğimiz mektuplarda, eski İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin yerini alan potansiyel İttihad–İslâm Partisinin şimdiki siyaset ve iktidar mücadelesinin dışında kalması gerektiğini mukni ifadelerle izah eden Üstad Bediüzzaman, Millet Partisini de iki ana katagoriye ayırıyor: Irkçılar ve dindar olanlar.

Kısaca, ıkçıların iktidara gelmesi halinde, memleket bütünüyle karışacak, Türk milleti alehine başka damarlar uyanacak, harekete geçecek, düşmanlığa dönüşecek ve bu mâsum milleti ecnebi boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Bu dehşetli tehlike ihtimali karşısında, Demokratların iktidarda kalmasını temine çalışmak icap ediyor. (Age, s. 422)

Milletçilerin dindar kısmına gelince... Onlar hakkında da son derece düşündürücü olan şu ifadelere rastlamaktayız: "Eğer İttihad–ı İslâmdaki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet (MP) olsa, o Demokratın mânâsındadır, dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur." (Age, s. 386) "Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz." (Age, s. 422)

* * *

İmanın nuruyla ve Kur'ân'ın dürbünüyle hadiselere bakan Üstad Bediüzzaman'a ait yukarıdaki ifadelerin altının boş olduğunu düşünemeyeceğimize göre, MP'nin versiyonlarını şu iki katagoride toplayabiliriz:

1) Milliyetçi hareketin içinde olanlar.

2) Millî görüş hareketi içinde olanlar.

Evet, bu her iki hareketin fikrî ve siyasî kökenini takip ettiğinizde, karşınıza neşriyat olarak Büyük Doğu, Serdengeçti ve Sebilürreşad gibi mecmualar çıkacak. Şahıslar olarak da, hiçbir zaman Demokratlarla tam birlik/beraberlik içinde olmamış, olamamış Fevzi Çakmak, Cevat Rıfat, Eşref Edip, Osman Yüksel ve Necip Fazıl gibi dindar zatlar çıkacak karşınıza.

Ayrıca, bu çizgide gidenlerin bir ortak paydası daha var: "Dindar M. Kemal portresi" ve "En hakiki Atatürkçü biziz" takiyyesi, yahut yaranması...

Elimizde, ismi geçen mecmuaların eski sayıları var. Bunları incelediğimizde, Milletçilerin elli-altmış sene önce kullanmış olduğu siyasî ölçü ve üslûp tarzının, şimdiki versiyonlarında da aynen devam ettiğini hayretle ve ibratle müşahade ettiğimizi de burada belirtmiş olalım.

* * *

Bütün bu bilgiler ışığında, şimdi de kısaca son elli yıllık siyasî tabloya bir bakalım.

1965 ve 69 seçimlerini, DP'nin devamı olan Adalet Partisi kazandı. Siyaset yeniden toparlandı. 1971 muhtırasına kadar, memleketin maddî/mânevî imarı yolunda hummalı ve bereketli bir faaliyet sergilendi.

Demokratlar, 1973 seçimlerinde düşünce, yine Halk Partisi öne çıktı. Halçılarla Millî Görüşçüler (MP'nin dindar versiyonu) koalisyon kurdu. Ecevit, ilk kez Başbakan oldu. 1977 seçimlerinde de tablo pek değişmedi, Halkçıların üstünlüğü devam etti.

1979'daki ara seçimler sonucu yeniden iktidara gelen Demokratlar, 12 Eylül Darbesiyle (1980) iktidardan bir kez düşürüldü. Üstelik, önlerine siyasî yasak bariyeri konuldu.

Demokratların henüz toparlanamadığı 1983 ve 87 seçimlerini, lider ve çekirdek kadrosunu Milletçilerin teşkil etmiş olduğu ANAP kazandı. Lider Özal'ın 1977 seçimlerinde MSP'nin İzmir milletvekili adayı, kardeşi Korkut'un aynı partiden bakanlık yaptığı, ikinci adam konumundaki Keçeciler'in de yine aynı partinin vaktiyle Konya Belediye Başkanı olduğunu hatırlatmış olalım.

1991'de kısmen toparlanan ve birinici parti konumuna zorbelâ yükselen Demokratlar, ondan sonraki bütün seçimleri kaybettiler. Neticede, 1995 seçimlerinde Milletçilerin, 1999 seçimlerinde Halkçılarla Milletçilerin, 2002 ve 2007 seçimlerinde ise yine Milletçilerin versiyonu durumundaki partiler öne çıktı.

Bütün bu gelişmeler sonucunda gelinen nokta ve teşkil edilen manzara, görüldüğü gibi apaçık ortada. Endişe verici muamma ise, bundan sonra ne olacağı noktasında düğümleniyor. 1964'te Cengiz Topel'in şehit olduğu Kıbrıs gerilimi, 1974'te yaşanan ve sıkıntısı hâlâ devam eden Kıbrıs Harbi, 1978–79'da yokluk–kuyruk şeklinde yaşanan maddî kriz, 1984'te başlayan ve 24 yıldır canları, malları yakıp yıkmaya devam eden terör belâsı, 2001'deki sarsıcı ekonomik kriz gibi musibetler hatıra gelmekle beraber, biz yine de yaşanan gelişmelerin ülkemiz ve milletimiz için hayırlar getirmesini Rabbimiz'den duâ ve niyaz ediyoruz.

05.04.2008

E-Posta: [email protected]





Kazım GÜLEÇYÜZ

Kilitlenme



Son gelişmelerle tırmanan gerginliği aşmak için sağduyu ve uzlaşma çağrıları yapılırken, özellikle iktidar partisinin “uzlaşmacı” bir tavra yönelmesi talep ediliyor.

Ama bu “uzlaşma”nın AKP için bir teslimiyete dönüşmemesi uyarısında bulunanlar da var.

“Uzlaşma” istenen konuların niteliği, bu uyarının arkaplanındaki endişelere hak verdiriyor.

Peki, nedir bu konular? Biri başörtüsü, diğeri Ergenekon operasyonu. AKP yakın zamana kadar ikisinde de iddialı ve kararlı görünüyordu.

Ama işaretler, her iki konuda da, başlangıçta belirlenen—veya belirlendiği varsayılan—hedeflere ulaşmanın giderek zorlaştığını gösteriyor.

AKP üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kaldırma iddiasıyla yola çıkarken, “Bu konuyu hiçbir gerilime yol açmadan çözeceğiz” diyordu.

Bu maksatla, MHP’yi de yanına alarak anayasanın iki maddesini değiştirmek suretiyle yaptığı düzenleme Çankaya’nın onayından da geçti.

Buna istinaden YÖK Başkanı rektörlüklere “Başörtülü öğrencileri alın” talimatı gönderdi.

İlk günlerde bazı üniversiteler yasağı kaldırır gibi oldular, ama sonra iş değişti. YÖK Başkanının yazısı için Danıştay “yürürlüğü durdurma” kararı aldı. Ve yine yasaksız üniversite kalmadı.

AKP ve MHP, iki maddelik anayasa değişikliğine ilâveten, YÖK Kanununun ek 17. maddesinde, “çenealtı formülü”nü içeren ayrıntılı bir düzenleme daha yapmayı da öngörmüşlerdi.

Ama bilâhare bu konuda AKP’nin içine bir kurt düştü ve işi yavaştan almaya başladı. MHP bir süre ısrarını sürdürdü. Ancak AKP’ye açılan kapatma dâvâsı herşeyi alt üst etti. Zaten tereddütlü olan AKP’nin, bu aşamadan sonra ek 17’yi gündeme getirme ihtimali tamamen rafa kalkarken, son âna kadar ısrarını devam ettiren MHP de sessizce çark etmek zorunda bırakıldı.

Çünkü durum ciddî. AKP’nin başına gelen, MHP için de pekâlâ mümkün ve muhtemel. O da okkanın altına girebilir. Zira işin şakası yok.

Dolayısıyla, başörtüsü meselesinde tam bir kilitlenme hali söz konusu. Öyle ki, AKP bu konuda ne ileri, ne de geri adım atabilecek halde.

Geri adım atmanın bile, kendi irade ve inisiyatifiyle yapıldığı takdirde bir anlamı olabilir.

Ama bu hadisede o dahi yok...

Gelelim Ergenekon meselesine. Bilindiği gibi, AKP cenahında, parti hakkındaki kapatma dâvâsı açıldığı zaman, bu gelişmeyi ima yoluyla da olsa Ergenekon’la ilişkilendiren beyanlarda bulunanlar oldu. Ama bilâhare işin ciddiyet ve vahametini fark edince derhal “Böyle bir bağ kurmadık” manevrası yapma gereğini hissettiler.

Öte yandan, Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz gibi isimlerin tevkifinden hayli zaman sonra İlhan Selçuk ve Kemal Alemdaroğlu’nun, zamanlaması ve yöntemi yoğun tartışma ve eleştirilere konu olan gözaltılara muhatap olup bilâhare serbest bırakılmaları, Ergenekon operasyonunda bir dönüm noktası olmuş gibi görünüyor.

Her ne kadar bu iki isimle birlikte ve sonrasında gözaltına alınan İP lideri Doğu Perinçek’le yakın adamları tutuklandıysa da, Selçuk’la Alemdaroğlu’nun serbest kalmalarını takip eden süreçte operasyonun hızı kesilmiş, hattâ yönü de değişmeye başlamış gibi bir izlenim oluşmaya başladı.

Operasyona ilişkin haberleri sebebiyle Taraf muhabirinin gözaltına alınması ve Şamil Tayyar'ın ifadesine başvurulması, bunun işaretleri.

Keza Veli Küçük ve diğerlerine yapılan operasyonun başladığı andan itibaren konulan yayın yasağına rağmen “Ergenekon çetesi”yle ilgili olarak belli medya organlarına servis yapılan gizli bilgilerin bir anda “bıçak gibi” kesilmesi de.

Bu işaretlere bakarak oluşan kanaat, operasyonla ortaya çıkarıldığı söylenen izlerin, örgüt içinde en fazla 8 veya 10. sıradaki isim olduğu ileri sürülen Veli Küçük’ten ötesine gitmesine izin verilmeyeceği yönünde. Küçük’ün deşifre olduğu için zaten gözden çıkarıldığı baştan söyleniyordu. Galiba Ergenekon da Şemdinli olma yolunda.

05.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Şaşırtma



Avrupa Adalet Divanı’nın terör örgütü PKK’nın AB terör örgütleri listesine alınmasına ilişkin AB Konseyi kararını iptali, Türkiye’nin yeni bir küresel ifsat dalgasıyla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Terörist elebaşı Öcalan’ın kardeşinin “PKK’nın şefi” sıfatıyla Lüksemburg’da yaptığı başvuruyu değerlendiren Avrupa Adalet Divanı’nın, Londra merkezli ırkçı “Kürt insan hakları” ve kısa adı KNK olan “Kürdistan Ulusal Kongresi” adına da başka bir ismin desteğiyle PKK’yi savunması, uluslararası bozgunculuğun işbirliğini bir defa daha su yüzüne çıkardı… Tıpkı 88 yıl önce Paris’te Ermeni murahhas heyeti reisi Boğos Nubar Paşa ile birlikte Osmanlı’ya karşı Kürtlerin Ermenilerle “i’tilaf akdi”ni imzalayıp “Ermenistan” ve “Kürdistan” iftirakı fitnesini ortaya atan Kürt Şerif Paşa gibi… Aslında AB Konseyi Başkanı Lagendijk’in de uyardığı gibi, geçtiğimiz Aralık ayından bu yana Ankara, AB’nin demokratikleşme ve uyum yasalarında ciddî bir adım atmadı. İsrail’e hizmeti “vazife” bilen Evanjelist Bush’un ve Irak’taki petrol şirketleri sahibi muavini Cheney’in başını çektiği Amerikan politikalarına endekslenen AKP hükûmeti, AB’yi âdeta dışladı. Başbakan her fırsatta ABD ile “stratejik mutâbakatı”nı yinelerken AB’ye rest çekip meydan okudu… * * * Şu işe bakın ki tam da Başbakan Erdoğan’ın İsveç’te uzun zamandır unutup ara verdiği ve hükûmetin çoktandır ötelediği “AB’nin hedefinde kararlı olduklarını” bildirdiği, 301. maddenin değiştirilip “Kürtçe televizyon yayını”nın yapılacağını söylediği bir sırada, Avrupa Adalet Divanı, Mayıs 2002’de “AB terör örgütleri listesi”ne dahil ettiği PKK’nin çıkarılmasını istiyor. Ve bu talep, bu hafta Bükreş’teki son NATO zirvesinde, “Afganistan’a asker gönderilmezse 11 Eylül benzerî saldırılar olabilir” diye Avrupalı müttefiklerine gözdağı veren Bush’un, “Taliban ve El Kaide ile mücadeleyi NATO’nun birinci vazifesi” iddiasını tekrarladığı, Avrupa’da “İslâmî fobi”ye “Türkiye fobisi”nin eklendiği bir esnada geliyor! Aslında bu “şaşkınlık” ilk değil. Avrupa Adalet Divanı daha önce de şaşırtılmıştı. İşgal edip bir milyonu aşkın insanı katlettiği Irak’ta istilaya karşı direnen Iraklılara “isyancı” yaftasını yapıştıran, yüzbinlerce sivili öldürdüğü işgalindeki Afganistan’da ülkelerinin bağımsızlığını savunanlara “terörist” damgasını vuran Bush ve müzâhiri “Yahudi lobisi”nin bakışıyla “kararlar” verdi. Meselâ Aralık 2006’da meşru İran yönetimine karşı ABD ve bazı Batılı devletlerin plânı ve desteğiyle darbe hazırlıklarını yapan “Halkın Mücahitleri” örgütünü “terör örgütleri listesi”nden sildi. Tıpkı “Leyla Şahin davası”nda AKP hükûmetinin yasakçıların yasa dışı yasağına katılarak başörtüsünü “laikliğe aykırı”, “gerginlik sebebi” ve “siyasî simge” sayıp Strasbourg’a bildirmesi üzerine, AİHM’in Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki herkesin inancını yaşama ve demokratik eğitim hakkına, AB siyasî kriterlerdeki temel hak ve özgürlüklere aykırı olarak Türkiye’deki keyfî ve tepeden inme kanunsuz yasağı onaylaması gibi… Görünen o ki Filistin’de sistemli bir katliâm yapan İsrail’e karşı halkını ve hürriyetini müdafaa eden seçilmiş Hamas’ın eklenmesi, sözkonusu “terör listesi”nin ne tür sahte ve saptırmalarla malûl olduğunu deşifre ediyor. Diğer yandan “liste”de yar alan PKK ve DHKP-C gibi terör örgütlerinin çeşitli Avrupa ülkelerinde “temsilcilikler” bulundurup “izinli gösteriler” yapması, mensup ve faaliyetlerinin “himaye edilmesi”, AB’nin mâruz kaldığı bir başka uluslar üstü şaşırtmayı ortaya çıkarıyor… * * * Aslında “Avrupa’nın terör listesi”nin 11 Eylül olaylarıyla İslâmı “birinci düşman”, Müslümanları “en baş tehdit” ve “terörist” sayan Amerikan Neoconların konseptine göre teşkili, saptırmanın perde arkasını açığa çıkarıyor. 2001 yılı sonunda Belçika’nın dönem başkanlığında “ABD’nin baskılarıyla” oluşturulan “terör liste”si üzerinden belli ki Türkiye’yi AB’den caydırıp ABD’nin küresel ve bölgesel kanlı işgal ve istila projelerine ortaklığa itme ve “mecbur” etme global taktiği dayatılıyor. PKK’nin bir Avrupa bankasındaki bloke edilip dondurulan malî kaynağı, daha önce ABD’nin isteğiyle serbest bırakılması da bunu gösteriyor. Gerçek şu ki yıllardır Ankara’nın ısrarlı talebine rağmen Irak’ta terörist elebaşlarını teslim etmeyip emrindeki Irak hükumetine havale eden ABD, AB kurumları üzerinden bu şaşırtmayı yapıyor… Bir yandan Bush’un ağzından “PKK terör örgütüdür ve düşmanımızdır” diyor; Türkiye’nin AB üyeliğine “taraftar” olduğunu açıklıyor; diğer yandan alttan alta Avrupa’daki Bush hayranı Selânikli Sarkozy gibilere Türkiye’ye “tavır” koydurup AB’den soğutuyor. ABD ve küresel ifsad odaklarının baskı ve komplosuyla PKK terör örgütü üzerinden Türkiye’nin AB’den uzaklaştırılması oyunu oynanıyor. Ve ne yazık ki Ankara bu oyuna geliyor…

05.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Demokratça düşünebilmek



Türkiye belirsiz bir sürece girdi. Başbakan Tayyip Erdoğan, “En isabetli kararı şüphesiz ki Anayasa Mahkemesi verecek” demişti. Mahkeme de hafta başında kararını verdi ve iddianameyi oybirliği ile kabul etti. Bundan sonra ne olacak, süreç nasıl işleyecek? Buna bakmakta fayda var. (Partilerin kapatılmasına zorlaştırmak için anayasa değişikliği yapılırsa süreç farklı işleyebilir.)

AKP 1 ay içinde ön savunmasını verecek. Ön savunmanın Anayasa Mahkemesi’ne verilmesinin ardından Başsavcılığının esas hakkındaki görüşü AKP’ye gönderilecek. Daha sonra belirlenecek bir tarihte Yalçınkaya sözlü açıklama, AKP yetkilileri de sözlü savunma yapacak. Bütün bu sürecin ardından, davaya ilişkin bilgi, belgeleri toplayacak raportör, esas hakkındaki raporunu hazırlayacak. Bu işlemler sürerken, gerek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, gerekse davalı AKP ek delil veya yazılı ek savunma verebilecek. Raporun, Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesine dağıtılmasının ardından, Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç bir toplantı günü belirleyecek. Üyeler, belirlenen günde bir araya gelerek kapatma istemini esastan görüşmeye başlayacak. AKP hakkındaki kapatma davasını, 11 kişiden oluşan Anayasa Mahkemesi heyeti karara bağlayacak. Anayasa’ya göre bir siyasî partinin kapatılmasına karar verilebilmesi için nitelikli çoğunluğun oyu aranacak.

* * *

İddianame önümüzdeki dönemde çokça tartışılacak. Bu yüzden de Türkiye’nin önümüzdeki 6-8 aylık döneminde belirsizlik yaşacağı muhakkak. Bu da istikrarsızlık getirecektir. Burada iddianame ile ilgili yorum yapmak yerine son günlerde hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü konusundaki tartışmalarla görüşlerimi aktarmak istiyorum.

Yalçınkaya’nın iddianameyi hazırlayıp Mahkemeye göndermesinden bu yana konu hukukî yönden tartışılmıyor. Anayasa Mahkemesi kararlarının üyeleri atayan cumhurbaşkanlarına göre değerlendirilmesi bunun en son örneği. “Bunu Özal atadı, bunu Demirel, bunu Sezer atadı. Bu yüzden şu üye şöyle karar verir, bu böyle karar verir” şeklindeki tartışma, hem hukuka, hem de ismi geçen üyelerin kendilerine büyük zarar veriyor.

Zaten hukukun siyasallaştığı tartışmaları da burada başlıyor. Cumhurbaşkanı seçimlerinde yaşanan “367 icadı”ndan bu yana mahkeme üzerinde hem siyasilerin, hem de geçmişte Yargıtay ve Anayasa Mahkemesinde görev yapmış hukukçuların dâvâ daha görüşülürken dâvanın neticesi ile ilgili adeta akıl vermeleri, hem hukukun üstünlüğüne hem de siyasetin güvenirliğine zarar verdi.

* * *

Şunu söylemeden geçmeyelim: Demokrasilerde siyasî partileri millet açar, millet kapatır... Uygulamada şiddete dönüşmemiş, üstelik herhangi bir mahkeme kararı ile suç olarak tanımlanmamış konular, iddianame konusu yapılamayacağı gibi partilerin kapatılmasına gerekçede yapılmamalıdır.

Dava süreci başlamıştır. Bu süreçte ülkeyi ve milleti düşünen hem siyaset hem hukuk çevreleri sağduyulu davranmak zorundadır. Bu süreç sonunda milletin adalete ve siyasete güveni de zedelenmemelidir. Bunun için de herkesin meseleleri demokratça düşünmesi ve demokrasiye sahip çıkması gereklidir.

05.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Konya ve Ali Ulvi Kurucu



Konya benim açımdan hep dost bir şehir olmuştur. İlk gördüğüm Anadolu şehirlerinden birisidir. Sonra oraya merbutiyetimin en büyük sebeplerinden birisi de Mevlânâ Hazretlerinin diyarı olmasıdır. Yar ağyar Mevlânâ’ya sahip çıkarken bizim yeterince sahip çıkmayışımız bir kusurdur. Ona sahip çıkmak onu doğru anlamaktır. Yoksa ihtifâl üzerine ihtifâl yapıp onu tüketmek değildir. Ama biliniz ki, Mevlânâ tükenmez bir kaynak ve hazinedir. İnsanın tılsımını okumuş ve çözmüştür. Bundan dolayı da yâr ve ağyâr ona meftundur.

Bu defa da Meşrutiyenin ilanının yüzüncü sene-i devriyesi konusunda bir konferans vermek üzere Konya’ya davetli idim. Konya yine cıvıl cıvıldı. Zenginlik nazar önünde olmaz veya kalmaz. Zenginlik sûfilerin deyimiyle derinlerde ve köşelerdedir. Bundan dolayı da hazineler açıkta değil gizli ve meçhul semtlerde ve mekânlarda aranır. Bundan dolayı, Mevlânâ da “ben sevdiklerimin gönüllerindeyim” buyurmaktadır. Binaenaleyh, Mevlânâ’yı satırlardan ziyade sadırlarda, kabirden ziyade gönüllerde aramak gerekir.

Halil Uslu Bey ile birlikte hem Bediüzzaman’ın vefat yoldönümü hem de Meşrutiyetin ilanının yüzüncü yılı münasebetiyle iki meseleyi harmanlayarak bu mevzuda bir konuşma irad ettik. Dinleyicilerin de feyizlerinin inikasıyla gerçekten de tatlı bir sohbet oldu. Cemaat sanki başlarının üzerinde kuş varmış gibi huşû hâlindeydi. Biz de onlardan aldığımız feyize ayinedarlık yaptık. O fasla pek girmek istemiyorum. Ama ziyaretimin tedai ettirdiği hususlar üzerinde durmak istiyorum.

Konya’ya kaç defa gittiğimi hatırlamıyorum. Adapazarı’ndan sonra belki de en fazla uğradığım yerdir desem yalan olmaz. Kasem etmeye de lüzum yok. Yine Selçuk Oteli’nde bir süre ikamet ettim ve yemek yedik. Selçuk Oteli de benim için birçok hatıralarla dolu ve yüklü bir mekân. Birçok kişi ile ilk defa burada tanıştık ve kaynaştık. Bazılarıyla da tekrar karşılaştığım kutlu ve meymun bir mekân olma özelliği taşıyor. Burada karşılaştığım zevatlardan birisi Veyiszade ailesinden Ali Ulvi Kurucu merhumdu. Kendisi aslen Konyalı olan Ali Ulvi Kurucu Ağabeyimiz daha sonra Kahire’ye Ezher’e gider ve orada ilim tahsil eder. Gümüş Tül ve Alevler gibi coşkusundan nebean ve feyezan eden eserler kaleme alır. Amacı ikinci bir Mehmet Akif olmaktır. Ama o Risâle-i Nurların ve Bediüazzaman’ın ‘Medine’nin mühim bir âlimi’ olur. Uzun yıllar Arif Hikmet Bey Kütüphanesi Müdürlüğü yapar. Esasında tanışmamız o günlerin eseridir. Hattat Mustafa Necati Erzurumi’nin dükkânının arkasındaki sohbet odasında kendisini kimbilir kaç defa dinlemişimdir. Damadı Hayrettin Bulut Beyle dostluğumuz da onun Almanya ve Hamburg günlerine dayanır. Bundan dolayı merhum Ali Ulvi Kurucu Ağabey beni nerede görse biraz da yapılı olmamdan kinaye ile ‘Pehlivan’ diye hitap ederdi. Onun hatıratını Ertuğrul Düzdağ Ağabey peyderpey yayına hazırladı. Kaynak Yayınları arasında üçüncü cildi de neşredildi. Bu hatırat nev'inden eserler çok önemlidir. Zira sadece tarihi öğretmekle kalmaz tarihî şahsiyetleri de sevdirir. Sadece öğretmez aynı zamanda sevdirir. Sevgi üzerinden sizi dâvâ adamı eder. Ali Ulvi Kurucu’yu okudukça önünüzde yeni yollar ve gonca bahçeleri açılır. Bu bahçelerde birçok ulema ile tanışacak ve onları ve onların hayatları ışığında ilmi ve ulemayı ve İslâm’ı seveceksiniz. Onların sıcaklığına vurulacak ve çarpılacaksınız. Bundan dolayı Emin el Hüseyni veya Ebu’l Hasan en Nedevi gibi zevatın hayat ve hatıratlarını ve gezilerini okumak çok faydalıdır. Bu hususta Ertuğrul Düzdağ Beyin hazırladığı Ali Ulvi Kurucu Bey ve Hatırat kitabı da aynı derecede faydalı ve önemlidir. Hem yakın tarihi ve simalarını tanıyacaksınız ve hem de İslâma hizmet etmekte canla başla çalışmış zevatın hayatı ışığında bu dâvâya aşkınız ölümsüzleşecek ve azminiz bilenecektir. Kaybettiğiniz birçok hasleti yeniden kazandığınızı göreceksiniz.

***

Selçuk Oteli’nde belki de ilk defa karşılaştığım simalardan biri Abdulfettah Ebu Gudde idi. Ebu Gudde, Düzceli alimlerimizden ve medarı iftiharımız Muhammed Zahid el Kevseri’nin talebelerindendir. Kevseri ile onun mühim yönlerinden birisi Hindistan’ı keşfe çıkmış olmalarıdır. Bizde Asaf Halet Çelebi ve Cemil Meriç edebî ve kültürel yönden Hindistan’ı keşfederken Kevseri ve Gudde ilmi yönden ve hadis yönüyle keşfetmişlerdir. Kevseri ve Gudde, Leknevi gibi âlimlerle ilgilenmiş; Hindistan’ı keşfe çıkmışlardır. Ebu Gudde Selçuk Oteli’nde Halep mutfağıyla Türkiye mutfağını karşılaştırmış ve çiğ köfteye temas etmişti. Halep’i ayrı gayrı saymak doğru değil. Dedem askerliğini vaktiyle Halep sınırları içinde yapmıştı. Maalesef Gudde, Suriye’den göç etmek zorunda kalan âlimlerdendi. Bu yönüyle Hocası Kevseri’nin kaderini paylaşmıştır. Geçekten de hazin bir durumdur. Ali Ulvi Kurucu da ilmî bir ortam olmadığından ideal tipi Akif’in izinden Kahire’ye gitmemiş midir? Akif’in arkasından Kahire’ye kadar gidenlerden birisi de İhyâcı Ali Yakup Cenkçiler’di. Kader onları kavuşturamamıştı ama Cenkçiler Akif’in hatırasıyla avunmuş ve onun hayatını kendisine model almıştır.

***

Selçuk Oteli’nde bir kez daha karşılaştığım simalardan birisi de Merve Kavakçı’nın babası Yusuf Ziya Kavakçı idi. O da kendi hâlinde bir 12 Eylül mağduru idi. Türkiye’nin istikbâl vadeden ilim adamlarından birisiydi. Ne yazık ki kuşaklar boyu başörtüsü mağduru bir aile olmuşlardır. Önce eşi sonra da kızı. Aile boyunca ve nesiller boyu bu yasağın sıkıntısıyla kavrulmuşlardır. Sonunda Kavakçı ülkesini terk ederek ABD’ye yerleşmiştir ve Türiye onun gibi bir ilim adamından mahrum kalmıştır. Fuad Sezgin de böyle değil midir? Fuad Sezgin de darbelerin budadığı daha doğrusu Türkiye’yi mahrum ettiği ilmi şahsiyetlerden birisidir. Türkiye kıymetini bilmediği için Almanya sahip çıkmış ve ilmi çalışmaları Almanya hesabına geçmiştir. Ve Akif’ten Kevseri, Mustafa Sabri’ye kadar birçokları bu vatanı kahir baskılar altında terk etmek zorunda kalmışlardır. Sonraki devrelerde de bu çığır Fuad Sezgin ve Yusuf Ziya Kavakçı gibilerle devam etmiştir. Ama önceleri hocalarını tekfir eden ve İsrail’e gidip geldikten sonra iyice değişen Şahin Filiz gibiler ise baştacıdır. Yetersiz ilmi kişiliklerine rağmen dekanlıkla taltif edilmektedirler.

***

Konya ayrıca pilot bir bölgedir. Bu bakımdan Çevik Bir gibiler merkezi ezan sistemini ilk önce burada denemeye kalkışmışlardır. Bazı merkezi yerlerde hoparlörle, kalan yerlerde ise çıplak sesle ezan okumayı ilk defa Konya’da tatbik mevkiine koymak istemişlerdir. Bu da bize ezanda merkezi sistemin kimin marifeti olduğunu göstermektedir. İşte bu baskı ortamı Halil Gürün gibi görevlileri müftülükten ederken Ali Ulvi gibileri de Kahire ve Medine’ye sevk etmiş, Kavakçı gibilerini de ABD’ye sürgüne göndermiştir. Böylece ülkemizi bu değerlerden mahrum ederek kendi zeminimize zarar vermiştir...

05.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Biri bizi oyalıyor



Hak ve hürriyetler noktasında atılan her müsbet adımı takdir etmek gerekir. Ancak Türkiye’nin, son yıllarda bu önemli konuları ihmal ettiği de bir gerçek. Birinci öncelik olması gereken; hak, hukuk, adalet, insan hakları gibi kavramlar gündemin arka sıralarına kaydırıldı.

Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimizde hep bu konular gündeme geliyor. AB yöneticileri bu konulardaki eksiklikleri hatırlatınca, Türkiye’yi yönetenler de onlara tepki gösteriyor. “Sizin niyetiniz bizi oyalamak, bıktık bu oyundan. Bizi AB’ye üye olarak kabul etme niyetiniz yoksa açıkça söyleyin” anlamına gelecek beyanlar duyuluyor. (Milliyet, 4 Nisan 2008)

Tabiî ki Avrupa da yekpare bir yapıdan ibaret değil. Türkiye’yi üyeliğe kabul etmek istemeyen gruplar, etkili merkezler ve mihraklar olduğu gibi, kabul etmek isteyen ve bunun için de gayret sarf eden insaf ehli yöneticiler de vardır. Üstelik ‘dost’ kabul edebileceğimiz bu yöneticiler, en azından bugün itibarıyla çoğunluğu teşkil ediyorlar.

O halde Türkiye’yi idare edenlerin yapacağı şey, Avrupa Birliğine rengini veren ve Türkiye’nin üye olmasını isteyen çoğunlukla iş tutmak olmalıdır. Aleyhte beyanları fazla dikkate almayıp, müsbet, haklı ve doğru olan üyelik yolunda ilerlemek gerekir.

Hiç akıldan çıkarılmaması gereken nokta şudur: Türkiye’nin AB’ye üye olmasını isteyen milletin maksadı, Türkiye’de ‘insanca’ yaşayabilmektir. Bu tesbitin altı ve üstü doldurulabilir, ama temelinde; hak, hukuk, adalet ve insanca yaşama ‘kriterleri’ olmalıdır. Bu hedefe ulaşmak için AB üyeliği uygun bir yol ve metod olduğuna göre, bu hedeften şaşmamak lazım. Yoksa isim ve resimlere takılarak bir noktaya varamayız. Yani, bu hedefe ulaşmanın yolu ve metodu mesela ‘Ankara Birliği’ne üye olmaktan geçiyorsa o tercih edilsin! Türkiye’nin ve dünyanın geldiği şartlar itibarıyla AB yolunda atılan adımlar, umumiyetle millet menfaatine neticeler vermektedir. Bu noktadaki ısrarın sebebi de budur.

Türkiye’yi idare edenler, “AB, Türkiye’yi oyalamasın” diyor. Ortada bir ‘oyalama’ olduğu doğrudur. Ama kimin kimi ve nasıl oyaladığı tartışmalı bir konu. En başta millet oyalanıyor. Yeni ve sivil bir anayasa vaadi, yasakların sona erdirileceği, ekonominin düzeleceği, her konuda çağ atlama, özgürlükleri engelleyen kanun maddelerinden kurtulma, çetelere son verme gibi vaadleri dinleye dinleye bu günlere geldik. Bu vaadleri sıralayıp, sonra da gerçekleştirmemek netice itibarıyla milleti ‘oyalama’ değil midir?

Nasıl ki AB’nin oyalamasına kızma hakkımız varsa, Türkiye’yi idare edenlerin de milleti oyalamasına itiraz ederiz. Üstelik, Türkiye’yi idare edenlerin millete verdiği sözleri unutup gereğini yerine getirmemesi, AB yöneticileri için de oyalama bahanesi oluyor. Bu güne kadar verilen sözler yerine getirilmiş olsaydı, AB yöneticileri Türkiye’yi üye yapmamak için bahane bulabilirler miydi?

Önce üzerimize düşen vazifleri yapıp, verdiğimiz sözleri tutalım. Ondan sonra da Türkiye’yi oyalamaya devam ederlerse haklı olarak itiraz edelim. Evimizin önündeki ‘çöp’leri temizlemeden, mahalleye ‘temizlik’ dersi vermeye kalkmamız pek de inandırıcı olmuyor.

Millet olarak, bizi oyalamaya çalışanlara karşı uyanık olmakta fayda var.

05.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri