Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Selim GÜNDÜZALP

Cihana bedelsin Sultanım



O’na (asm) özlemle…

Arınmaya muhtaç gönlümüz; varlığınla güneş buldu ısındı içimiz, aydınlandı yüzümüz… Kulağıma küpe olur her işte, her adımda, bir güzel sözün Senin. Eğiten, öğreten, kaynağı su gibi berrak, temiz sözlerin.

Ülke ülke sınırsız nice kalpleri fethedersin.

Ey ölümsüz sevgili…

Sen ki, her daim bir bulutun gölgelemek için beklediği,

Görevli meleklerin koruduğu,

Her yetimin, sesini duymak istediği.

Sen ki her suçlunun, her günahkârın sığınağı,

Teselliyi sende bulduğu korunağı, barınağı oldun.

O denli emin, o denli yakın bildiler seni.

Reddetmedin hiç, yanına geleni.

Abdurrahman b. Cübeyr ebu Tavil anlatıyor:

Bir gündü ki, iri yapılı bir adam Resûlullah’a (asm) geldi.

(Başka bir rivayette: Kaşları gözlerinin üzerine sarkmış, bastonuna dayanarak gelen yaşlı bir adam Hz. Peygamber’in önünde durup)

“Küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp, her tür günahı işleyen bir adam hakkında ne dersiniz?”

(Başka bir rivayette: “Günahları yeryüzü halkına dağıtılsa onları helâk edecek derecede olan birine, tövbe imkânı var mıdır?”) dedi.

Resulullah (asm):

“Sen İslâm’a girdin mi?” dedi

Adam:

“Ben şahadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve Sen de O’nun Resûlüsün” dedi.

Resulullah (asm):

“Hayırları yap, kötülüklerden kaçın ki, Allah (cc) bütün bunları senin için hayır yapsın” buyurdu.

Adam:

“Bozduğum sözler, hainlikler ve yaptığım bütün kötülükler de mi?” dedi

Resulullah (asm):

“Evet” dedi.

Adam:

“Allahuekber, Allahuekber…” diyerek gözden kaybolup gitti.

(Heysemî, Mecma; 1/36; İbni Hacer, İsabe; 4/149)

...

Senin isminle süsleriz, senin sevginle içimizi,

Senleşiriz, büyürüz.

O kadar ki, yerde çiçek, gökte yıldız olur parlarız.

Sığmaz içimizdeki bu sevgi, taşarız,

Yeryüzüne, göklere ve ötelere...

Cennetlere.

Sen oluruz biz,

Sen ki; cihana bedelsin Sultanım.

Nasıl olduysa oldu, nasıl sardıysan sardın, ufkumuzu kuşattın.

Emrin olur Sultanım, çıkmayacağız buyruğundan, ayrılmayacağız kapından.

Sen nasıl dersen, baş göz üstüne.

Sen, ‘kal’ dedikçe seninleyiz.

Sen ki, sevgilerden, sevmelerden, bu gibi kelimelerden çok çok yücesin.

Lâkin başkaca halimi anlatacak sözcük de yok.

Bir şairin dediği gibi hani:

“Seni sevmek haddim değil ama severim yâ Resulallah,” seveceğim yâ Resulallah…

Yazmak ne haddimize ama bu kalem, bu dil, bu gönül, seni anlatmak için yorulsun izin ver de şahım.

Sen ki, cihana bedelsin sultanım.

Bir sabah vakti aydınlığa çok az kala minarelerden sesin yankılanır.

Kapılırım bu çağrıya ağlamaklı olurum.

“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resûlallah…”

“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Habiballah…”

Derim, defalarca bıkmadan söylerim.

İçimin acıları diner.

Hafifler ruhumu yakan ateşler.

Anlarım, “Yanan kalbe devasın sen. Bulunmaz bir şifasın sen. Muhammed Mustafa’sın sen” diye diye...

Gül yüzüne hasretiz.

Gül yüzünü dünyada göremedik ya.

Bari rüyada olsun, lûtfet de görelim bir kerecik yâ Resûlallah.

O yüceler yücesi, tertemiz sevginle yanarken içim,

Yine yetiştin imdadıma, yine benim oldu gökyüzü,

Mutluluğun en verimli gündüzü,

Şafak içimde söktü.

Bir namaz, bir mi'rac öncesi.

Bir meleğin eliyle yıkanan için gibi.

Yıkandım, bir bulut olup aklandım.

O bulut, yağmur olup yağdı içime.

Sonra da gökten yağan değil, “göğe yağan yağmur” oldum o vakit.

Senin için sevgilim.

Sen ki, Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim

Sen ki, cihana bedelsin sevgilim.

Demek istediğim o ki;

Bir cümle, belki de o tek kelime yeter de artar bile binlerce derdime.

“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resûlallah.”

Yudum yudum bal özü sunuyorsun ruhuma.

Sen ki, cihana bedelsin sultanım.

Hiçbir peygamberin bırakmadığı, ebedî ve sonsuz bir mucize bıraktın.

Öksüz bırakmadın ümmetini.

Rahman’dan armağandı, o Kur’ân’dı.

“Sıkı sıkı yapışın, bağlanın ona, kopmayın,” dedin.

Öğüdün kalbimizdedir, kulağımıza küpedir.

Sen hiç güzelden, doğrudan yana olmayan bir şeye çağırmadın bizi.

“El Emin”di bir ismin. Böyle bilir, tanırlardı seni. Kâinatın şeklini değiştirecek bir dâvetle geldiğinde ise, bazıları gözünü kapadı, bazıları nasipsiz kaldı nurundan.

Olsun, “Azın bereketi çok olur” derler. Bir avuç insanla kâinatı fethe çıktın. Ne insanlardı onlar.

Güneş oldun hayatlara. Odalara, ovalara sığmadı nurun, kıt’alar dolaştı yâ Resulallah.

Sen ki, cihana bedelsin sultanım.

Ne zaman senden ve senin binbir hatıranın biriciğinden bahsetsek;

Isınırız hemen üşüyorsak, çoğalırız hemen azsak.

Nice can, nice ervah doluşur, cinler melekler saf saf oluşur, sarar dört bir yanımızı.

Soluk soluğa kalırız, susarız.. Susarız..

Nefesler tutulur ve kalpler o tek bir cümlede buluşur.

Sana dair o sevgi sözünde..

“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resûlallah!”

Bir yıldız bıraktın söyleşelim diye gökyüzünde.

Gökyüzünü severim yâ Resulallah…

Babamın öldüğü günün gecesi pırıl pırıldı gökyüzü. Yeryüzü karlarla kaplıydı. Her yer ışıl ışıldı.

Babamın tabutunu taşırken üşümedim o soğuk günde bile.

Güneş oldun ısıttın içimi, o Şubat’ın birinde bile.

Ölümü sevdiren sen oldun. Giden ahbabın adresi sen oldun. Hepsini yanında, halkanda sohbetinde bildik. Teselli bulduk.

Canlar canını, ballar balını bulduk. Kovanımız yağma olsun... Yâ Resûlallah.

Allah’ım bu sevgiyi Sen koydun kalbime.

Sevdirmeseydin sevebilir miydim?

Şimdi içimde nurdan bir çağlayan var.

Bu coşkuya tercüman olmakta zorlanıyor dilim.

Rahmet oldun ey yağmur; ey Rahmeten lil âlemin olan sevgilim...

Sen ki, cihana bedelsin sultanım.

Bir cümleyle, bir koca dünyayı seyre getirdin şahım:

“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resulallah…”

Vazgeçmemi istediğin, yasak dediğin nice arzular emrin üzre terk edildi...

Rabbim istediği için.

Birinin ihaneti, birinin tuzağı olacaktı içimizden. İmtihanın gereğiydi bu, lâkin.

Şeytan ve nefsin tuzağına ışık oldun, set çektin, erittin, kül ettin.

Yeter ki adın dilimden hiç düşmesin. Kutlu bir meşale gibi yansın önümde.

İçimde ışık ışık yanarken sözlerin. Benim derdim, sendin.

Kim nereden bilecekti?

Gece yarıları uyanıp, ellerimde tuttuğum ellerin olduğunu.

Cihana bedelsin sultanım.

Gökyüzünle konuşmayı bana sen öğrettin.

Yıldızlarla konuşmayı, Ayla konuşmayı,

Şahit tuttuğun her şeyle konuşmayı, sen öğrettin.

Ne çok şahidin var yâ Resulallah, hadde hesaba, sayıya gelmez.

Her şeye rağmen karanlık, zulmet artsa, zorluklar çoğalsa, ne gam.

Sığınırım o engin şefkatine, şefaatine. Uhud’da Hz. Ali (ra) gibi savaşın şiddetlendiği anda senin arkana sığındığı gibi sığınırım.

Nurundan nasibim ziyadeleştikçe, korkum yok, pervam yok bir elemden.

Kat kat dökülse üstüme katran olup en siyah geceler bile.

Bir damla bulaşmadan, sahil-i selâmete ulaşırım inşaallah o imanla, o ümitle.

Cihana meydan okurum. Değil mi ki, yeryüzü Allah’ımın; Tarık bin Ziyad gibi gemilerimi yakarım. Yürürüm denizlerden.

Çekilen denizlerin ardında, kumlarda kalan yazılar gibi.

İçimin denizleri çekildiğinde adın, ismin belirir...

İki yüz trilyon hücremle beraber:

“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resulallah…”

Cihana bedelsin sultanım.

Sen olmasaydın, kendi sonsuzluğuma inanmak da zordu.

Sen ki, cihana bedelsin sultanım.

Ey benim canlı güneşim.

Kutuplar kadar soğumuş.

Isıt içimi.

Buzlar, içimin ateşinde erisinler.

İklimler önce içimde değişsinler.

Eğer olacaksa bir değişim, böyle olsun isterim.

Sen ki ilk olduğun için sona geldin şahım.

Sen ki cihana bedelsin sultanım.

Ezanlar, sana çağırıyor.

Bir kuş hızla geçti, selâm durdu çağrına.

Sen taşan bir deniz.

Biz kırık bir testiyiz.

Cılız fideler gibi, en hafif rüzgârda sallanır ruhum.

Titreyen bedenim sana tutundu son çarem oldun.

Sarmaşığım oldun.

Çok geç anladık, çok geç...

Duâlarında bizi dilediğini, “kardeşlerim” dediğini, çok geç anladık ya Resulallah.

Geç olmadan yetiş.

Soframızdaki her nimetin, havanın, suyun, güneşin,

Hâsılı bir yudum nefesin bile sendenmiş beti bereketi meğer.

Dargeçitleri geçerken.

Yanımdaymışsın da haberim yokmuş.

Bir kuş oldu kanatlandı duâlarım.

“Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resulallah…”

Sen ki, cihana bedelsin sultanım.

Son söz:

Allah’ım affet, adınla güzel et...

26.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Sivil altyapı şart



Hakkında kapatma dâvâsı açılmış bir iktidar partisinin artık kontrol ve inisiyatifi büyük ölçüde elinden kaçırmış olduğunu düşünen bazı AKP’liler, bir an önce seçime gitmekten başka bir çare görmüyorlar.

Kapatma dâvâsı ile Türkiye’nin bir “ara rejim”e girdiğini belirten DP Genel Başkanı Süleyman Soylu da bu durumdan ancak seçimle çıkılabileceğini söylüyor. Tabiî, ara rejim nitelemesi ağır kaçabilir. Çünkü bu tabir, ülkenin ihtilâllerden sonra atamayla gelen ve millete hesap verme durumunda olmayan teknokrat hükümetlerce yönetildiği dönemler için kullanılıyor.

Halihazırda öyle bir durum yok. Meclis açık ve dokuz ay önce halkın yüzde 47’sinin oyu ile tek başına iktidar olmuş bir hükümet işbaşında.

Ama bu iktidarın zaten tartışma konusu olan muktedirliği, kapatma dâvâsı ile ağır bir darbe daha almış durumda. Onun için, süresinin sonuna gelmiş ve artık kalıcı icraat yapamaz durumdaki ABD başkanları için kullanılan “topal ördek” tabiri, şimdi AKP için de sarf edilmekte.

Eski dönemlerde seçimle gelen iktidarlara yapılan müdahaleler, asker eliyle gerçekleşiyordu.

Şimdi ise askerin yerini yargı aldı deniliyor; kapatma dâvâsı “yargı darbesi” olarak niteleniyor.

“Darbe” tabirini “abartılı” bulanlar olabilir.

Ama ortaya çıkan tablo, siyasî konularda da son sözü yargının söylediği, dolayısıyla demokratik rejimlerde siyasetin yapması gereken “ülkeyi yönetme” işinin re’sen yargıçlar tarafından devralındığı bir manzarayı gözler önüne seriyor.

Demokrasiye büyük zarar veren bu durum, haddizatında yargıyı da tahrip ediyor. Zira kesinlikle siyasetin dışında kalması gereken yargı kurumu, bu müdahalelerle siyasallaşıyor. Siyasallaşan yargının ilk kurbanı ise adalet oluyor.

Bu, çok derin ve köklü bir problem. Ve her yargı müdahalesi, çözümü daha da zorlaştırıyor. Çünkü çözümü bulacak merci olan Meclisi bloke ediyor, hükümeti de darboğaza sokuyor.

Peki, şu ortamda yeni bir seçim, Meclisi ve hükümeti bu durumdan çıkarmanın çaresi olabilir mi? Maalesef orada da ciddî kuşkular var.

Bir defa, Mecliste büyük çoğunluğa sahip iktidar partisini grogi vaziyetine sokan kapatma dâvâsı, geçen yıl 22 Temmuz’da yapılan son seçimden sadece sekiz ay sonra açıldı. Ve bilindiği gibi, o seçim 367 dayatmasına karşı, o dayatmaya tepkilerin zirveye tırmandığı bir ortamda yapıldığı için sandıktan böyle bir netice çıktı.

Şimdi de kapatma dâvâsına karşı çok daha keskinleşmiş tepkiler var. Onun için, bu psikolojik ortamda yapılacak seçim, AKP’nin alacağı oyları daha da arttırabilir. Ama bu artışın şekillendireceği yeni Meclis ve iktidar yapısı, kapatma dâvâsı açtıran zihniyeti frenleyebilir mi?

İşte temel sorun burada. Halk ve seçtikleri, “Değil yüzde 47, yüzde 97 oyla gelseniz dahi bizim dokunulmaz alanlarımıza giremez ve herhangi bir tasarrufta bulunamazsınız” diyen ve bunu deme cür’etini arkasındaki derin bağlantılarda bulan zihniyetin direnişiyle karşı karşıya.

Seçilmişlerin halktan aldıkları gücün bu derin örgütlenme karşısında çoğu zaman çaresiz kalması, demokrasinin kronik sorunu ve düğümü.

Ve yine halkın büyük ümitlerle seçtiği kadroların, bu düğümü çözebilecek feraset ve dirayeti gösterememeleri de bir başka önemli problem.

Altmış yılı aşan çok partili demokrasi hayatımızda şimdiye kadar aşamadığımız çok derin ve zorlu bir ikilem bu. Ve tek başına siyaset kurumu, bu sorunu çözmek için yeterli olamıyor.

Bu durumun önemli sebeplerinden biri, hür ve demokrat bir siyasetin sağlam zeminde kökleşmesine imkân verilmeyişi. Bir diğeri, böyle bir siyasetin, karşısında çoğu zaman etkisiz ve çaresiz kaldığı dayatmacı zihniyeti dengeleyecek güçlü bir sivil arkaplandan mahrum olması.

Çareyi ise, tarihî bir kavşakta “Millet irşad ve tenvir edilmelidir” diyerek bu sivil temelin inşasına da vurgu yapan Bediüzzaman gösteriyor.

26.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İki ‘ciddî’ uyarı



Gerek Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşması ve gerekse Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un bir toplantıda dile getirdiği tesbitler, ‘iki ciddî uyarı’ olarak anlaşılmalı.

Belki ‘uyarı’ yerine, ‘uyandırıcı tesbitler’ demek daha doğru olur. Elbette bu tesbitler ilk defa dile getirilmiyor. Zaman zaman gerçek hukukçular bu ve benzeri tesbitleri yapıyorlar. Fakat bu güzel tesbitlerin henüz uygulama sahasına çıkamadığı da bir gerçek.

Önce, Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk’un tesbitlerini hatırlamakta fayda var. Selçuk, Adapazarı’nda düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşmada; demokrasiye kavuşmak için 12 Eylül hukukunun bütünüyle ortadan kaldırılması gerektiğini söyleyerek, Türkiye’nin çağa uygun ve demokrasi muhtevası zengin bir hukukla dünyanın önüne çıkmak zorunda olduğunu ifade etmiş. Selçuk, ayrıca yürürlükteki Siyasî Partiler Kanunu’nun, 12 Eylül hukukunun devamı olduğuna dikkat çekmiş ve söz konusu yasanın Türkiye’yi dış dünyada mahçup eden bir yasa olduğunu bildirmiş.

Selçuk şöyle sormuş: “Türk demokrasisi, demokrasinin bütün boyutlarını yaşayabiliyor mu? Bu soruya olumlu yanıt vermekte güçlük çekiyorum. 1999 ve 2006 yıllarında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde verilmiş olan 235 karardan 125’i Türkiye’ye ait, düşünceyi ihlâlden dolayı. Demokrasinin özgürlükçü boyutu ülkemizde zayıf.”

12 Eylül Anayasası ve onun ürünü olan ‘yasa’larla Türkiye’nin ‘iyi bir yer’e gitmesinin mümkün olmadığı herkes tarafından görülüyor. Görülüyor, ancak ne hikmetse çeyrek asrı aşan yanlış uygulamalar devam ediyor...

Anayasa Mahkemesi’nin 46. kuruluş yıldönümü dolayısıyla düzenlenen törende konuşan Başkan Haşim Kılıç da önemli tesbitlerde bulunmuş. Kılıç, toplumu kendi içinde ayrıştıran, onu devletine karşı soğutan yönetim anlayışının çağdaş dünyada yer bulamayacağını ifade ederek; ‘’Hukuk dışı yollardan güç alarak, rejimi ya da ülkeyi kurtarma girişimlerinin, ülkenin batışını hızlandırmaktan başka işe yaramayacağı bilinmelidir’’ şeklinde konuşmuş.

Haşim Kılıç’ın diğer tesbitleri de şöyle özetlenebilir:

* Bürokratik yapıyı özgürlükçü, demokratik işleyişe engel olmaktan çıkarıp (...), devletin bütün işlem ve eylemlerini tarafsız ve bağımsız yargı denetimine tabi kılan, yargı organları üzerinde demokratik bir denetim kuran, bir anayasa hazırlanmalı.

*Mahkeme kararları elbette tartışılabilir ve eleştirilebilir. Demokratik hukuk devletinde bunun aksi düşünülemez. Yargı kararlarının eleştirilmediği yerde yargının kendisini yenilemesi ve geliştirmesi mümkün değildir.

*Hukukun üstünlüğü yargıcın üstünlüğü anlamına gelmez. Anayasa ve yasaların bağlayıcılığı vatandaşlardan önce devlet organları ve yargı mercileri için geçerlidir.

*Adalet mülkün temelidir sözü bu anlamda sadece adliye saraylarına değil her yargıcın vicdanına kazınmalıdır.

Bu beyanlar da gösteriyor ki, Türkiye’nin ‘dertleri’ bellidir, biliniyor. İş, bu dertleri, problemleri çözebilmekte. Bu yolu da cesur siyasetçiler açabilir. Bu yapılmadığı sürece, ‘ciddî ikaz’ları duymaya ve dinlemeye devam ederiz.

Lütfen, ikazları dikkate alalım ve gereğini yapalım...

26.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Stratejik ortak”tan vefâsızlık…



Başkent, iktidar partisini “kapatma dâvâsı”na odaklanan anayasal değişikliklerle ve “pirinç fiyatları”yla alevlenen “gıda krizi”ni tartışırken enteresan olaylar yaşanıyor. Başbakan’la CHP Genel Başkanı karşılıklı söz düellosuyla asimetrik tahrik ve tahterevalliye dönüşen iç siyasetin hayhuyuna dalmışken, dışta garip “vefâsızlıklar” oluyor.

Son şok itiraf, terörist başı Osman Öcalan’dan geldi. Amerikan Los Angeles Times’a konuşan Öcalan’a göre ABD’nin, PKK’ya ve İran kolu olan PEJAK’a doğrudan para, ekonomik yardım, gıda, tıbbî malzeme ve silâh sağladığını açıkça belirtti.

Türkiye’nin uzun süredir beklediği ve bizzat Başbakan Erdoğan’ın Beyaz Saray’da Bush’a listesini verip iadesini istediği Irak’taki 150 kişilik terör örgütü elebaşının başında yer alan Öcalan’ın, âdeta gözdağı verircesine yaptığı bu vâhim açıklamanın üzerinde kimse durmadı. Ne iktidar ve ne de muhalefet… Oysa PKK’nın İran’daki kolu PEJAK’ın komuta kadrosundan ayrılan Mamand Rozhe’nin, PKK’nin Amerika ile ilişkilerde PEJAK’ı kullandığı tesbiti, her şeyi deşifre ediyor.

Son sınır ötesi istihbarat paylaşımını abartarak, âdeta ABD’nin PKK’yi bırakıp Türkiye’ye destek verdiği iddialarını toptan yalanlayan haberler bununla da bitmiyor. Aynı Amerikan gazetesi, terörist elebaşına dayanarak, ABD ile PKK ve PEJAK’ın hâlen “çok güzel ilişkiler içinde” olduğunu belirtiyor. Amerikalı yetkililerin 2003’te Irak’ın işgalinden hemen önce PEJAK’ın Kuzey Irak’taki kamplarını ziyaret ettiğini bildiriyor. Buna göre, Amerika başından beri terör örgütüne yardım ediyor ve askerî yardımını sürdürüyor…

* * *

Öcalan, PKK ile diyaloğun usûlüne uyduruluşunu da anlatıyor: “Sistematik bir ilişki ya da arayacak bir telefon numarası yok. Çünkü Amerikalılar resmî bir ilişki kurmak istemiyor. Bu şekilde ne zaman Türkler soru sorsa ‘İlişkimiz yok’ diyebiliyorlar...”

Siyasî iktidar bütün bunları duymazlıktan geliyor. Son ABD ziyaretleriyle “stratejik müttefiklik” vurgusu yapıp “istihbarat paylaşımı”nı göklere çıkaran Başbakan, Cumhurbaşkanı ve Dışişleri hiç oralı değil…

Hatırlanacağı üzere, geçtiğımiz ay Irak’ı ziyaret eden İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat, öncelikle ABD ve ecnebî işgalcilerin bölgeden çekilmesini, başta Türkiye-İran ve Irak olmak üzere bölge ülkelerinin terörle mücadelede ciddî bir işbirliği yapmasını teklif etmişti. Sık sık Kandil’i bombalayıp terör örgütüne ağır kayıplar verdiren İran, bu önerisini her fırsatta tekrarlıyor; ve Türkiye’yi PKK/PEJAK’a karşı ortak operasyona dâvet ediyor. Geçen hafta Tahran’dan Ankara’ya aynı talep yine geldi.

Ne var ki Müslüman komşu Irak’taki işgal ve katliâmına “ABD’ye destek hamûlesi” çıkararak “savaşa ortak” ve “cephe ülkesi” olma hesabına her türlü desteği veren AKP hükûmeti, sürekli bu talebi reddediyor. Hâlâ operasyonlarda ne kadar faydası olduğu bilinmeyen ABD’nin “istihbarat paylaşımı”na methiyeler diziliyor…

* * *

ABD’nin “stratejik müttefik”i Türkiye’ye “vefâsızlığı” bununla da kalmıyor. Dünya petrol rezervlerinin yüzde 10’una sahip olan Irak’ta 35 yabancı petrol ve doğal gaz şirketine resmî faaliyet izni verildiği halde, bizzat Millî Savunma Bakanı’nın ikrarıyla sâdece İncirlik’ten Amerikan savaş uçaklarının Irak üzerine 3995 sorti yapılmasını sağlayan Türkiye’nin esâmesi okunmuyor.

“Aslan payı”nı işgal güçlerine ait petrol şirketlerinin aldığı ve yedi Amerikan şirketiyle İngiliz şirketlerinin başını çektiği “petrol paylaşım listesi”nde, Japonya’dan Hollanda’ya, Danimarka’dan Güney Kore’ye kadar birçok ülke yer alıyor; lâkin Türkiye’ye yer verilmiyor.

Bilindiği gibi Birinci Körfez Savaşında da ABD’ye sunduğu tam desteğe karşılık, Kuveyt işgalinden komşu ülke olarak en çok zarardîde olan Türkiye yine unutulmuştu.

Özal döneminde “unutulan” Türkiye, “ikinci Özal” olarak lanse edilen ve ABD’nin “büyük Ortadoğu projesi”nin “eşbaşkanı” olan Erdoğan hükûmetinde de “unutuluyor.” Üstelik, “stratejik müttefik” Amerikan Dışişleri Bakanı Rice, tam da “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” iddiasıyla iktidar partisine “kapatılma dâvâsı”nın açıldığı süreçte, beş kez “laiklik”e vurgu yapıyor…Ve “kapatma dâvâsı”na odaklanan AKP siyasî iktidarı, “stratejik ortak”tan gördüğü bütün bu vefâsızlıkları görmüyor; ya da görmek istemiyor…

Peki neden?

26.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Din de, devlet de, millet de onunmuş!



CHP 32. kurultayını bugün yaparken tartışmaların da odağında. Anayasa Mahkemesi’nin; CHP’nin Kanaltürk’e verdiği 4 trilyonla ilgili olarak inceleme başlatması, diğer yanda da Ankara 26. Asliye Hukuk Mahkemesinin CHP’nin iki ayrı MYK toplantısında alınan kararla üye kaydedilen 10 bin 394 kişinin üyeliğini parti tüzüğüne aykırı bularak iptal etmesi ile gündemde…

Bugüne kadar hep adı ‘hizip’ sözcüğüyle birlikte anılan Baykal için Meydan Larousse ansiklopedisi ‘hizip’ maddesinin sonuna “Örnek: Baykal hizbi” açıklamasını yerleştiriyor. Gerçekten de CHP tarihinde Baykal her zaman hizipçilik içinde olmuş.

Baykal, kurultay öncesinde Türkiye’nin değişik yerlerine astırdığı ‘afiş’lerde yine adından söz ettirdi! Bir yanda Mevlânâ’dan “Ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün!” sözünü afiş yaptıran, diğer yanda, “Çekil aradan... Din de bizim Devlet de bizim Millet de bizim!” gibi ne demek istediği ve muhatabın kim olduğu anlaşılmayan Baykal’ın bu sloganlarla neyi amaçladığı pek bilinmiyor. Burada sormak lâzım: Din nasıl sizin oluyor? Din bütün Müslümanların ortak malı değil mi? Din adına ne yaptınız ki sizin olsun? Din sizin tekelinizde mi?

* * *

Bir de afişlerde “Verilecek hesabımız yok, ama sorulacak hesabımız çok” deniliyor. Ancak Kanaltürk’e verilen 4 trilyonun hesabını bakalım nasıl verecek? Bir yıl önce “Hukuk sistemimize aykırı değil ki? Reklâm ihtiyacımıza cevap verecek şekilde sözleşme imzaladık” demişti. Şimdi, 4 trilyonla ilgili olarak Maliye Bakanlığı müfettişlerinin tesbit ettiği belge ve bilgileri Anayasa Mahkemesi raportörü incelemeye başladı. Faturalar yeni yeni ortaya çıkıyor.

Bazı hukukçular durumu farklı değerlendiriyorlar. Anayasa Mahkemesi’nin Maliye Bakanlığı Gelirler İdaresi’nin raporunu inceledikten sonra suç unsuru bulursa, CHP hakkında kapatma, hazine yardımlarının durdurulması ya da yöneticiler için hapis talebiyle dâvâ açılabileceğini söyleyen anayasa hukukçuları var. Meselâ, Kırıkkale Üniversitesi’nden anayasa hukukçusu Adnan Küçük, Sermaye Piyasası Yasası’nın 104. maddesine göre partiye yapılacak Hazine yardımın kesilebileceğini ve yöneticiler hakkında 6 aydan 1 yıla kadar hapis verilebileceğini söylüyor. Marmara Üniversitesi’nden Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Şentop ise kapatma dâvâsı açmanın zor olduğunu ancak suç sabit olursa, CHP’nin faiziyle birlikte 4 milyon YTL’yi hazineye geri ödemek zorunda kalabileceğini ifade ediyor. (Yeni Şafak, 24.04.2008)

* * *

Burada CHP ile ilgili ibretlik bir ilândan da söz etmek gerekiyor. “Çekil aradan…” diye ilânlar veren Baykal’a, gazetelere ilân verilerek “bırak!” çağrısında bulunuldu. İlânda, “Sen kaldıkça sol, sosyal demokrasi, demokrasi kaybedecek, Türkiye kaybedecek… Hiçbir dediğin olmuyor, hiçbir dediğin çıkmıyor. Hep kaybediyorsun. Yalnızca bin 200 delegeli kurultaylarda kazanıyorsun. Partiyi daha fazla başkalaştırmadan bırak…” deniliyor fakat ilânda en ilginç çağrı ise “Allah aşkına bırak” oldu. Mevlânâ’dan, dinden, imandan bahseden, “çekil” diye ilân vererek “dinde, millette bizim” diyen Baykal’a bu ilân her şeyi anlatıyordur herhalde.

CHP bütün bu tartışmaların ortasında kurultayını bugün yapıyor. Bugüne kadar 9 kurultay kazanan fakat hiç iktidar olamayan Baykal’lı CHP’de bu kurultayda da pek bir şeyin değişmeyeceği görülüyor.

26.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Duvarların arkasından podyumun önüne



Ayşe Böhürler ile asistanları BM adına “Duvarların Arkasında” diye İslâm dünyasının kadınlarını ele alan veya daha doğrusu ele veren bir dizi hazırlamışlardı. Çok ses getirmiş ve çok takdir de almıştı. Özellikle de Yazgülü Aldoğan gibilerden müsbet tepkiler toplamıştı. Bundan dolayı olsa gerek Aldoğan yapımcı Ayşe Böhürler’i yere göğe sığdıramıyor ve her anışta Ayşe Böhürler’i tezkiyeden geri durmuyor. ‘O, başkadır’ diyormuş. Herhalde bu başkalığını veya farkının farkını en iyi bilenlerden birisi o olmalıdır. Yardımcılarından birisi de Cezayir’de Tavarıkların veya benzeri zümrelerin hanımlarını tanıtırken ‘Duvarların arkasındaki zavallılar’ tabirini kullanmıştı. Ben de o zaman sormuştum: Duvarın önüne çıktıkça zavallılık azaldığına göre en talihli bayanlar podyumdakiler veya teeddüp ederek söylemek gerekirse açılmanın en yüksek oranda seyrettiği plajdakiler mi oluyor? Duvarların arkasından çıktıkça daha özgür oluyorsunuz. Aynen “Özgür Kız” Nil Karaibrahimgil gibi...

Tekbir Giyim’in defilesine misafireten katılan gül gibi kızımız Gül (soyismini mahfuz tutuyor) aynen Duvarların Arkasında dizisinin temasını akla getiren yorumlarda bulunuyor: ‘Türbanlıyım diye dört duvar arkasına kapanamam.’ Sıkışamam demek istemiş olmalıdır. Elbette özel hayatı bizi ilgilendirmez. Ama bu şekilde pratik üzerinden teori inşa etmeye veya İslâm’ın yapısını sulandırmaya da kimsenin hakkı yok. Öteki türlüsünü kendi kusuru der geçeriz. Aykırı kıyafetiyle ve pratiğiyle elbetteteki İslâm’ı yorumlayamaz. Geri kalanı kendisini ilgilendirir.

***

Sarı converseleri ve hızmasıyla dikkat çeken Gül, liseyi bitirdikten sonra cilt bakım ve makyaj kurslarına başlamış. Genç kız, 15 yaşında kendi rızasıyla kapandığını belirterek sanki Ayşe Böhürler’in bir başka versiyonunu yansıtıyor: “Ailemde açık da var, kapalı da. Kız kardeşim açık örneğin. Hatta ben onun kapanmasına karşı çıkıyorum, üniversiteye devam etmesini istiyorum...”

Böhürler de, ‘Kızımın başörtüsüne veya ne giyip giymeyeceğine karışmam’ demişti. Genç kız ilginç tarzına ilişkin şöyle konuşuyor: “Ben hep böyleydim. 5 vakit namazımı da kılarım, cilt bakımımı, makyajımı da yaparım. Tesettürlüyüm diye dört duvar arkasına sıkışacak değilim. Modayı takip ederim.”

1.80 boyuyla dikkat çektiğini söyleyen Gül, “Defilede gazeteciler mankenlerden çok benim fotoğrafımı çekti. Defilenin önüne geçer diye beni arka koltuklara gönderdiler” diyor. Geçenlerde aynı mantaliteyi paylaşan bazı başörtülü üniversite öğrencileri de İslâm’a göre gayri meşru addedilen hürriyet çeşitleriyle başörtüsü çerçevesindeki mücadeleyi aynı kefeye koymuşlardı. Herkese özgürlük bildirisi hazırlayan üç kızımız başörtüsüyle birlikte eşcinsellere de hürriyet istemişlerdi. Burada, bir yanlış bir doğruyu götürür. Dolayısıyla bu meselelerde sapla saman birbirine karıştırılıyor. Bu bağlamda, amansız bir başörtüsü yasakçısı olan Ruhat Mengi’yi de anmadan geçmemek lâzım. Şakül tutuşu tersinden de olsa ötekilere nazaran daha doğru. Zira tersinden de düzünü bulabilirsin. Ama ipin ucu kaçmışsa hiç bulamayabilirsin de. Bu işe şaşanlardan birisi de o. ‘Altı kaval üstü şeşhane’ der gibi bu podyumdaki bayanlar için ‘sadece kafaları türbanlı kadınlar’ tabirini kullanıyor. Yalan mı? Tut her tarafını aç, sadece saçlarını kapat bunun adı da tesettür olsun.

***

Tekbir Giyim’in ithâl stilisti veya modacısı Alman Heidi Beck Hanım Ruhat Mengi’yi doğruluyor. Vatan gazetesine yaptığı konuşmasında (23 Nisan 2008) aynen şunları söylemez mi: “Amacımız, Avrupa’nın modern anlayışı ile İslâmî kuralları birleştirmek. (Sözgelimi) vücudun kıvrımlarında (hatları veya İslâmî literatürde mefatin yani cazibe yerleri) kullanılan desenler; tesettür ve türbanla da modern ve hatta seksi bir görünüm kazandırılabilir bir kadına...”

Bundan fazla söze ne hacet var? Katar gibi ülkeleri turlamış gelmiş Heidi Beck Hanfendi aynen Ruhat Mengi’nin hatırlattığı gibi bu kıyafetin İran’da ‘bed hicap’ yani kötü tesettür olarak anıldığını da biliyor mu acaba? Keza Suudi Arabistan gibi ülkelerden de geçer not alamayacağını. Bırakalım onları, bu kıyafetler İslâm’a uyuyor mu, uymuyor mu? Birer açık toplum olan Katar ve BAE’ye uyar uymasına da İslâm’a uyar mı? Son sıralarda bed hicapla birlikte bed Müslüman tiplemesinden de sık bahsedilir oldu. Evet, İslâm’ın manevî yapısını sulandıran ve onu içten dejenere etmek isteyenlere başka ne gibi bir isim verilebilir ki?

26.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah adına sevmek



Bir âyet-i kerimede buyurulur ki: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, yakınlarınız, kazandığınız mallar, durgunlaşmasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, o zaman Allah’ın azâbı gelinceye kadar bekleyin. Allah, Kendisine itaatten çıkmış fâsıklar topluluğuna yol göstermez.”

Bu gözle bir de şu hadis-i şerife bakalım: “Verdiğini Allah için veren, vermediğini de Allah için vermeyen; sevdiğini Allah için seven, sevmediğini de Allah için sevmeyen kimse, tam imana kavuşmuş, imanını kemâle erdirmiş olur.”

Âyet-i kerimede ana-baba, oğul, kardeş, eş, yakınlar, mal, ticaret ve konutlarımıza olan sevginin hiçbir zaman Allah ve Resûlünün, onlar yolunda cihad etme sevgisinin yerine geçmemesi, onlardan fazla olmaması gerektiği üzerinde duruluyor. Aksi halde Allah’ın azabı söz konusu.

Hadis-i şerifte de dikkat çekilen noktalardan biri Allah için sevmenin tam, kâmil imanın gereklerinden olduğu.

Sahip olduğumuz her şey Allah’ındır. Bizde emaneten durmaktadır. Öyleyse yapabileceğimiz tek şey O'nun adına sevmekten ibaret olacaktır.

İçimizde bir sevgi duygusu var. Elbette leziz yiyecek ve içecekleri, annemizi, babamızı, eşimizi, çocuklarımızı, dostlarımızı, enbiya ve evliyayı, hayatı, gençliği, baharı, dünyayı seveceğiz. Tabiî bunları nefis hesabına sevmek de, Allah adına sevmek de söz konusu. Ancak yukarıdaki âyet ve hadis-i şerifte de dikkat çekildiği gibi Allah adına seversek bir anlam ve değer kazanır, sevaplı hâle gelir.

Peki, Allah adına nasıl seveceğiz bunları?

Sözler’de (32. Söz; 3. Mevkıf) konu gayet güzel işlenmiş. Buradaki açıklamalardan anladığımıza göre leziz yiyecek ve içecekleri, güzel meyveleri Cenâb-ı Hakkın birer ihsan ve ikramı olduğu için seversek Rahman ve Mün’im [Nimetlendiren] isimlerini sevmiş oluruz. Bu bir şükürdür aynı zamanda. Bu sevginin nefis hesabına değil, Allah adına oluşunun delili, meşrû dairede kanaatkârâne kazanmak, mütefekkirâne ve müteşekkirane yiyip içmektir.

Anne babayı şefkatle techiz edip onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onları sevmek Cenâb-ı Hakkın sevgisi hesabınadır.

Bu sevgi ve saygının Allah adına olmasının işareti onlar yaşlandıkları, hiçbir faydaları olmadığı ve bizi sıkıntıya attıklarında onları daha çok sevmek ve merhamet etmektir.

Evlâdı Allah adına sevmek, onları Allah’ın bir hediyesi olarak görüp şefkat ve merhametle eğitmek, maddî ve manevî tehlikelerden korumakla olur. Bu sevginin Allah için olduğunun işareti, vefat ettiklerinde sabredip şükretmek, feryat etmemek, “Hàlıkımın, benim nezaretime verdiği sevimli bir mahlûku idi. Şimdi hikmeti gereği benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte görünürde bir hissem varsa, hakikî bin hisse, onun Hàlıkına aittir. ‘Hüküm Allah’ındır’ deyip, teslim olmaktır.”

Dost ve ahbablar eğer iman ve salih amelleri itibariyle Allah’ın dostları iseler 'Allah için sevmek’ sırrınca o sevgi dahi Allah’a aittir.

Demek bütün mesele Allah adına sevebilmektir.

Konuya inşaallah yarın da devam edelim.

26.04.2008

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Size güvenebilir miyim, yani önce kendime?



Güven bütün birlikteliklerin emniyet kemeridir. Güvenin uçup gittiği ilişkiler, elinizde kalan değerler ne olursa olsun artık yürümez. Güven adeta omurgasıdır ilişkilerin. O zedelendiğinde, bütün fonksiyonlarınız yerinde olsa bile, ayağa kalkıp yürüyemezsiniz.

Herkesin birbirini yediği bir fotoğraf getirin gözünüzün önüne... Ve herkesin birbirini aldattığı ve aldatılmaktan söz ettiği…

Böyle bir fotoğrafı düşünmek bile insanın içini karartmaya ve endişe uyandırmaya yetiyor. Ama hayatımızın fotoğrafı ne yazık ki, bundan farklı değil.

Elbette ki, insanız ve insanın içinde hırs, yalan, riya, aldatmak da var. Fakat biz kendimizi tanımlarken Müslüman diye tanımlıyorsak ve bu aldatmanın içinde yer alıyorsak, bu durumda kendi tanımımızı kendimiz nakz etmiş olmuyor muyuz? Hani elinden, dilinden, sözünden, davranışlarından emin olunandı Müslüman?

Bir çelişki var hayatımızla, davranışlarımızla, düşüncelerimizle yaptıklarımız arasında o halde. Bugün en tepeden, en avama kadar güven yerle yeksan olmuşsa, verilen sözler kendi çıkarlarımıza göre değişiveriyorsa, kendimizi tanımladığımız şeyin içinde nasıl görebiliriz?

Bir Müslümanın en büyük vasfıdır güvenilir olmak. Hepimiz bilir ve her zaman da söyleriz, Peygamberimizin en birincil vasfı Muhammedü’l-Emin olmasıydı. Onun şemsiyesi altına herkes güvenle girerdi. Ve ondan hiçbir zarar gelmeyeceğinden, yaptığı her işi de en adilinden yerine getireceğinden emin olurlardı.

Artık hepimiz, “Kime ve neye inanacağımı şaşırdım” diye cümleler kuruyorsak, önce nereye bakmamız gerekiyor acaba?

Hani bir âyet vardı. O indiğinde Peygamber bile, “Beni ihtiyarlattı” demişti. “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud: 112) diyordu Allah peygamberine orada ve o zaten Muhammedü’l-Emin olarak biliniyordu. Buna rağmen bu âyet onu yaşlandırmıştı.

Oysa şu an, gözümüzden, yüzümüzden, elimizden bir şeyler taşmasın diye birbirimizin yüzüne bile bakamayacak haldeyiz. Unuttuğumuz ahirette Allah’ın yüzüne nasıl bakarız bilemiyorum.

Güven aynı zamanda en büyük hakları içinde barındırıyor. Sosyal emniyetiniz yoksa, kişisel varlığınız da tehlikede demektir. Kişisel varlık sadece hayatta olmak demek değil. Sosyal ilişkiler içinde sizin ifade ettiğiniz anlam ve yeri de kapsıyor. Bu durumda, eş ilişkilerinden tutun da, arkadaşlığa, dostluğa, kardeşliğe, vatandaşlığa, bütün insanlığa hatta ve hatta, çiçeğe, böceğe, kuşa, aya, yıldıza, dünyaya ve kâinata karşı da sorumluluk alanımız genişliyor. Eğer en küçük dairede güvenimiz yoksa, bu bütün dairelerde o şekilde yansıyor. Yani en temelde, kendi kendimizi dosdoğru yapmamız gerekiyor.

26.04.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyasete ufkî nazarla bir bakış



Değerli okuyucularımızdan şu sıralar sık sık "Sizce durum ne olacak? Siyaset ufkunda neler görünüyor?" şeklindeki suallere muhatap olmaktayız.

Aşağıdaki satırlar, bu ve benzeri suâllere bir yönüyle cevap mahiyetini taşıyor.

* * *

Mevcut iktidar partisinin zaferi için yıllardır çaba harcayan gönüllüler ile çekirdek kadroya akıl hocalığı yapan fikir kurmayları dahi, şimdilerde yön değiştirdiler ve çok farklı şeyler düşünmeye başladılar.

Yakın gelecek için herhangi bir "siyasî istikrar"dan da ümitlerini tamamen kesmiş olduklarından, meselâ şunları söylüyorlar: "AKP, derhal hükümetten çekilsin. İktidarı, başını CHP ile MHP'nin çektiği ulusalcılara devretsin. Zira, pek yakın bir zamanda siyasî, sosyal ve özellikle ekonomik kriz kaçınılmaz hale gelecek. Bu krizlerin vebalini, kapatma dâvâsını açanların ve bu sürece katkıda bulunanların üzerine yüklemeli. Bir takım iç ve dış odaklar tarafından iktidar partisinin kuyusu kazılıyor. Onlar her gün bir adım ileri giderken, AKP ise hiçbir hamle yapamıyor, dolayısıyla geri adım atmış oluyor. Böyle devam ederse kendini yıpratmaktan ve neticede tükenmekten kurtulamayacak. Böyle yapacağına, hiç olmazsa iktidardan çekilsin, bir müddet muhalefette kalsın ve olacakların sorumluluğunu karşı cepheye yüklesin. Vesayetli demokrasinin gölgesinde icraat yapmak yerine, tam demokrasi için yeni bir mücadelenin içine girsin..." (Bkz: Dünkü gazetelerde çıkan bazı yorumlar.)

* * *

Evet, işte size siyaset ufkunda görünen manzarayı târife yönelik yapılan kimi ârifâne izahların kısacık bir özeti...

Bu tarz yaklaşımlar, şüphesiz manzaranın tamamı hakkında yeterli bir fikir ihtiva etmiyor. Ama, muhtemel gelişmelerden kopuk da sayılmaz.

Özellikle, kimin ne ölçüde bir "siyasî basiret"e sahip olduğunu gösteren enteresan yaklaşımları yansıttığı için, bunları burada sizlerle de paylaşmak istedik.

Tarihin yorumu

Havada ilk Osmanlı tayyaresi

Osmanlı pilotu Fesâ Bey, Fransız yapımı Osmanlı uçağını Yeşilköy'de havalandırarak, ilk uçuş denemesini başarıyla tamamladı. İkinci başarılı uçuş denemesini pilot Yusuf Kenan Bey yaptı.

Ne var ki, aynı yıllarda yaşanan iç siyasî çalkantılar ve peşpeşe patlak veren haricî muharebeler (İtalyan, Balkan ve I. Dünya Savaşları) sebebiyle, Osmanlı'daki havacılık sektörü büyük çapta sekteye uğradı, gelişemedi.

* * *

İlk Osmanlı Havacılık Teşkilâtı, 1911 Haziran'ında kuruldu. Aynı günlerde yapılan imtihan neticesinde, Yzb. Fesâ Bey ile Teğ. Yusuf Kenan isimli subaylar, pilotaj eğitimi almak üzere Fransa'ya gönderildi. Ayrıca, Yarb. Süreyya Bey de bu hizmetlerin organize edilmesine memur tayin edildi.

Aynı yılın Aralık ayında Fransız Deperdussin firmasına iki uçak siparişi verildi. Eşzamanlı olarak, Ayastefanos'da (Yeşilköy) uçuş pisti ile hangarlar inşa edildi.

Sipariş edilen uçaklar, 12 Mart 1912'de demiryoluyla Yeşilköy'e getirildi. Bunlardan birine "Osmanlı", diğerine ise, Mısır'lı "Prens Celaleddin"in ismi verildi. (Prens, uçakların alımı için maddî yardımda bulunmuştu.)

Uçaklar, iki Osmanlı pilotu tarafından peşpeşe havalandırıldı. Deneme uçuşları başarıyla tamamlandı.

* * *

Havacılık sahasında dünya devletlerinden geri kalmak istemeyen Osmanlı hükümeti, bir müddet sonra yedi–sekiz uçak siparişi daha verdi.

Ne var ki, bu tarihten sonra ardıardına yaşanan iç ve dış sıkıntılar, Osmanlı'da havacılık sektörünün gelişmesine imkân, fırsat tanımadı. Bu konuyla ilgili bazı teknik bilgiler şöyledir:

* Uçaklardan biri çift kumandalı mektep tayyaresi olup, ikiyüz metreden daha yükseğe çıkamaz.

* Bir diğer uçak, eğitim uçağı olup, henüz deneme safhasında iken silindirleri patladı. Yedek silindirler takıldı.

* Nuri Efendinin idaresindeki harp uçağı, Selanik’e götürüldü, ancak Balkan Harbi esnasında terk edilerek orada bırakıldı.

* Bir diğer harp uçağı, pilot binbaşı Mehmet Cemal tarafından Yeşilköy üzerinde tur yaparken motoru arızalandı, tamiratıyla da uğraşılmayarak kaderine terk edildi.

* Bir başka Harp tayyaresi, trenle Fransa'dan getirilirken, yolda Sırplar tarafından yakalanarak el konuldu.

* "Prens Celaleddin” isimli uçak, Nuri Bey kumandasında İstanbul–Kahire seferini yaparken 14 Mart 1914’de Yafa civarında düştü, pilotu da şehit oldu.

Deperdussin uçakları, Birinci Dünya Savaşının başladığı 1914’te hizmet dışı bırakıldı. Bu tarih itibariyle Osmanlılar'ın elinde faal durumdaki toplam uçak sayısı 14 idi.

26.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hayatın içinden



İsmi mahfuz okuyucumuz:

*“1- Annem, benden küçük kız kardeşimi emzirirken amcamın kızını da emzirmiş. Ve onlar sütkardeşler. Amcamın bir de kızından küçük oğlu var. O da bizim kardeşimiz olur mu? Bize helâl midir? 2- Sütannesinin eşi sütü emen çocuğa helâl midir?”

Yüce İslâm Dininde evlenme engeli taşıması bakımından “doğurmak” ile “süt vermek” arasında hiçbir fark yoktur. Yani bir anne, doğurmadığı bir çocuğa iki yaşından evvel süt vermişse, bu çocuğu kendi doğurduğu öz çocuklarıyla kardeş yapmış olur. Demek oluyor ki, sütkardeşliği soy kardeşliği gibidir. Soy kardeşliğinin evlenme bakımından haram kıldığı her şeyi, sütkardeşliği de haram kılar. Başka bir ifadeyle, soy kardeşliğinin evlenme engeli getirdiği her bireye, sütkardeşliği de evlenme engeli getirir. Yani soy kardeşliği ile sütkardeşliği arasında evlenme engeli ve kardeşlik bakımından hiçbir fark yoktur. Yani sütanneliği soy anneliği gibidir. Sütkardeşliği de soy kardeşliği gibidir. Yani öz annenin çocuklarına haram olan yakınları kimlerse, onlar sütannelik sebebiyle de haram olurlar. Bu Kur’ân ve Sünnetle sabittir.

Kur’ân, kendisiyle evlenilmesi haram kılınan kadınlar arasında, “sütanneleri ve süt kız kardeşleri” de sayar.1 Peygamber Efendimiz de (asm) “Süt emmek, soy bağının haram kıldığı her şeyi haram kılar” buyurmuştur.2 Bu durumda;

1- Çocuğun, kendisini emziren kadınla evlenmesi haramdır.

2- Çocuğun, kendisini emziren kadının çocuklarıyla evlenmesi haramdır.

3- Çocuğun, kendisini emziren kadının yukarıya doğru aslını ve aşağıya doğru neslini takip eden zincirde kim varsa hepsiyle evlenmesi haramdır. Yani sütannenin annesi, çocuğun sütninesidir. Sütannenin babası, çocuğun süt dedesidir. Sütannenin torunları, çocuğun süt yeğenleridir. Sütannenin kardeşleri, çocuğun süt teyzesidir veya süt dayısıdır. Sütannenin kocası da, çocuğun sütbabasıdır. Süt çocuğun bütün bu zincirdeki bireylerle evlenmesi haramdır.

4- Fakat bütün bu haramlıklar, sadece süt çocuğun kendisiyle sınırlıdır. Süt çocuğun kendi öz kardeşleri için böyle bir sınırlama söz konusu değildir. Süt çocuğun kendi öz kardeşlerinin, bu kişilerle evlenmelerinde bir engel yoktur. Yani annenizin süt kızı, sizlerle (kardeşlerinizle) sütkardeştir; sizlerle ebediyen evlenemez. Fakat bu kızın diğer kardeşleri ile sizin aranızda herhangi bir kardeşlik bağı yoktur. Dolayısıyla bu kızın diğer kardeşleriyle sizin kardeşlerinizden herhangi birisinin evlenmesinde bir sakınca yoktur. Nitekim soy itibariyle de böyledir.

5- Sütannesinin eşi, sütü emen çocuğun sütbabasıdır. Öz babası gibidir. Bir kız çocuğunun, sütbabasıyla veya sütbabasının diğer hanımlardan çocuklarıyla da evlenmesi ebediyen haramdır. Çünkü sütbabanın, diğer hanımlardan olan çocukları da kendisiyle sütkardeştir.

***

Seydi Şahin:

*“İktisad Risâlesinde Yahudi milleti hırs, hile ve riba ile ancak geçinebilecek kadar kazanır deniyor. Bildiğimiz Yahudiler ise gayet zengin kişiler. Üstad Hazretleri neyi kast etmiş?”

Yahudiler Tevrat’a sadakatlerini kaybettiklerinden beri tarih boyunca çok çile çektiler, vatanlarından oldular, yüzlerce yıl bir karış vatan toprağına hasret yaşadılar, sair milletler nezdinde ezildiler, perişan oldular. Beş yüz yıl önce İspanya’dan ve Avrupa’nın her yerinden sürülen ve sınır dışı edilen Yahudiler, sadece Osmanlı tarafından kabul edildiler ve vatandaş sayıldılar. İkinci Dünya Harbi yıllarında Nazi Almanya’sında hunharca yakılan, öldürülen ve yok edilen Yahudileri daha insanlık hafızası unutmadı. Hitlerin üstün Alman ırkı oluşturma hayallerine yüz binlerce Yahudi kurban gitti. Yahudiler son yüzyıla kadar bırakınız ekonomik geriliği, sosyal hayatın her ayrıntısında da perişan bir hayat yaşadılar, horlandılar ve dışlandılar. Fakat son yüz yıl içerisinde dünya Yahudilerini bir araya toplamayı amaçlayan Siyonizm felsefesi dünyaca bir takım güç merkezlerini de arkasına alarak 1948’de devletleşme fırsatı buldu.

İktisad Risâlesinde de beyan edildiği gibi, Yahudi milleti hırs, hile ve ribâ (faiz) milletidir. Onların dünya sermayelerinin temelinde bu üç unsur yatar. Genellikle gayr-i meşrû kazançları meşrû sayarlar. Bununla berâber, “ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulurlar.”3 Buradaki “yaşayacak kadar”dan maksat sadece dünya hayatı itibariyledir. Yahudiler âhiret hayatını düşünmediklerinden, dünyevî olarak ne kadar zengin de olsalar, âhiret açısından fakir hükmündedirler. Oysa âhireti bilen ve inanan sahranişînler (bedevîler) için dünyevî kanaatkârlık, âhirette ebedî zenginlik hükmündedir. Bu açıdan âhireti bilen ve inanan, az da olsa kanaatla yetinir; dünyanın en zengininden daha zengin yaşar. Âhireti bilmeyen ise her türlü gayr-i meşru kazancı meşru sayar; hiçbir şeyle yetinmez, hiçbir şeyle gözü doymaz, hiçbir zaman ihtiyacı bitmez, hep ihtiyaç içinde sefil yaşar.

Dipnotlar: 1- Nisâ Sûresi, 4/23; 2- Buhârî, 2553; Müslim, 1444; 3- Lem’alar, s. 149

26.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri