Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Risâle-i Nur’da gençlik



Bu dünya memleketine imtihan edilmek üzere gönderilen insanların, hayatlarının en verimli ve güzel yılları şüphesiz gençlik devresidir.

Hayata hayat veren ve anlam kazandıran hakikat imandır. İmansız hayat, cansız ve anlamsızdır. Öyle insanların hayatları ölüden farksızdır. Zira, hayatının sonunu ebediyen yokluk ve hiçlik olarak kabul eden ve ölüm ötesindeki âhiret hayatına inanmayan bir kişinin yaşadığı hayat, onun için bir yüktür. Faydasız eğlencelerle hayatını geçirerek ve zamanını boşa harcayarak ömrünü tüketmek, böyle insanlar için bir hayat felsefesidir. “Dünyaya bir daha mı geleceksin kardeşim! Hayatın tadını çıkarmak ve her türlü zevkini tatmak lâzım” diyerek, haram-helâl ayırımı yapmadan hayatlarını keyifle geçirmek isterler.

Halbuki, Bediüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle “İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zevâl ve firakta yuvarlanması şâhittir... Belki azim bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî, daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.” (Lem’alar, s. 472)

Gençlik nimeti aklı başında olan gençlerde olsa, en güzel bir hayır vasıtasıdır. Asr-ı Saadet’te, İslâm’a en evvel sahip çıkan gençler olmuştu. Bu mânâyı ifâde eden Sevgili Peygamberimiz (asm) “Bana ilk yardım eden gençler oldu. Yaşlı olanlar ise bana sırt döndü ve muhalif oldu” buyurmuştur. Asrımızda onun vârisi ve vekili olan Bediüzzaman Hazretlerinin de etrafında toplanan ve dâvâsına sahip çıkan umûmiyetle gençlerdi. Gençlere çok ehemmiyet veren ve onların gençliğin taşkınlıklarından korunması için canla başla çalışan Bediüzzaman, sırf onlar için telif ettiği “Gençlik Rehberi” isimli eserle onlara yol göstermiştir.

Her yazın bir sonbaharı ve kışı olduğu gibi, elbette gençlik yazının da bir ihtiyarlık sonbaharı ve ölüm/kabir kışı olacaktır. Bundan kaçıp kurtulmanın hiçbir cihetle imkânı yoktur. On beş yirmi senelik gençliğin taşkınlıklarıyla dünya ve âhiretini berbat etmektense, onu iman ve itaat dairesinde geçirmekle ebedî bir gençliği kazanma şansı elde edilebilir. “Dünya ve âhirette ebedî ve daimî sürûru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kendine rehber etmek lâzımdır” ikazını yapan Bediüzzaman, bilhassa gençlere “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz” ölçüsüyle, iki cihandaki saadetin nasıl temin edileceğinin de formülünü göstermiştir.

Gençlik yıllarında insanda akıldan ziyade his ve heves hükmeder. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez veya görmek istemez. Hazır lezzetleri, ileride verilecek daha büyük ve daimî lezzetlere tercih eder. Asrımızın genel hastalığı konumunda olan bu hastalık için Cenâb-ı Hak “Onlar severek dünya hayatını âhiret hayatı üzerine tercih ederler” ferman ederek bu dehşetli hâli nazara vermektedir. Yani, elması elmas bildiği halde, bilerek camı elmasa tercih etmek gibi bir hâl. Halbuki, Üstadın tesbit ettiği gibi “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”

Can Kardeş ve Gençlik Merkezi olarak, bir ekiple, ilk ve orta öğretim seviyesinde bin beş yüzün üzerinde gençle meşgul olmakla, onların inançlı bir kesim tarzında yetişmesini ve istikbâle hazırlanmasını temine çalışan Onur Turan; Asya-Nur Kültür Merkezinde bir saate yakın sunduğu “Risâle-i Nur’da Gençlik” semineriyle başarılı bir çalışma sergiledi. Katılımcıların büyük çoğunluğunu gençler oluşturuyordu. Bu tarz seminerler, okuma programları ve özel ilgilerle muhakkak gençlerimize sahip çıkılmalı ve onları geleceğe hazırlamalıdır. Zirâ, gençliği olmayan toplulukların geleceği de olmaz. Gençlik hizmetleri, hizmet mahallerimizin çalışmalarında bir cihette başarı ölçüsüdür. Hizmet etmek bizden, netice ise Allah’tandır.

16.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

10. Yıl Marşı AKP’yi kurtarır mı?



AKP’nin verdiği son işaretler, maalesef endişelerimizi doğrular nitelikte. İktidar partisi, kapatılmaktan kurtulmak için “Atatürkçülük yarışı”na hız vermiş görünüyor.

Bunun en son örnekleri, hafta sonu yapılan Gençlik Kolları Olağan Kongresinde sergilendi.

Kongrede 10. Yıl Marşıyla “Atatürk’ün izindeyiz” şarkısının çalınması başlı başına enteresan.

O 10. Yıl Marşı ki, 28 Şubat’ın simgesi haline getirilmiş ve olur olmaz her yerde çalınır olması en başta AKP’liler tarafından eleştirilmişti.

Ancak gelinen noktada bakıyoruz; AKP kapatma dâvâsı sonrasında bu marşa adeta kendi marşı gibi sahiplenmenin sinyallerini veriyor.

Bu tuhaf manevra, “kapatılmaktan kurtulma” hesabıyla geliştirilen yeni stratejinin mi tezahürü; yoksa AKP için bazılarınca öteden beri yapılan “28 Şubat’ın ürünü” yorumunun teyidi mi?

Peki, 10. Yıl Marşına ve “Atatürk’ün izindeyiz” şarkılarına sarılmak AKP’yi kurtarabilir mi?

Öte yandan aynı kongrede Erdoğan’ın CHP’yi “Atatürk’ün arkasına saklanmak”la eleştirirken ve bu partinin Atatürk konusundaki “samimiyetsizliğini” anlatırken söyledikleri de ilginç.

Atatürk’ün ölümünden sonra para, devlet daireleri ve posta pullarındaki resimlerinin CHP tarafından kaldırıldığını hatırlatıp, “Bunu yapan bir parti olarak sizin Atatürkçülük iddiasında bulunmaya hakkınız yok” demeye getiriyor.

Ve aynı gün, Bayındırlık ve İskân Bakanı, şimdiye kadar her yerde defalarca söylediği sözleri bir kez daha tekrarlayarak, “en hakikî” Atatürkçülerin kendileri olduğunu yine ilân ediyor.

“Gerçek Atatürkçü biziz” diyen Bakan Özak, bunun kriterlerini de “liradaki altı sıfırı atmak; Ahmet Amcayı, Fatma Teyzeyi uçağa bindirmek ve yavrularımızın geleceğini sağlamak” gibi örneklerle açıklamaya çalışıyor. Ona göre gerçek Atatürkçülük bunlar ve benzeri hizmetler.

Bu işaretlere bakarak, önümüzdeki günlerde AKP cenahındaki Atatürkçülük vurgularının daha da artacağını tahmin etmek kehanet olmaz.

İşi, vaktiyle Erbakan’ın iki lâfından biri olarak diline pelesenk ettiği “Atatürk hayatta olsaydı partimize girerdi” noktasına kadar vardırırlar mı, bilmiyoruz. Gerçi şimdiye kadar bu konuda söyledikleri, Erbakan’dan daha ileri noktalarda...

Kimilerince Atatürk’e benzetilmekten duyduğu memnuniyeti hiç gizlemeyen AKP lideri 22 Temmuz seçimi öncesinde “Atatürk ilkelerini ayrıştıran değil, birleştiren, milletimizin bütün fertlerini kucaklayan bir mutabakat zemini haline getirmek için çalışıyoruz” dememiş miydi?

Ama buna rağmen, Atatürkçülüğü kendi tekelleri altında tutma ısrar ve inadından vazgeçmeyen çevrelerin kendisine bakışını değiştiremedi. Değiştirebilseydi partisine kapatma dâvâsı açılır ve kendisine siyaset yasağı istenir miydi?

Anlaşılan o ki, buna rağmen Erdoğan Atatürk ve Atatürkçülüğü sahiplenip bunları başkasına ve özellikle CHP’ye bırakmamakta son derece kararlı görünüyor. Böyle olunca, “Gayrimeşru muhabbetin neticesi, mahbubun gaddarane adavetidir” sözünde dile getirilen gerçeğin mâsadakı olmaktan kurtulması mümkün mü? Zor.

Korku ve zaaf göstermenin, karşıdan gelen baskı ve tazyiki daha da şiddetlendireceği prensibi de bu bağlamda asla gözden kaçırılmamalı.

Aynı şekilde, “Aç canavara karşı tahabbüb (sevgi), merhametini değil, iştihasını açar; hem de diş ve tırnağının kirasını ister” hakikati de.

Dolayısıyla, AKP Atatürkçülük adına kendisine karşı açılan kapatma dâvâsından kurtulmak için “daha fazla Atatürkçü görünme” sevdasından vazgeçmez; 10. Yıl Marşıyla “Atatürk’ün izindeyiz” şarkılarından medet umar ve “Gerçek Atatürkçü biziz” söylemlerine sarılarak paçayı kurtaracağı zehabına kapılırsa, şimdiye kadarki hatalarına daha vahim bir yenisini eklemiş olur.

Hem kapatılmaktan kurtulamaz, hem de onur ve itibarını ayaklar altında iyice çiğnetmiş olur.

Bizden bir defa daha uyarması...

16.04.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Kefensiz ölüler



Ben…

Yalnızlık filmini en güzel oynayan ben. Kimseler görmeden saklanıp bir odaya, saatlerce replik ezberleyen biriyim. Repliklerin muhtevasını ise, her günün sonunda ellerime tutuşturduğum yaşanmışlıklarımdan buluyorum.

Eve gelen komşular iki de bir lâf dokundururlar ve ben susarım.

Çekingen biriyim.

Hayır, çekingenliğimden değil suskunluğum. Annem “Çocuklar konuşmaz, büyüklerin önünde” demişti küçükken, büyüdüm, ama hâlâ bu sözünü tutuyorum. Kim ne derse desin, karşılık vermiyorum. İşte böyle çekilince odaya, söylemek istediklerimi tek tek sıralarım.

Toprak burcuyum. Bu sebeple söylenen bütün sözcükleri ve ardından söylemem gerekenleri birleştirip her gece toprağa gömerim. Hiç kimse görmeden, dönerim odama ve rahat rahat uyurum. Yoksa sabaha kadar “neden neden” diye uyuyamam.

Ablam, “Annem sana böyle diye diye bu hale geldin sen. Bastırıldın ve şimdi susuyorsun, içine kapanıyorsun.” diyor.

Kabul etmiyorum.

Öyle olsa akşamları yalnızlık filminin repliğini ezberlerken, arada o cevap veremediğim konuşmalara tam yerinde sözler söyleyebilir miydim?

Ayrıca cevap verince de, mutsuz oluyorum. “Keşke şunu da deseydim. Neden böyle söyledim ki?” di-yerek daha bir yiyip bitiriyorum kendimi. Biliyorum takılmamam lâzım böyle şeylere, hayat bu kadar küçük şeyleri sorun edecek kadar kısa değil ama takılıyorum elimde değil.

Ablama kalsa, yapacak işim yok. Bu sebeple sarıp duruyorum kendime.

***

Düş…

Öğrendiğime göre, her gece düş görenlerin ruh sağlığı iyiymiş. Peki, her gece düş yerine, kâbus görenlerin de ruh sağlığı iyi midir acaba?

Kendimi Rapunzel gibi hissediyorum.

Hani oldukça fakir bir çiftin yeni doğan kız evlâtlarını yaşlı bir cadıya vermek zorunda kalmaları ile başlayan hikâyedeki Rapunzel.

Cadı ile komşu olan çiftin erkeği, parasızlık ve annenin sürekli bu komşunun bahçesindeki marulları aşermesi sebebiyle bir gün cadının bahçesinden marul çalar; ancak ikinci kez çalarken yakalanır. Cadının büyü yapmasından çekinen baba, doğan kızını ona vermeyi kabul eder. Cadı doğumdan sonra kız çocuğunu alarak ona aslında bahçedeki marulların türünün adı olan Rapunzel ismini verir.

Masalın sonraki kısımlarında cadı Rapunzel’i kaçmaması için bir ormanın göbeğindeki yüksek ve merdivensiz bir kuleye kapatır. Buraya her ziyaretinde kulenin tepesine çıkabilmek için Rapunzel’in seneler içinde kulenin tepesinden yere dek uzayan örgülü sarı saçlarını tıpkı bir merdiven gibi kullanmaya başlar.

Merdivenli sokağa bakıyor odamın penceresi. Kendimi cadının odaya kilitlediği kız gibi hissediyorum. Ve her gün uzayan saçlarım yerine de düşlerim var. Gelip geçenler oluyor ben pencereden bakarken sokaktan. Çoğunu tanıyorum. Bana söz söyleyen o küçük kadınlar da geçiyor ara ara kapımdan. Kafalarına su dökmek istiyorum ya da kül.

Onlar da beni her gece bu odaya kilitleyen cadılar.

Ara sıra müzik sesi geliyor yan apartmandan. Ablama sorarsanız çocuk âşık, çünkü arabesk dinli-yor. Bana sorarsanız yalnız.

Anlatamıyorum kimseye; sadece aşk değildir insanı dertlendiren. Anlaşılamamak da yıpratır insanı. İstediğini elde edememek. Hedeflerine doğru hiçbir şey yapamamak. Ve daha birçok şey.

Ama genç olunca, sadece aşkı dert görüyor bazı çocukluktan çıkamayan gençler.

“Zaman yürüyor” dediğimde tepemde duran bir çift göz bana bakıyor.

“Ölüm de öyle” diyor sessizce.

Ve ben her gece intihar etmişlere kefen biçiyorum, intihar etmelerine sebep olan parçalardan.

Ama hiçbir sorun bir kefen olacak kadar büyük değil.

Bu sebeple kefensiz kalıyor sorunları yüzünden intihar edenler.

Öğreniyorum…

Sorun edilecek kadar büyük değilmiş, yaşadığım hiç ama hiçbir şey.

16.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Gözleri kapatarak siyaset yapılır mı?



Önümüzdeki günlerde, ülkemizi uzun yıllar ‘tek parti’ olarak idare eden (1950’ye kadar) Cumhuriyet Halk Partisi’nin kongresi yapılacak. Bu ‘kurultay’da CHP’nin ‘değişmez genel başkanı’ olarak görülen Deniz Baykal’a karşı yeni rakipler ortaya çıkmış görünüyor.

Bu rakiplerden biri de, ticaret hayatından gelen bir isim: Umut Oran. Oran, 2002’de Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği’nin başkanlığını yaptı. 2006’da ise Türkiye Konfeksiyon ve Hazır Giyim Sanayi Meclis Başkanlığı yaptı. Gazetelere verdiği beyanlarına bakılırsa, bu konuda iddiâlı konuşuyor.

Tabiî ki CHP’ye kimin genel başkan olacağı doğrudan bizi ilgilendirmez. Kendisine güvenen ve şartlarına uygun hareket eden her CHP’li, genel başkanlık için aday olabilir. Önemli olan, ‘yeni’ genel başkan adaylarının, Türkiye siyasetinde çığır açabilecek yeni fikirler dile getirip getirmediği...

Her partinin olduğu gibi CHP’nin de kendisine göre bir tabanı ve yapısı var. Dolayısı ile, ‘taban’ın benimsemediği bir ismin genel başkan olması mümkün değil. Bu açıdan bakılınca, millet ekseriyetinin ihtiyaçlarına cevap vermeyi düşünen bir ismin, CHP’ye genel başkan olması akla yakın görünmüyor. Kazaen böyle bir isim genel başkan olsa bile, uzun süre o koltukda durması mümkün değil. Çünkü CHP, gerek kuruluş tarihi itibarıyla ve gerek başka pek çok konuda ‘eski’ bir partidir ve kendisini yenileyememiştir. ‘İhtiyar’lar alınmasın, ama CHP; ‘kayıtlı üye’ bakımından da Türkiye’nin ‘en yaşlı’ partisidir.

Baykal’ın yerine genel başkan olmaya karar veren Umut Oran, kendisiyle yapılan bir röportajda bazı güzel tesbitlerde bulunmuş olmakla birlikte, “Memleket meseleleri” konusunda “klasik CHP’li” gibi görüşler beyan etmekten kendisini alamamış. Meselâ, başörtüsü konusunda şöyle demiş: “Bundan önce türbanla ya da başörtüsüyle eğitim almakla ilgili bir yasak yoktu, birtakım olaylar oldu ve yasak getirildi. (...) Türban, Türkiye’nin öncelikli konusu değildir, öncelikli konu işsizlik, yoksulluk, sosyal devletin olmamasıdır.” (Sabah, Pazar eki, 13 Nisan 2008)

Elbette “Başörtüsüne karşıyız, bu laikliğe aykırıdır, biz iktidara gelirsek yasağı daha da yaygınlaştıracağız” diyen siyasetçilere nisbetle daha gerçekçi bir görüş beyan edilmiş. Fakat, başörtüsü yasağının ‘öncelikli konu olmadığı’ tesbiti, Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşmüyor.

Nasıl bir yasaktır ki, uygulanmaya başladığı ilk yıllardan beri milyonları etkilemiş ve etkilemeye devam ediyor. Pek çok başörtülü öğrenci sırf bu sebeple okullarını terk etmiş, hatta bazıları ‘gurbetçi’ olmak durumunda kalmış. Üstelik bu uygulama, yürürlükteki kanunlara da dayanmıyor. Kanunsuz bir uygulamanın kişileri mağdur etmesi nasıl ‘öncelikli konu’ olmaz?

‘Kanunsuz olarak devam eden başörtüsü yasağı’ Türkiye için öncelikli bir meseledir. Hangi siyasetçi bu gerçeği inkâr ederse millet nezdinde itibar kazanamaz. Şunu da biliyoruz ki, CHP’ye genel başkan adayı olan herhangi bir siyasetçi, “Başörtüsü yasağına karşıyız, bu yasağı kaldıracağız” dese en başta ‘eski CHP’liler buna karşı çıkar. O zaman da aday olmanın bir anlamı kalmaz.

Her parti gibi CHP’liler de Türkiye ve dünya gerçeklerine gözlerini kapayarak siyaset yapmayı sürdüremez. Sürdürmeye devam edenler, ‘sandık’lardan gereken cevabı alır...

16.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yeryüzünden silen silene!



Açıklamalar hiç hayra alâmet değil. Ahmedinejad İsrail’i haritadan silmekten söz ediyordu. Şimdi söz düellosu hâlinde bunu karşılıklı olarak hem Yahudiler, hem de İranlılar söylüyor. Ne ilginç ki; iki taraf da aynı tehdidi yapıyor: Bize saldırırlarsa onları yeryüzünden sileriz. Aslında bu tehdit şekli biraz da Saddam Hüseyin’den kalma. Saddam idamından çok önceleri ‘İsrail’in yarısını yakarız, haritadan sileriz’ tarzı tehditlerde bulunuyordu. Şimdi Saddam’ın yerini İranlılar almış durumda. Ama tehditleri Saddam’ınkine nazaran biraz daha ciddî. Elbette ülke olarak daha güçlüler. Silâhlı Kuvvetler Genel Komutan Vekili Tuğgeneral Muhammed Rıza Aştiyani, gazetecilere, İsrail’in yaptığı geniş çaplı tatbikatı değerlendirmiş. Besbelli ki; tahrik olmuş. İsrail’den kendilerine yönelik bir tehdit gelmesini ‘’imkânsız’’ olarak nitelendiren Aştiyani, ‘’Eğer İsrail, İran’a karşı bir saldırıda bulunursa, Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın söyledikleri doğrultusunda İsrail’i yeryüzünden sileriz’’ ifadesini kullanıyor. Aştiyani, İsrail’in bölgede ‘’macera’’ peşinde olduğunu ifade ederek, ‘’Mevcut konumu ve İran’ın oraya her zaman kolayca ulaşabileceği göz önüne alındığında, her türlü saldırıdan en çok zararı İsrail görür’’ yargısına varıyor. Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, İsrail’i ‘’kanserli bir ura’’ benzetmiş, Yahudi soykırımını da ‘’efsane’’ olarak nitelendirmişti. İsrail’in Avrupa, Kanada va Alaska’ya taşınmasını öneren Ahmedinejad, ‘’İmam Humeyni’nin de dediği gibi İsrail haritadan silinmelidir’’ ifadesini kullanmıştı.

***

Bu çılgınca konuşmalar aslında sadece İranlılara ait değil. Adeta bir misilleme. Zira İranlı generalin bu konuşmasından bir hafta önce zembereğinden boşalmış gibi İsrail Altyapı Bakanı Binyamin Ben Eliezer İbrani basınında yayınlanan demeçlerinde aynen şunları söylemişti: İran’ı haritadan silelim. Buna mukabil İranlı General Aştiyani ise: “Ellerimiz armut toplamıyor; biz de aynı şekilde İsrail’i yakarız’ mesajları gönderiyor.

7 Nisan 2008 tarihli Jerusalem Post gazetesinin haberine bakılacak olursa aynı zamanda eski Savunma Bakanı olan Ben-Eliezer: “We’ll destroy Iranian nation if they attack us” demekteydi. Yani, ‘bize saldırırlarsa bastıkları zemini yakarız ve İran milletini yok ederiz’ diyor. Sadece tehdit bununla da kalmıyor. Tehdidin bir de Hizbullah ve Suriye ayağı var. Suriye’yi yıkacaklarını ve Esad’ı öldüreceklerini söyleyen ise başka bir bakan. Evigdor Lieberman. Müstefi Stratejik İşler Bakanı Evigdor Lieberman yeni bir savaş ihtimalinde Suriye’yi yanık topraklar hâline getireceklerini ileri sürüyor. Beşşar Esad’a yönelik olarak bu öfkenin sebebi ne ola ki? İsrail’de yayınlanan kimi raporlara göre babasının cenazesinde Beşşar Esad nükleer programa start vermiş. Bu raporlar ışığında öfkeye kapılan eski bakan Evigdor Lieberman, Suriye rejimi hakkında kendisini tutamayarak şunları söylemiş: “Yeniden bir savaş başlaması halinde Esad’ı, ailesini ve klanını ortadan kaldıracağımız gibi rejimini de toptan yıkar ve hak ile yeksan haline getiririz...”

***

Bilindiği gibi bu tehditlerin havada uçuştuğu sırada Ehud Barak ülkesinin kuzeyinde yaşanan askerî gerilimi gerekçe göstererek Almanya’ya yaptığı geziyi yarıda kesmişti. Bununla birlikte, Ben-Eliezer ve Lieberman’ın tehditleri havada uçuştuğu sırada İsrail tarafı Şam’a sükûnet (restraint) mesajları gönderiyor ve gerilimin sun'î olduğunu ve savaş peşinde koşmadıkları mesajını gönderiyordu. Yediot Ahronot gazetesinin haberine göre, Beşşar Esad, babasının cenazesinde taziye için gelen Kuzey Kore heyetiyle nükleer program meselesini görüşmüş ve ayak üstü mutabakata varmışlardı.

16.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Musibetlerin arkasındaki rahmeti görebilmek



İnsan bir musibete maruz kaldığında sızlar, inler. Bazan, dert yanıp, “Bu belâ da beni nereden buldu? Ne kusurum vardı da başıma geldi? Meğer ben ne kötü adammışım…” gibi bir sürü şikâyeti peşpeşe yağdırır.

Öyle mi olmalı? Olmamalı şüphesiz.

İnsana düşen “Rahmeti sonsuz Rabbim, eğer bu musibeti bana vermişse zulüm olsun diye vermiş olamaz. Yine rahmetiyle vermekte. Ben görünüşte musibet gözüken bu olayın arkasındaki sırları çözmeliyim” diye sabır ve tahammülle karşılayıp, soğukkanlılıkla musibetin sır ve hikmetlerini düşünerek üstesinden gelmek, kazançlı konuma girebilmektir.

Yunus Emre “Nârın da hoş, nurun da hoş” demiyor muydu? Aziz Mahmud Hudayî de “Hoştur bana Senden gelen / Ya gonca gül yahut diken. / Ya hil’atu yahut kefen, / Lütfun da hoş, kahrın da hoş” diyordu. “Lütf-u kahrı şey-i vahid bilmeyen çekti azap, / Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi” mısraları da Niyazi-i Mısrî’ye ait.

İmanda terakkî etmiş insanların gözünde musibetlerle nimetler arasında bir fark yok. Nimetle şükrettiren Allah, musibetle de sabrettirerek kulunu yine kazançlı hâle getirir.

Lütuf ve kahrı herkesin fark ettiğini söyleyen Mevlânâ, “Ancak kahırda gizlenmiş lütfu veyahut lütuf içindeki kahrı çok az kişi anlar” der. Bundan dolayı da, “Ey bütün ziyanları kâr eden! Sen varken bizim ziyandan ne korkumuz olur?” demeyi de ihmal etmez.

Musibetin bütün bütün şer olmadığına, bazan saadetin felâket olduğu gibi bazan felâketten de saadet çıktığına dikkat çeken Bediüzzaman da, her musibette bir cihet-i rahmet olduğunu söylüyor. Nefsi susturan fıkralarından beşincisinde de, “Hem, yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim!” diye seslendiği nefsine şunları söylüyor: “Kat’î kanaatim gelmiş ki, zahirî musîbetler altında ve neticesinde, inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var. ‘Umulur ki hoşlanmadığınız birşey sizin için hayırlı olabilir’1 çok kat’î bir hakikati ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî senin hatırın için—pek geniş kanun-u Kaderî—değiştirilmez.”2

Musibeti gülerek karşılamalı. Tâ ki küçülsün, tükensin. Mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, düşmanlığın barışa, husumetin şakaya dönüştüğünü, düşmanlığın küçülüp mahvolduğunu söyleyen Bediüzzaman, tevekkülle musibeti karşılamanın da böyle olduğunu söyler.3

Sonra görünüşteki musibetlerin altında ve sonucunda inayet-i İlâhiyenin çok tatlı sonuçları olduğunu düşündüğümüzde önümüze bir çok hakikatler, tatlı neticeler çıkar.

Musibetlerin geçici olduğu rahatlatır bizi. “Keyf gider. Sıkıntı ve zahmetin ise öyle lezzetli faydaları var ki o zahmeti hiçe indirir.”4

Şu sonuç da büyük ölçüde tesellî kaynağı: “En büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir.”5

Demek bütün mesele musibetlere takılıp kalmamak, arkasındaki rahmet izlerini görebilmek.

Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 216. 2- Emirdağ Lâhikası, s. 173. 3- Lem’alar, s. 19. 4- Şuâlar, s. 267. 5- A.g.e., s. 650.

16.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Namaz: Kulluğun ve hürriyetin zirvesi



Namaz, kulluğun zirvesi ve hürriyetin Mi’rac boyutunda doruğudur. Evet, kula kul olmaktan kurtulmak, yalnız Allah karşısında el pençe divan durup yalnız O’nun karşısında boyun eğmek, yalnız O’nun huzûrunda secdeye kapanmanın fiilen tatbikâtıdır. Her rekâtta, günde kırk defa, “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz,”1 diyerek hürriyet zevkini tadarız.

Namaz, “ruh-beden sağlığına”, ahlâkî ve sosyal hayata sayısız faydalar, özellikler, güzellikler kazandırdığı gibi; hak ve hürriyetlerin de ihyasına sebeptir. Buna binaen; “Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette ibadetlerin en büyüğüdür”2 meâlindeki âyetin işaret ettiği, namazın “hayasızlık ve kötülüklerden alıkoyup kurtuluşa erdiren” cephesine temas edelim:

Namaz, dünyevî, maddî esaretten, işkoliklikten koparak Mi’racın meydanlarında hürriyete kanatlanmaktır. Maddeperestlik, inançsızlık ve ibâdetsizlik sıkıntı, üzüntü, endişe, hülâsa stres, dolayısıyla psikolojik, rûhî, psikosomatik hastalıklar sebebidir. Yâni, mide ülseri, kalb damarı hastalıkları ve sindirim sistemi hastalıkları, hattâ kansere de sebebiyet verir.3 Stresten uzaklaşan; sefâhet, alkol ve uyuşturucu batağına saplanmaz. “Hakkıyla dosdoğru kılınan beş vakit namaz, streslerin, artan teknolojik baskıların en faydalı ilâcı”4 olur. İngiliz Tıp Kurumu, depresyon ve ona bağlı hastalıklardan korunmak için, “Bedenen ve zihnen faaliyetlerinizi sürdürün, ‘namazdan’ yararlanın”5 tavsiyesini yapar. Abdestle uzuvlar rahatlar; namazla tek bir noktaya teveccüh edilir, sıkıntılar “tekbir” ile geriye atılır ve “Rûh, kalb ve akıl büyük bir rahata”6 ve hürriyete kavuşur. Beyin en çok, 03.00-05.00 arası üretim yapar. (Zihnî çalışmaya zemin hazırlayan teheccüt ve sabah namazı) Namaz, farklı, yeni, berrak fikir ve duyguları yönlendirme imkânı sağlar.7 Yani, ufkunu genişleterek düşünce hürriyeti meydanlarında cevelân ettirir. Program ve zamanı kullanma san'atını öğreten namaz; birlik, kültür alış verişi, dayanışmayı (cemaatle namaz) da netice verir.

Namaz ile, acz, fakr ve kulluğunu ilân eden kul, hemcinslerine karşı kibirli davranamaz. Onlarla konuşurken, muhatap olurken, nezâket kaideleri içinde kalmak gerektiğinin dersini alır.

Namaz, sevgi kaynağıdır. Bir insan nasıl ki, büyüklerin istek ve emirlerini yerine getirmekle bir lezzet ve huzur duyar. Aynen öyle de, Kâinatın Sultanı olan Cenâb-ı Hakkın emirlerini yerine getirmekle aklî, vicdânî ve kalbî bir sevinç ve huzur duyar.

Namaz vicdânî bir vazife, bir teşekkürdür. Günde beş sefer, yapılan ikram ve ihsanlara teşekkür sunan bir insan, sair insanlardan gelen ikramlara karşı da teşekkür etmek gerektiğini vicdanına yerleştirir.

Namazını dosdoğru kılan insanlar, alkol, uyuşturucu, kumar, intihar gibi kötü yollara sapmazlar. Ve sâir insanları da rahatsız etmez, haklarına tecavüz etmezler. İş ve çevre şartları, çoğu zaman insanı yalnızlığa mahkûm edebiliyor. Dünya hâdiseleri, problemleri, sıkıntıları, yeni yeni gelişmeler, âdeta insanı yalnız yakalar ve bunaltır. Böyle bir vaziyette olan insan, hemcinsleriyle bir araya gelmeye, konuşmaya, kaynaşmaya, dertleşmeye, kültür alış verişinde bulunmaya, haber almaya, hâdiseleri değerlendir-meye muhtaçtır. Namaz veya toplu ibâdetler, farklı kültür âile ve çevrelerde yetişen insanları bir araya getirip, aynı gaye ve hedef etrafında motive eder, kaynaştırır. Aralarındaki koordinasyonu sağlar. Kültür alış verişlerine zemin hazırlar.

Dipnotlar: 1- Fâtiha, 5.; 2-Ankebût, 45.; 3-D. Haluk Nurbâki, Kur’ân-ı Kerim’den Âyetler ve İlmî Gerçekler, s. 153.; 4- Doç. Dr. Sefa Saygılı, Strese Son, s. 22.; 5- Çağımızın Büyük Sağlık Sorunu: Depresyon, İnk. Kitabevi, 1990, s. 135.; 6- Sözler, s. 27.; 7- Age, s. 215.

16.04.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Boykot yerine, modern tarıma yöneliş



Fiyatı katlanarak yükselen pirinç için boykot çağrıları yapılıyor.

Kabine üyesi bir bakanın ardından, iki önemli sivil toplum kuruluşunun başkanları tarafından da benzer yönde çağrılar yapıldı: "Pirinci bir süre boykot edin, almayın; bakın fiyatı nasıl da düşüyor."

Boykotun elbette ki, bir etkisi olur. Ama, o da bir yere kadar. Dolayısıyla, bu tarz bir yöntemle kesin çözüme varılmaz.

Zira, bugün pirinç için söz konusu olan sıkıntı, yarın bir başka kalemde kendini gösterir. Sürekli boykot, pratikte de geçerli olmadığına, olamayacağına göre, çareyi esastan düşünmek ve ona göre tedbir almak gerekir.

Bu ve benzeri sıkıntıların temel çözümü, kalitesi gibi verimi de yüksek olan modern tarım politikalarından geçer.

Bugün Türkiye tâ Amerika kıtasından bile badem, Asya'nın uzak diyârlarından kuru üzüm ve benzeri mahsüller ithal etmek durumunda kalmışsa, bunun sebebi uygulanmakta olan yanlış veya ilkel tarım politikalarıdır.

Türkiye, esasen bu ve benzeri mahsülleri üretmek ve hatta bunları dünya pazarlarına sunmak gibi büyük avantajlara sahip bir ülkedir. Hem öyle ki, tam kapasite ile devreye girmesi halinde, tek başına GAP bölgesindeki üretim ile Türkiye'nin iki misli büyüklüğündeki ülkenin ihtiyacını karşılamak dahi mümkün.

Ama, ne hazindir ki, GAP, beş–altı senedir adeta yüzüstü bırakılmış durumda. Yaşanan sıkıntının bir ayağını da bu ihmalkârlık teşkil ediyor.

PARA-PUL DÜELLOSU

Bilindiği gibi, M. Kemal'in ölümünden hemen sonra para ve pullar üzerindeki resmi kaldırıldı, yerine ise Cumhurreisi İsmet Paşanın resimleri konuldu.

Başbakan Erdoğan'ın hayıflanarak hatırlatması sebebiyle, bu mesele tekrar gündeme geldi ve tartışma konusu oldu.

Doğrusu, iktidar partisi ile anamuhalefet partisi arasında yaşanan bu para–pul düellosunda taraf olmanın mantığını ve haklı bir sebebini bulamıyoruz.

Neticede, bu mesele Halk Partisinin iç bünyesinde yaşanmış olan ilk ciddi çatlağın bir ifadesidir, bir göstergesidir.

1939 yılı Aralık ayından itibaren başlayan ve yaklaşık on sene devam eden bu radikal uygulama sebebiyle, Atatürkçülerle İnönücüler büyük çapta ayrışmış, hatta yer yer birbirine düşmüşlerdir.

Bu uygulamaya, 1950'den sonra özellikle Celal Bayar'ın marifetiyle son verildi. Tekrar eski tarza dönüldü. Ancak, eskiye dönüş şeklindeki bu uygulamanın ne Bayar'a, ne de DP iktidarına bir faydası olmuş. Bayar, "Atatürk'ü sevmek millî ibadettir" dediği halde, yine de Atatürkçülerin gazabından kurtulamamıştır.

Aynı şekilde, yine Bayar'ın mârifetiyle çıkartılan "Koruma Kànunu" ile Anıtkabrin inşası da, Demokratlara bir hayır getirmemiş, aksine onların bu tarzdaki yaranmacılığı Atatürkçüleri daha çok hiddete getirmiş ve onları Demokratların aleyhine sevk etmiştir.

1960'ta DP iktidarını deviren ve Demokratları siyaseten de parçalayan Atatürkçüler, daha da ileri giderek, darağacında kullandıkları idam gömleği ile yağlı ilmiklerin parasını dahi şahitlerin ailesinden tahsil etme garabetini göstermişler.

Başbakan Erdoğan ve arkadaşlarının, bütün bu yaşananlardan bir ders çıkararak, para ve pullar üzerindeki resim meselesinin uzağında durmalarını önemle tavsiye ederiz. Zira, ne yaparlarsa yapsınlar, İnönücülere olduğu gibi, Atatürkçülere de hiçbir şekilde yaranamazlar.

Tarihin yorumu

Almanya, İngiltere'nin belini büktü

İman savaş uçakları, İngiltere'nin başkenti Londra'yı bombardımana tuttu. Yaklaşık 500 uçakla gece boyunca bombalanan şehir harabeye döndü.

Bu şiddetli hava taarruzu, Nisan ayı sonlarına kadar aralıklı şekilde devam etti.

İngiltere, bu taarruzlardan çok büyük zarar gördü. Ülkede büyük bir sarsıntı yaşandı. En büyük ve en modern şehri harabeye dönerken, ülkedeki can kaybı da çok büyük oldu.

Neticede, o dönemin en güçlü devleti ve en çok sömürge sahibi olan İngiltere'nin adeta beli büküldü.

Böylesine zayıf ve acınacak bir duruma düşen İngilizler, başta Rusya olmak üzere, Fransa ve Amerika'dan yardım istedi.

Bu büyük devletler İngiltere'nin yanında, İtalya ve Japonya ise Almanya'nın safında savaşa katıldılar. Avrupa kıtasının tamamını ve dünyanın muhtelif bölgelerini etkisi altına alan bu büyük savaş, 1945 yılı ortalarına kadar devam etti.

1944 yılı sonlarında savaşın seyri değişmeye başladı. 1945'e gelindiğinde, Almanya'nın hemen bütün şehirleri yakılıp yıkılarak harabeye döndürüldü. Meselâ, Köln şehrinin yüzde 90'ı harap olmuş bir vaziyetteydi.

Esasında her iki taraf da çok ağır zarar ve zayiat vermekle beraber, neticede Almanya, İtalya ve Japonya mağlubiyeti kabul etti. Yekûn insan kaybının 30 milyondan fazla olduğu tahmin ediliyor.

16.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Nebe Sûresi’nin fazileti



Ankara’dan okuyucumuz:

*“Nebe Sûresini okumanın fazileti nedir? İniş sebebi nedir? Gün içinde ne zamanlarda okunur?”

Nebe Sûresi, Kur’ân’ın 78. sûresidir. Mekke’de inen ilk sûrelerdendir. Mekkeli müşrikler, Peygamber Efendimiz’in (asm) getirdiği kıyamet, âhiret, mahşer, sorgu, sırat, Cennet ve Cehennem haberleri üzerine inatla ve alaycı biçimde birbirlerine bu haberlerin gerçek olup olmadığını sorup duruyorlardı. 77. Sûre olan Mürselât Sûresi “O günü yalanlayanların vay haline? Onlar artık kıyamet günüyle ilgili olarak Kur’ân’dan sonra hangi söze inanacaklar?” sorusuyla bitiyor ve hemen ardından Nebe Sûresi “Onlar neyi sorup duruyorlar? Üzerinde ihtilâfa düştükleri o büyük haberi mi?” sorularıyla başlayarak, inanmayanlara kıyamet, âhiret, diriliş vb. o gelecek günlerle ilgili olarak, müşrikleri sarsıcı ve azaptan uyarıcı cevaplar veriyor.

Nebe Sûresi kıyamet haberleri ile dolu bir sûre. Kıyamet ve sonrası ile ilgili haberler taşıdığından, ilk âyetinde geçen “Nebe” (önemli haber) kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûre gün içinde her dakika okuyup feyiz alabileceğimiz bir sûredir. Sûrenin şemsiyesi sonsuza kadar açılır ve her kendini okuyanı içine alır, her kendine sığınana şefaat eder. Bilhassa günlük yorgunluklarımızın arttığı ikindi vaktinde, İkindi Namazını kıldıktan sonra okumak sünnettir.

Sûrenin gelecek haberleriyle dolu bıçak gibi keskin âyetleri şöyle devam ediyor:

“Evet; yakında bilecekler! Biz yeryüzünü bir döşek, dağları birer kazık kılmadık mı? Sizi de çift çift yarattık! Uykunuzu bir dinlenme vasıtası kıldık! Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü bir geçim zamanı kıldık! Üzerinizde yedi sağlam semâ kurduk. Gökyüzüne parıl parıl parlayan bir kandil astık. Yağışa hazır bulutlardan bol bol su indirdik. Onunla yerden daneler ve bitkiler, sarmaş dolaş gür ağaçlı bahçeler çıkardık.”1

Sûrede buraya kadar dünya nimetleri hatırlatılıyor. Her bir nimet, bundan faydalanan insanın zihnine çelik harflerle çakılıyor. Bu âyetleri okuyan insan; “Evet doğru! Allah bütün bunları bizim için yarattı” diyor ve teslim oluyor.

Sûre bundan sonra gelecek haberlerini ardı ardına sıralıyor. İzleyelim:

“Şüphesiz o hüküm günü belirlenmiş bir vakittir. O gün Sur’a üflenir. Siz de bölük bölük gelirsiniz. Gök açılır; kapı kapı olur. Dağlar yerinden yürütülür; bir serap olur. Cehennem gözetler durur. Orası azgınların varacağı yerdir. Sonsuz çağlar boyunca kalacaklar. Kaynar suyla irinden başka orada ne bir serinlik tadacaklar, ne de bir içecek. İşte yaptıklarına uygun bir ceza!”2

Müşriklerin bu kadar ağır cezayı ne yaparak hak ettiklerini insan ürpererek merak ediyor. İşte Kur’ân iki âyetle buna cevap veriyor:

“Onlar hesaba çekilmeyi ummuyorlardı. Âyetlerimizi yalanlayıp duruyorlardı.”3

Demek hesaba çekilmeyi ummadan yaşamak ve Allah’ın âyetlerini yalanlamak böylesine korkunç bir cürüm! Peki, bunu kim biliyor ki? Müşrikler zannediyor ki, yaptıklarımız, yalanladıklarımız, inkârlarımız yanımızda kâr kalıyor. Unutulup gidiyor! Bunun bir defteri, kaydı kuydu tutulmuyor. Onlar öyle zannetsinler. Cenâb-ı Allah diyor ki:

“Biz her şeyi tek tek kaydettik.”4

“Peki, af yok mu?” dediğinizi duyar gibiyim.

Onlar af istememişler ki! Onlar Allah’a sığınmamışlar ki. Onlar hesaba çekileceklerine inanmadan yaşamışlar. Onlar inkârdan ve yalanlamaktan hiçbir şekilde vazgeçmemişler ki. Onlar Allah’ın âyetlerini küstahlıkla ve kibirle sorgulamaktan, insanların aklını karıştırmaktan, Allah’ın hak elçisine işkence yapmaktan geri durmamışlar ki. İşte Cenâ-b-ı Allah bu yüzden bu azap bahsini şu sarsıcı ifadelerle bitiriyor: “Şimdi tadın azabınızı! Sizin için azaptan başka bir şey arttıracak değiliz.”5

Nebe Sûresi bu âyetten sonra Cennet haberlerine geçerek, azap haberlerinden içi daralan inananların içine su serpiyor. Şefkatli cümleleriyle Cenneti bütün güzellikleriyle tasvir ediyor. Cennet cümlelerinin ardından:

“İşte hak olan gün budur. Artık dileyen, Rabbine giden bir yol tutsun kendine”6 âyeti son önemli uyarısını yapıyor. Nihayet, insan olduğu halde, bu haberlere kulak vermediği için sorumluluklarını yerine getirmemiş olarak Allah’ın huzuruna çıkmaktan utanan kâfirin, o gün, “Keşke toprak olsaydım!”7 diyerek derin ve dönüşsüz bir pişmanlık içine gireceğini bildirerek sûre sona eriyor.

Dipnotlar:

1- Nebe Sûresi: 40 2- Nebe Sûresi: 39 3- Nebe Sûresi: 30 4- Nebe Sûresi: 29 5- Nebe Sûresi: 27, 28 6- Nebe Sûresi: 17-26 7- Nebe Sûresi: 1-16

16.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Kırılma noktası” ve “dram”



Başkent kulislerinde bir dizi siyasî senaryodan söz ediliyor. Ekonominin riskli belirsizliğine siyasetin belirsizliği de eklenince, tıpkı demokrasinin rafa kaldırıldığı dönemlerdeki gibi ortalık yine toz duman; bir yığın söylenti dolaşıyor. İktidar partisinin “kapatma davası”na karşı kararsız tavrı, pusuda bekleyen “ara dönem akbabaları”nı iştahını kabartıyor. Bundandır ki hergün yeni bir politik proje ortaya atılıyor. Baştan beri ABD’ye endekslenen politikalarıyla uzun zamandır AB’yi bir kenarda bırakan AKP, “kapatma davası”yla birlikte AB müzâkere sürecini ve Türkiye’nin vaad ettiği demokratik reformlara dair uyum yasalarını hatırladı. Lakin bunda da kararsızlık ve belirsizlik içinde yalpalamakta…

Bir yandan, salt parti kapatmayı zorlaştıran Anayasa ve yasalardaki sınırlı değişiklikler ortaya atılıyor. Ardından CHP ve MHP’nin bu hususta “destek vermeyecekleri”nin ilânı üzerine, bundan cayıldığı bildiriliyor. Bu iki partinin anayasal değişiklikleri Anayasa Mahkemesi’ne vermesinden çekinerek…

Diğer yandan, partinin sâdece kendini kurtarma ve bir tek kapatmayı engelleme peşine düşmediği intibâını vermek hesabına kapsamlı bir “demokratikleşme paketi”den bahsediliyor. Ancak çok geçmeden bu ihtimalin de “yüzde 50” olduğu, bundan da vazgeçilebileceği, bizzat parti yetkilileri tarafından dile getiriliyor.

Bütün bunların yanısıra Anayasa değişikliğinin referanduma götürülüp sonuçların partiye verilen oylar olarak lanse edilerek mahallî seçimlerde oya tahvili tezi ileri sürülmekte. Ne var ki krizi daha da içinden çıkılmaz hale dönüştüreceği endişeleriyle şimdilik bu da askıya alınmakta…

Kısacası kimse ne olacağını bilmiyor. Siyasî iktidar, Erdoğan’ın başkanlığındaki “dar kadro”nun yapacağı “güçlü savunma” hazırlığının ötesinde bir adım atmıyor, atamıyor. Demokratikleşmede ise yetersiz bir iki makyaj değişiklikle kalınıyor. Bu kırılganlık ve kararsızlık, en iddialı partililerde bile “partinin kapatılacağı” telaş ve tedirginliğini tetiklemekte, alttan alta bir çok proje ve siyasî senaryonun uç vermesine sebebiyet verdirmekte. Bundandır ki daha şimdiden kapatma sonrası AKP’nin devamı olacak “yeni AKP” ya da “post AKP” hesapları yapılmakta…

Söz konusu senaryoların önemli bir kısmının, Abdüllatif Şener’in isimi etrafında dolaştığı görülmekte. Şener’e atfedilen “yeni oluşum” söylentileri bir yana, katıldığı partisinin son Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’nda dile getirdikleri, son siyasî sürece âdeta ayna tutmakta. “Partiyi birlikte kurduklarını, çok iyi hazırlanıp iyi başlangıç yaptıklarını” belirten Şener’in, sözünü ettiği “kırılmalar” ve “hatalar”, işin püf noktasını teşkil etmekte. Dahası, Şener’in toplantıda 22 Temmuz seçimleri öncesi Başbakanlık Resmî Konutunda yapılan “gece yarısı özel bir görüşme”ye atıfta bulunması, “işin içindeki iş”in perde arkasını aralamakta. Zira Şener’in, Yargıtay’ın AKP hakkında resmî kurumlardan bilgi istemesiyle ilgili bir “belge”yi Erdoğan’a verdiğini ve daha o zamandan “kapatma”ya dikkat çektiğini belirtme bahanesiyle anlattıkları oldukça enteresan! Erdoğan’a, “Sizinle baş başa görüşmemiz olmuştu; hatta Abdullah Gül’ü de dışarı çıkartmıştınız; başbaşa kalmıştık, sizlere bir belge verdim” demesi, “belge”nin ötesinde, özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde AKP içindeki başka başka “kırılma kavşakları”nı ve “fay hatları”nı açığa çıkarmakta…

Dikkat çekicidir; Şener’in, Yargıtay’ın AKP’yi tâkip edip resmî kurumlardan bilgi ve belge istediğini haber verdiğini belirtirken, onca kurul üyesi içinde Erdoğan’la “gece yarısı özel bir görüşme”de “Gül’ün dışarı çıkartıldığı”nı açıklamasının amacı ne? Neden salt Başbakan’a “kapatma davası” ikazıyla yetinmeyip, toplantının ortasında Erdoğan’ın Gül’ü dışarı çıkarttığını açıklama gereği duyuyor? Basına kapalı MKYK’daki bu “açıklama”nın medyaya ayrıntılarıyla sızmasının maksadı ne? (Vatan, 8.4.2008)

Üzerinden altı ay geçtikten sonra Şener’in, AKP’de “kırılma noktası”nın Erdoğan’ın laiklikle ilgili konuşması olduğunu ve “Cumhurbaşkanı seçim süreciyle bu noktaya geldik” demesinin anlamı nedir? Erdoğan’ın, “Abdüllatif Bey’in sözlerini dikkate almamız lazım” yorumu hangi mânâya geliyor? “Gül’ün Çankaya’daki yalnızlığını, çırpınışını, etkisizliğini, hareket kabiliyetinden yoksun kalışını ve önyargı duvarlarıyla sarmalanmış olmasını” ve “ Köşkü bir dikkat merkezi olmaktan çıkarıp önemini kaybettirdiğini” Ahmet Hakan, köşesinde “acıklı mı acıklı bir dram” olarak yazıyor. Gerçekten bunun, “Gül’ün, ‘Keşke Tayip Erdoğan’ı beni aday göstermek zorunda bırakmasaydım’ diye içinden geçiriyor mu?” sorusuyla bir ilintisi var mı? (Hürriyet, 11.4.2008)

Yoksa bu “kırılma” ve “dram”, AKP’nin seçim meydanlarında “367 çarpıtması”nın siyasî rakiplerine karşı siyasî rant temininde insafsızca kullanmasının vebâlinin ilk tezâhürü mü?

Siyaset, “kırılma” ve “hatalar”ın itiraf edildiği ilginç bir sürece giriyor…

16.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

301’de 3’ü net 1’i flu



TCK 301. madde şimdiden ortamı ısıtmaya başladı. Tartışmanın odağını yeni düzenlemede dâvâ açma yetkisinin Cumhurbaşkanına verilmesi oluşturuyor.

Maddede dâvâ açma yetkisinin verilmesi istenen üç merci var: Cumhurbaşkanı, adalet bakanı, komisyon.

Hükümet, eskiden olduğu gibi onay yetkisinin tekrar Adalet Bakanına verilmesini istiyordu. Ancak bunun üzerinde duramadı. CHP’nin Adalet Bakanının siyasî olduğu için vereceği veya vermeyeceği onayların tartışmaya yol açacağı yönündeki itirazını dikkate aldı ve düzenlemeye cumhurbaşkanını ekledi.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın açıklamasına göre bu bir taktik. Buna göre hükümet bir nev'î ölümü gösterip sıtmaya razı edecek.

Dikkat edilirse, teklif müşahhaslaştıktan sonra muhalefet, cumhurbaşkanına verilen onay yetkisinin anayasal boşluk oluşturacağını belirterek itiraz etti. İtirazlara göre bu yetki için anayasaya eklenme yapılması lâzım. Anayasada cumhurbaşkanının sahip olduğu 26 yetki sayılıyor. 301 ile birlikte bu sayı 27’ye ulaşacak. İş uzayıp gidiyor.

AKP’nin taktiğine göre muhalefet Adalet Bakanında uzlaşacaktı. Nitekim, Fırat muhalefetin dâvâ açma yetkisinin Adalet Bakanlığına verilmesi yönünde bir teklif getirmesi halinde buna destek vereceklerini söyledi.

Aslında muhalefetin itiraz noktası onay mercii değil. Maddenin değiştirilmesini istemiyor. Cumhurbaşkanı veya Adalet Bakanı bahane. MHP ve CHP bu konuda tam bir fikir birliği içinde. AB’nin maddenin değiştirilmesini istemesi muhalefeti daha da hırslandırıyor.

İki muhalefet partisi 301’in önünde kale gibi duracak. Geçmemesi için her türlü engeli çıkaracak. Hatta gereğinden fazla büyütülerek “Türkiye’nin bölünmesinin yolu açıldığı” gibi bir siyaset güdecekler. MHP lideri Devlet Bahçeli “teklifle sonuna kadar mücadele edeceğiz” derken düzenlemeyi “suikast” olarak tanımladı. Maddenin değişmesi halinde bile peşini bırakmayacaklarını, tek başına iktidarlarında düzeltmeyi yaparak sorumlularından “hesap soracaklarını” söyledi.

DTP cephesinde ise maddenin lüzumsuzluğu dile getiriliyor. Hrant Dink cinayeti sebebiyle 301’e “sabıkalı madde” diyen Ahmet Türk, maddenin tamamen kaldırılmasını istiyor. Meclis’te grubu bulunan dört parti içinde rengi en belirsiz grup AKP. MHP ve CHP dokunmayı bile istemezken DTP tamamen kaldırılmasını istiyor.

AKP, net bir tavır içinde girmekten itina ile kaçınıyor. 301’i hem değiştirmek istiyor, hem istemiyor. İstiyor ama gereğini yapmıyor. İstemiyor ama buna mecbur.

16.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri