"Gerçekten" haber verir 13 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Sonuç, çabanız kadardır



İnsan şükürle güzelleşiyor

‘Çok şükür verdiğine’, ‘O’ndan gelen her şey güzeldir’ anlayışı içerisinde yaşayan insanlara ne mutlu. Tevekkül hali, hayatın güzel yüzüne kapı açıyor. Mûsibet bile böyle bir bakışla insana gülümser hale geliyor. Kulluğun idrakinde olmak, insana yakışıyor. İnsan şükürle güzelleşiyor, hamdla olgunlaşıyor.

İnsan, kullukla ‘insan’laşıyor.

Gayr-ı memnunlar, memnunları sevmiyor

Hayatından şikâyetçi olan çok insan var. Şikâyette zengin, şükürde fakirleşmiş insanlar. Yaşamaktan, varlığından, eşinden, çocuklarından, komşularından, toplumdan, dünyadan, dünyadakilerden şikâyetçi olanların sayısı ciddî boyutlarda.

İlginç olan da şu; memnuniyet hali içerisindeki insan garip karşılanıyor.

“Çok şükür”, “verdiğine şükür”, “vardır bir hayır”, “ne gelirse O’ndandır”, “Hayırlısı olsun”, “hasbünallah ve niğmel vekil”, “mûsibet adres şaşırmaz ve her mûsibet çiçeklerle gelir” anlayışı içerisinde olan ve içinde ‘inanç’ taşıyan hayat hali, ‘bu zamanda, böyle insan!’ denilecek hale gelmiş.

Yani insanların pek çoğu memnuniyetsizliğe alışmışlar. Gayr-i memnunlar, memnunların memnuniyet halinden bile rahatsızlar. Her şeye karşı şikâyet taşıyanlar, istiyorlar ki, herkes, her şeyden şikâyetçi olsun.

Her anlayış, insanları kendine benzetmeye çalışıyor. Benzedikçe de mutlu oluyorlar. Mutsuzlar, mutluları; şikâyetçiler, memnunları; olumlular, olumsuzları sevmiyorlar.

Biline ki, gayr-i memnunların sayısının artması, bir alarm konusudur. Çünkü en büyük tehlike budur. İçinde olduğu nimetlere kör insanlarla birlikte yaşamak, tam bir huzursuzluk halidir.

Memnun olmayan insan, kendisini memnun edecek her türlü adımı atmakta kendini haklı görür. Memnun olmamaya alışan bir insanın da ‘memnun’ edilmesi adeta imkânsızdır. Bu bir hastalık halidir.

Oysa insan, memnun ve mutlu olabilmek için kendisinden aşağıya bakmalıdır. Sürekli kendisinden yukarılardakilere bakan insanın mutlu olması mümkün değildir. Çünkü elinde olanların kıymetini bilmeyen, elinde olmayanların hayaliyle yaşayacaktır. Bu hal de, şükürsüzlüğü netice verecektir.

Şükür, varından şikâyetçi olmamaktır. Bu hal nimetin ziyadeleşmesini netice verir. Şükürsüzlük ise, olanı da görmemektir. Bu da, nimetlerin iyice çekilmesine, tükenmesine sebeptir.

Sonuç, çabanız kadardır

Şikâyetçi oluyoruz da, şikâyetçi olduğumuz unsurların ortadan kalkması için ne yapıyoruz? Sadece şikâyetçi olmak, sorunun bir parçası haline gelmektir. Herkes bir şeylerin olmasını ya da olmamasını istiyor. Peki ‘olması’ istenenlerle, ‘olmaması’ istenenlerin; ‘olması’ veya ‘olmaması’ için neler yapmak gerekiyor?

Kimse bunu sorgulamıyor.

Oysa, elde edilen sonuç, ortaya konulan çaba kadardır. Yani şikâyetçi olunan unsurların ortadan kalkması için yeterli bir çabamız yoksa, ortaya çıkan sonuca şikâyetçi olmaya hakkımız da yok demektir.

Hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey olmaz.

Evet, sonuç, insanın çalıştığı kadardır. Bütün sonuçlara ulaşanlar, sonuç için daha çok çaba harcayanlardır. Hiçbir büyük kazanım, içinde ‘rasgelelik’ içermez. Her ulaşılmış büyük sonuç, çok büyük bir uğraşın, çok büyük bir inancın ve çok büyük bir planın sonucudur.

Ulaşılmış her ‘altın sonuç’un altında, nice zorluklar vardır. Alın teri olmadan, kitapların önünde günlerce, aylarca diz çökmeden, eğlenceden, gezmeden kesilmeden, geceyi gündüze katmadan mükemmel bir sonuca ulaşmak imkânsızdır.

Sorunu, sorun olmaktan çıkarmak

Hep, sorun konuşan insanlar vardır; ama yine de sorun katlanmaktadır. Soruna yoğunlaşanlar, çok mahir bir sorun çıkarıcıdırlar. Sorunlar, sorun gördükçe büyüyeceklerdir.

Peki, sorun nedir? Önce sorunu tesbit etmek önemlidir.

Ne olduğu belli olmayan bir sorunu aşmak ihtimali yoktur. Belirlenmemiş bir hedefe yapılacak atışlar, anlamsızdır.

Önce atışın hedefini oluşturmak esastır.

Sorunu en iyi aşacak olan, sorunun içinde olandır

İnsanın olduğu yerde problemin olması normaldir. Ama problemin varlığı, çözümün varlığını gösterir. Problemler, çözümü gerçekleştirecek kahramanlar beklemektedir.

‘Sorunu en iyi aşacak olan, sorunun içinde olandır.’ yaklaşımıyla, sorunun ne olduğunu, neden meydana geldiğini bilen ve sorunun psikolojisini de yaşayan bireyler, oldukça orijinal bir çözüm teklifleri üretebilmektedirler.

Yeter ki ona, farklı bir zamanda, farklı şartlar altında ‘çözüm’ sorulsun.

Sorunu ve çözümü, kişiye göre tanımlamak

Aile toplantılarında ortaya çıkmış yeni bir uygulamamız var. Artık evimizi gündemliyoruz. Her gün, bireylerin birlikte olduğu saatlerimizde, dünyamıza ulaşmış bir konuyu ‘ev içi’ müzakere tabi tutuyoruz.

Bu uygulamanızın amacı nedir mi diyorsunuz? Öncelikle hayatı ve yaşananları kendi süzgecimizden geçiriyoruz. Bir başkasının gözlüğünden değil, kendi gözlüğümüzden görünenleri değerlendiriyoruz.

Ev içi meselelerde de öyle. Şikâyetçi olunan meseleleri ciddî olarak masaya yatırıyoruz. Her şikâyet için, yaşa uygun çözümler üretiyoruz. Ve kendi şartlarımız içerisinde sorunu ve çözümü ele alıyoruz. Hiçbir şey sonuçsuz da kalmıyor. Hiç değilse, uygulanabilir çözümler bulmuş oluyoruz.

Yaşananların bizim dünyamızdaki aksi önemlidir. Bir başkasının sorun diye tanımladığı şey, bizim şartlarımız içerisinde sorun olmayabiliyor. Ve yine bir başkasının çözüm diye tanımladığı şey, bizim şartlarımız içerisinde çözüm olmayabiliyor. Demek sorun da, çözüm de kişiye göre değişkenlik içeriyor.

Her sorunun sorun olduğu şartlar da, çözüm olduğu şartlar da farklıdır.

Dünyada yaşananlar ve bize yansımaları nelerdir?

Yeni uygulamamız içerisinde, son üç günde, aile bireyleriyle yaptığımız müzakere konularını sizinle paylaşalım:

Olimpiyatlarda sekiz altın madalya kazanan kişi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Bu sonuca bireyi iten şartlar herkeste aynı mıdır? Sekiz altın madalyadan daha değerli kazanımlar nelerdir? Başarı nasıl elde edilir ve insan üzerindeki etkisi nasıldır? Gerçek başarı nedir?

Ve harika yorumlar…

Bir diğer konu, Hacıtepe Köyünden Hacettepe Tıp Fakültesini kazanan çobanın hayat hikâyesi size neleri düşündürüyor? Böyle sonuçlara nasıl ulaşılır? Her hadise herkeste aynı sonucu doğurur mu? Neden her davranış her insanda farklı sonuçlar doğurur?

Ve yine enfes düşünceler…

Bir başka müzakeremiz ise, geçenlerde gazetemizde yer alan, “Sadullah Nutku’yu anarken” başlıklı İslâm Yaşar’ın yazısındaki muhteva.

Özellikle Dr. Sadullah Nutku’nun, kendi çabasıyla Almanca’yı öğrenip, çeviri yapacak düzeye gelmesi, vazife yaptığı askeriyede namazlarında taviz vermemesi, Risâle-i Nura hizmeti hayat meşguliyeti yapması, hizmetlerine aynen devam edeceğini belirttiği için bir polis tarafından tokat yemesi ve işitme duyusunu kısmen kaybetmesi, buna karşın da Üstadının, ‘gübrelere değil, çiçeklere güllere bak’ tavsiyesi ve ‘kızmayacaksın, o polisler senin elinden öpecekler, sana hürmet edecekler’ nasihatına uyarak, hizmetine devam etmesi ve ileride pek çok polisin kendisi vesilesiyle risâleleri tanıması, zamanın menhiyatına karşı çocuklarını muhafaza etmek maksadıyla Konya’ya taşınması, doktorluk mesleğini insanlara hizmet vesilesi olarak kullanması ve son olarak da, yaşı elliyi aşmasına rağmen, oldukça zor şartlar içerisinde Kur’ân’ı hıfzetmesi gibi muhtevalar, iki saati bulan bir sohbetimizin konumuz oldu.

Ve farklı farklı yaşlardan benzeri görülmemiş görüşler…

Kadere rıza gösteren, kederden emin olur

Böyle bir yaklaşımla, ne sorun sorun olarak devam ediyor, ne de çözümsüz bir sorun kalıyor.

Sonuç mu? Şikâyetleri hayatımızdan kaldırmak ve memnuniyeti tesis etmek özel bir çabanın sonucudur.

Sorunlar bazen, çözüm kapısı olabilmektedir.

Her günün konuşulacak bir gündemi mutlaka vardır. Bu da kişiden kişiye değişir. Ama güzel gündemlerle meşguliyet, günün güzelleşmesini netice veriyor.

Sır, gübrelere değil, çiçeklere, güllere bakmaktadır.

13.09.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Ramazanlı Eylül düşünceleri…



Kendisine yazı yazılacak kadar müstesna aylardan bahsedilecek olursa, bunlardan birisi de Eylül’dür. Öyle ki, kalem erbabı istesin veya istemesin, ömründe Eylül’den bir şeyler serpmiştir satır veya mısralarının arasına. Bunun farklı psikolojik sebepleri vardır elbet. Ve belki de en önemli sebeplerinden birisi, yazla kış arasında bir geçiş köprüsü mahiyetinde olmasıdır ki; işte bu durum, kalbi naif hemen herkesin duygu dünyasını dalgalandırma kabiliyetine sahiptir. Çünkü Eylül, bir bakıma belirli bir sona gidişin ilk durağıdır. Bunun içindir ki, Eylül daima bir şaşkınlık ve bir nebze melankoliyle beraber anılır olmuştur.

Nedendir bilinmez, belli belirsiz üşütücü rüzgârların yerlere savurduğu sararmış yaprakların vaziyetini bana gösteren Eylül’e ben de kayıtsız kalamadım. Nitekim, Hazan mevsiminin hüzün basamağında beni ilk karşılayan Eylül oluyor sanki. Ahmet Hâşim gibi, “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivelerden / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak” mısralarını mırıldanırken, döngüsel bir labirent içinde ömür istasyonlarını tek tek dolaşıp ölüm durağına adım adım ilerlediğimin farkındalığını yaşamak, beni ürpertiyor.

Ölüm… Değişmeyen ve mukadder yazgısı yaratılmışların… Belki de bu gerçeklik yüzünden, ne kadar sıcaklığını hissettirse de güneş, hep sırtımızdan akan soğuk terlerdir bize görünen. O soğuk terler ki, onulmaz bir ayrılık rüzgârı tenimize değerken bize kalan şebnem taneleridir her biri. Dahası, onlar insanoğlunun acziyet ve fakrından süzülen ve “kimsesizler kimsesi”ne duyulan şiddetli ihtiyacın ortaya döktüğü inci taneleridir. Hemen her şey “öte dünyanın” duygu ve düşünceleriyle girerken dünyasına insanın, “Ey göz, gönlümdeki ateşe gözyaşımdan su saçma, ki bu denli tutuşan ateşe su çare olmaz” diyen Fuzuli gibi, ezelî bir ayrılık ve yalnızlığın ördüğü ağlardan süzülen bir hüzün, “Eylül”le ilişkilendirilmesin de neyle ilişkilendirilsin?

Eylül’ü bu anlamda hissetmek; elbette gören göz, hisseden kalp ile ruh ve düşünen bir zihnin kârıdır. Zira o akılları baştan alan yaz sıcaklığının, yerini yavaş yavaş soğuk havalara bırakması, sis ve karın habercisi yağmurların ortalığı ıslatırken yüreğimizdeki “sonsuz son”a dair kıvılcımları hareketlendirmesi ve sararan yaprakların daima hatırlattığı, “Anam babam topraktır” gibisinden dervişane düşünceler hep Eylül’ün hasadıdır. Hele ki, bu yıl başına taç olmuş bir Ramazan var ki, bu da Eylül’ü daha farklı kılmaya yeter de artar bile. Ne kadar güzel bir buluşma değil mi? Bence çoğu zaman beşeri dürtülerle bezenen ayrılıklardan dem vurulması kuvvetle muhtemel olan Eylül’e bir uhrevilik katıyor Ramazan. Ve çehresini alenî bir şekilde ulvileştiriyor. Söz gelimi; ansızın bizi ensemizden yakalayan o ayrılık hüznü, sonsuzluk yolunda vuslata döşenen basamak ve çekilmesi gereken çileler hükmünü alıyor. “Merhabâ merhaba meh-i Ramazân / Merhabâ halka rahmet-i Rahmân” gibi beyitlerin de belirttiği gibi, belki de sabır ve şükür mânâları Ramazan’ın şevk kanatları altında Eylül’e bambaşka bir uhrevilik katıyor. Ne mutlu bunu fark edene!..

Bence, insan daima yaşadığı zamanı sorgulayabilmeli. Zira, içinde bulunduğu zamanı idrak ettikçe, duyarlılığı ve hayatı şuurlu bir şekilde yaşama yetisi daha bir artıyor gibime geliyor. Bunun yolu da deyim yerindeyse, yıllarca bir Hüma kuşu gibi her yıl farklı zaman dilimlerinde konaklayan şehr-i Ramazan’ın Eylülde konaklamasından yola çıkarak, zamanı kütle misali değil de küçük dilimler şeklinde zihnimize yerleştirmekten geçiyor. Tipik bir saatin kronometresi hızında bir zaman döngüsünün bizi çepeçevre sardığını düşünmek gibi bir şey bu.

İnsan, işte o zaman adımını daha dikkatli ve daha dolu atmak gibi bir farkındalık içinde olur vesselâm…

13.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Microsoft’taki başörtülüler



Yaklaşık beş yıl önce Sabah gazetesinin manşetinde, bir grup Microsoft çalışanının toplu halde çekilen bir fotoğrafı çıkmıştı. Resimde bizim dikkatimizi çeken husus ise, başörtülü bir hanımın varlığıydı.

“Microsoft’taki başörtülü”nün bize düşündürdüklerini 15.11.03’te bu köşede yazmıştık.

Aradan yıllar geçti. Geçen sene 4 Ağustos tarihli Akşam gazetesinde, MS’ta çalışan başörtülü bir hanımla yapılmış bir röportaj yayınlandı.

Böylece Hacettepe Bilgisayar’dan mezun olup, son sınıftayken hazırladığı web sayfası üzerine MS’tan aldığı teklifle ABD’ye giderek 5,5 yıldır orada çalışan Nazan Kurt’u tanımış olduk.

Nazan Hanımın kendisiyle ilgili 26.8.07 tarihli yazımız için gönderdiği mesajı da yayınladık.

Bu arada, geçtiğimiz 11 Ağustos tarihini taşıyan Aksiyon dergisinde çıkan Mesut Çevikalp imzalı bir yazıdan öğrendiğimize göre, şu anda MS’ta çalışan başörtülü sayısının 10’a ulaşmış olabileceği söyleniyor. Kesin sayı verilemeyişi, kampüsün yaklaşık 30 bin kişinin çalıştığı çok büyük bir yer olmasından ileri geliyor olmalı.

10 sayısı, sadece merkez kampüs için söz konusu. Diğer kampüsler için elimizde bilgi yok.

10 başörtülüden üçü Türkiye’den gitme. Biri Nazan Kurt, diğerleri Fetiye Karabay ve Esra Usta. Ve Aksiyon’daki yazı, Boğaziçi mezunu Fetiye Hanımın anlattıkları üzerine bina edilmiş.

Üniversitede lisans eğitimini problemsiz tamamladıktan sonra yüksek lisansa başladığında yasak engeliyle karşılayan Karabay, çareyi, eğitimine ABD’de devam etmekte bulmuş. Bu arada, eşinin çalıştığı MS’a iş başvurusu yapmış.

Önce, dilbilimi uzmanı kimliğiyle Natural Language grubunda program yöneticisi stajyeri olarak üç ay süreyle denenmiş, başarılı bulunup program yöneticisi konumunda çalışması teklif edilmiş ve ardından, geçen yılın Ağustos’undan itibaren bu görevde sürekli çalışmaya başlamış.

Dil biliminin yanı sıra bilgisayar programları konusunda da kendisini geliştiren Fetiye Hanım, Türkçenin yanı sıra birçok dilde sözcük denetimi (spell checker), dilbilgisi denetimi (grammar checker), heceleme (hyphenator), sözcük üretimi (word breaker) ve eş-karşıt anlamlılar sözlüğü gibi çözümler üzerine çalıştığını söylüyor.

Çalışmaları, Office programı içindeki Word, Outlook, PPP, Windows Mail, Hotmail, Windows desktop search gibi ürünlerde kullanılıyor.

Yeni üretilen programların geri dönüşleriyle de ilgilenen Karabay yaptığı işi şöyle anlatıyor:

“Projelerin vaktinde ve kaliteli üretilmesinden sorumluyum. Çalıştığım ürünlerin spesifikasyonlarını da yazıyorum. Müşteri ile programcılar arasında bir uzlaşmacı rolümüz de var. Gelecek ürünlerin planlamasında rol alıyorum.”

Çalışma ortamı için de şunları söylüyor:

“Başörtümden dolayı en ufak bir ima dahi almadım. Dil, din, ırk gibi farklılıklar arasında ayrımcılık yapılmıyor. Tam tersine, ayrımcılık yasak. Biri size bunlardan dolayı farklı davransa veya incitici söz söylese, o yönetici bile olsa, işinden atılmaya kadar varabilecek ciddî cezaları var. Genelde çok saygılılar. Meselâ grupla yemekli toplantı yapılacaksa, neler yiyip yemediğimi, dışarıda bir aktivite organize edilecekse bana uygun olup olmayacağını soruyorlar. Meselâ bir beyle aynı ofisi paylaşıp paylaşamayacağımı sordular.

“Kampüste özel bir mescit yok; ama isteyen kendi odasında inancının gereklerini rahatça yerine getirebiliyor. Çalışma saati ibadetlere göre ayarlanabiliyor. Herkes istediği saatte odasında veya boş bir ofiste ibadetini yapabiliyor.”

Microsoft Office 2009 versiyonunda imzası bulunan Fetiye Hanım, Türkiye’de yaşadığı sıkıntılara rağmen, inancını yaşayabileceğini umduğu ileriki günlerde, MS’ta kazandığı bilgi ve tecrübeyle ülkesine katkıda bulunmak istiyor.

Biz de bu temennîye, bu mübarek Ramazan günlerindeki dualarımızla yürekten katılıyoruz.

13.09.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Necat ve halâs ancak ihlâs iledir



Mesnevî-i Nuriye’de niyetin ruh, o ruhun ruhunun da ihlâs olduğu belirtilir. Bu özelliği sebebiyle az bir zamanda çok ameller meydana geldiği, az bir ömürde Cennetin bütün lezzet ve güzellikleriyle kazanıldığına dikkat çekilir. Peygamberimiz de (asm), “Allah sizin kalıplarınıza, sûretlerinize bakmaz, kalblerinize ve amellerinize bakar” buyur muyor mu?

Evet, Allah amele, amelin de hangi niyetle yapıldığına bakar. İhlâsla, sırf Kendi rızası için yapılmışsa kabul eder. “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır” hadis-i şerifi de bu açıdan büyük bir önem arz eder.

İslâm âlimleri niyet ve ihlâs üzerinde çok durmuşlar, ihlâssız hiçbir amelin kabule şayan olmayacağını belirtmişlerdir. Allah Resûlü (asm), “Amelin ihlâslı olsun. Az da olda olsa makbüldür” buyur muyor mu? Demek ihlâssız amel ne kadar çok olursa olsun makbul değildir. Bir zerre ihlâslı amel batmanlarca ihlâssız amelden üstündür.

Büyük İslâm âlimi Hasan-ı Basrî’nin, niyeti düzeltmek, kalbi ıslâh etmekten sıkça bahsettiğini görenler, birgün sormuşlar: “Hep niyeti düzeltmekten, kalbi ıslâh etmekten bahsediyorsunuz, bu ne demektir?”

O büyük İmam şu cevabı vermiş: “Şu kısa ömre karşılık sonsuz bir Cennet veriliyor. Siz onu şu sayılı günlerdeki amellerinizle kazanacağınızı mı zannediyorsunuz?

“Ancak o ebedî Cenneti amellerinize eklediğiniz iyi niyet ve ihlâsınız sebebiyle kazanabilirsiniz.

“Öyleyse niyetinize dünya menfaatlerini katmayın, sadece ve sadece rıza-yı İlâhiyi düşünün.”

Rabiatü’l-Adeviyye de sadece ve sadece Allah rızasını gözetirdi. Hatta caiz olduğu halde Cennet iştiyakı ve Cehennem korkusuyla ibadet etmeyi kendine yakıştıramazdı. Derdi ki: “Ya Rabbi, eğer ben Sana Cennet iştiyakıyla ibadet ediyorsam, beni Cennetinden uzak tut. Eğer Cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam, beni Cehennemine at. Eğer sırf Senin rızan için ibadet ediyorsam beni Cemalinle şereflendir”

Mesnevî-i Nuriye’de Kur’ân’ın halis ve tam bir talebesinin en büyük bir mahlûka karşı da kulluğa tenezzül etmeyen, Cennet gibi en büyük bir menfaati kulluk gayesi edinmeyen br kimse olduğuna dikkat çekilip “Kur’ân, hakikî bir talebesine ebedî Cenneti dahi gaye-i maksat yaptırmazken şu geçip giden fani dünyayı gaye-i maksat hiç yapar mı?” denilir.

Demek kurtuluş vesilesi ancak ihlâs.

13.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Risâle-i Nur’un mesleği



Risâle-i Nur’un “hakikat mesleğini” anlayabilmek için, İslâm tarihi boyunca uygulanagelen değişik meslek ve meşreplere temas etmek gerekir. “Zamanın değişmesiyle ahkâm/hükümler de değişir” hakikatince, her çağın, her zamanın bir hükmü, her devrin kendisine has bir damgası vardır. Şu halde, sosyal ve mânevî sahanın da kendine özgü bir metodu, farklı bir üslûbu, bir mesleği ve meşrebi olmalıdır.

İslâm hakikatleri donuk değil. Bilâkis gelişme istidadında. Yeni durum, oluşum ve gelişmelere karşı vaziyet alır. İslâmiyet yeniler ve yenilenir. “Muhakkak ki Allah, bu ümmete her yüz sene başında dinini yenileyen bir müceddid gönderir”1 hadisi buna işaret eder. Her asırda müceddidlerin gelmesi ve müçtehidlerin varlığı; farklılığı, yenilenmeyi, değişimi, gelişimi ifade eder.

Bu zaviyeden baktığımızda, her müceddid temelde aynı, fakat teferruâtta farklıdır. Yani, hizmet stratejisi, üslûp, metod, meslek ve meşrepte farklı yaklaşımlar sergiler. Bu, gayet fıtrî ve tabiîdir. Eğer aynı uslubu, aynı metodu, aynı meslek ve meşrebi tekrarlayacak idiyseler, “tecdid/yenileme” ne ifade eder ki?

Günümüzde fen (astrofizik, mikrokimya, genetik vs.), sosyal, mânevî ilimler dallanıp budaklanmış, teknoloji harikası vasıtalar başdöndürücü bir sürat kazanmış. Sosyal hayat ve anlayışlar fevkalâde genişlik ve değişim içinde. Psiko-sosyal hastalıklar da çeşitlenmiş, derinleşmiş. Eski çağın ilmî birikimi, doneleri ve vasıtalarıyla hedefe ulaşmak imkânsız değilse de çok zor. O dönemlerin ulaşım ve nakliye araçları (kağnı, at arabası, fayton vs.) kullanmadığımız gibi; sosyal hayatta da eski devirlerin ilmî birikimiyle tasnif edilen irşad, tebliğ metotları veya tarikat-zikir sistemini kullanamayız. Çağın şartlarına uygun metotlar gerekir. Rûhî (psiko-biyo-fizyolojik) gelişim ve nefis terbiyesinin de buna paralel bir üslûp ve metot takip etmesi kaçınılmaz.

Tasavvuf yolu, kalp hastalıklarının, seyr ü sülûk (mânevî gezi ve gözlem) ile, yani kalp ayağıyla hareket ederek izâlesine (yok edilmesine, tedavisine) çalışır.2 Peki, eski zamanın ilâçlarıyla bugünkü hastalıkları tedavi etmek mümkün mü?

Bugün en önemli vazife, iman şartlarının ispat ile izah edilmesi, yerleştirilmesidir. Aklî, kalbî, vicdanî, ruhî (psiko-sosyal) hastalıkların tedavisidir, izalesidir. Zira, iman esasları temeldir, asıldır, köktür. Temel sarsılmış, kök çürümeye yüz tutmuş. Ayrıca iman zaafı mü’minleri de sarmış, sarmalamış. Bundandır ki, ibadet, zikir, kardeşlik, yardımlaşma gibi İslâmın emir, nehiy ve ahlâkî güzelliklerini pratik hayata geçiremiyor mü'min.

Bunun sebebi; ne olduklarını ve nasıl yapılacaklarını bilmemelerinden değildir. Onları hayata geçirecek, gücü, uygulayacak enerjiyi, yaşayacak ruhu kendilerinde bulmamalarıdır. Yani iman zaafı ve imanın taklidî olmasıdır.

Şüphe ve vesveselerin anaforunda yuvarlanan, her meselede ikilem içine girer. Akıl, kalp, vicdan tatmin olmaz. Taklidi iman sahibi, en basit olaylar karşısında titrer, kimi zaman yeryüzü ona dar gelir. O takdirde de hiç şüphesiz, peşinde koşulan huzur ve mutluluk bulunamaz.

Diğer taraftan çağın insanı hedonist, lezzetkolik olmuştur. Dolayısıyla lezzet almak istediği haram ve gayr-i meşrû yolların gerçek zevk vermediğini; bilâkis içinde yüzlerce elem ve eziyeti taşıdığını anlaması gerekir. Bu da, akıl, kalp, vicdan ve duygusal açıdan mutmain olmayı gerektirir. Yani, bu zamandaki nefis terbiyesi; iman, İslâm esaslarının ve ahlâkının ispat ve izahıyla mümkün olabilir.

Dipnotlar: 1- Ebû Dâvûd, Melâhim, 1.; 2- Mektubat, s. 26.

13.09.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Tarafgir cereyanlar



Siyaset, ticaret, medya ve yardım kuruluşu aktörleri arasında yer yer sert düellolara dönüşen son tartışmalar, bir kısım sakin vatandaşları dahi—belki de hiç farkında olmadan—tarafgirane bir tutum ve ruh hali içine sürüklemiş görünüyor.

Bu halin, mâsumlara pekçok zararı var. Son derece de sakıncalı bir durum.

Aman dikkat! Zira, taraflardan hiçbiri "sütten çıkmış ak kaşık" değildir. Günahları, veballeri var; hem de çok ağır...

Onlar, elden geldiğince herkesi kendine taraftar yapmaya çalışıyor. Taraftarlık ise, hata ve günahlarına da hissedar olmak demektir. Maazallah...

Bütün gayesi maddiyat ve dünyalık olanlar için söylenecek fazla bir şey yok. Onlar huylarının, mizaçlarının, karakterlerinin gereğini yerine getiriyorlar, kendilerine yakışanı yapıyorlar. Bilinen tıynetleri kolay kolay değişmez.

Üzerinde asıl durulması gereken nokta, dindar görünenlerin din adına siyaset veya ticaret yapmaya kalkışmasıdır. Dahası, bu kesimin holdingleşme, yahut yardımlaşma adı altında yürütmüş oldukları sömürme ve semirme tarzındaki faaliyetleridir.

Zira, saf ve mâsum insanlarımız, en çok bu kesime mensup şahıs ve gruplara inanmakta, dolayısıyla kandırılmaktadır.

Düşünün, geçtiğimiz yıllarda birer birer iflâsı gösterilen finans ve ticarî kuruluşların hemen tamamı din ve dindarlık kisvesi altında yapılmadı mı?

Keza, yüz binlerce mâsumu dolandıran bu yüzsüzler, bütün güç–kuvvet ve prestijlerini ortaya "din adına" çıkan muhakemesiz siyasetçilerden almadılar mı?

Ne yazık ki, holdinglerin iflâsından sonra da sömürme faaliyetleri devam etti. Ancak, bu kez isim ve sûret değiştirerek: Yeni taktik, duygusal isimler altında birtakım yardım dernekleri ve hayır kurumları teşkil etmek ve malı bu sûretle götürmek.

Tabiî, yine "dinci siyasetçiler"in koruması ve kollaması altında...

Buna ilâveten, ayrıca şu yaranma hallerine de defaatle şahit olduk: Açılışlarda ve açış konuşmalarında, öncelikle ve özellikle "Bir dakikalık saygı duruşu"nda bulunma yaranmacılığı.

Ne var ki, bunun da onlara bir faydası olmadı. Zira, ne yaparlarsa yapsınlar, dünya ehline yaranamazlar.

* * *

Bütün bu olup bitenlerin mahiyetini, iç yüzünü anlayabilmek maksadıyla yaptığımız araştırmada, kendimiz için çıkardığımız en tesirli ders, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ Hayatı devresinde muhatap olmuş bulunduğu mühim bir suâle vermiş olduğu hakikatli cevaptır. İşte, o suâl ve cevabı içine alan kısa mektup:

"Azîz, sıddîk kardeşlerim. Hem mânevî, hem maddî birkaç cihette sorulan bir suâle mecburiyet tahtında bir cevaptır.

Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ etmiyorsun ve Risâle–i Nur ve şâkirtlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan menediyorsun? Halbuki...

Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinâbın en ehemmiyetli sebebi, mesleğimizin esâsı olan ihlâs bizi menediyor. Çünkü, bu gaflet zamanında, husûsan tarafgirâne mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dînini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevî âlet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik–ı îmâniye ve hizmet–i Nuriye–i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz; rızâ–i İlâhîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki, şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında bu sırr–ı ihlâsı muhâfaza etmek, dînini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inâyet ve tevfîk–ı İlâhiyeye dayanmaktır." (Tarihçe–i Hayat, s. 414)

Tarihin yorumu (13 Eylül 1921)

Sakarya'da subaylar savaşı

Birinci ve İkinci İnönü Zaferinden (10 Ocak–1 Nisan 1921) sonra, üçüncü bir zafer daha kazanıldı.

Tarihe Sakarya Meydan Muharebesi olarak geçen bu zafer, İngiliz takviyeli Yunan kuvvetlerinin ileri harekâtını tamamıyla durdurmuş oldu.

13 Eylül 1921 tarihi itibariyle, Sakarya Nehrinin doğru tarafında bir tek Yunan askeri kalmadı. İki tarafın da çok ağır kayıplar verdiği bu savaştan sonra, düşman kuvvetlerinin geri çekilme harekâtı, İzmir'i terk ettikleri 9 Eylül 1922'ye kadar devam etti.

Eskişehir–Kütahya Bozgunu

Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşanın sevk ve idare etmiş olduğu Eskişehir–Kütahya hattı muharebeleri, çok ağır bir yenilgi ve çok büyük bir zayiatla neticelendi.

Bu büyük bozgun hadisesi, İnönü Zaferi ile Sakarya Zaferinin orta devresinde yaşandı: Yunan kuvvetlerinin İnönü'de mağlubiyete uğramasını hazm edemeyen İngiltere, düşman tarafa en gelişmiş modern silâhlarla yardımda bulundu.

Bundan büyük kuvvet ve cesaret alan Yunanlılar, 136 bin kişilik bir orduyla yeniden taarruza geçtiler. Türk cephesinde ise, hem asker (120 bin asker), hem de silâh itibariyle nisbeten daha düşük seviyede bir kuvvet vardı.

10 Temmuz'da başlayan düşman taarruzu, Ağustos ayı sonlarında Polatlı sırtlarına kadar gelip dayandı.

Top seslerinin Ankara'dan duyulması üzerine, Meclis Başkanı M. Kemal, Ankara'nın boşaltılması gereğinden söz etti. Bunun üzerine, resmî evrakların bir kısmı vagonlarla Kayseri'ye taşındı.

Subayların gayreti

Eskişehir–Kütahya Bozgunu, subaylarımızın izzetine dokundu. Bu sebeple, zillet içinde yaşamaktansa ölümü tercih etme noktasına geldiler. Dolayısıyla, yeni başlayacak bir savaşta en ön safta çarpışmak istediler.

İşte, 10 Eylül'de başlayan ve 13 Eylül'de sona eren Sakarya Meydan Savaşının en dikkat çekici yönü, subay kısmının göstermiş olduğu bu kahramancasına feragat ve fedakârlığıdır.

Bu zaman zarfında kaybedilen 26 bin şehidin yüzde 70–80 kadarının rütbeli muvazzaf subaylar olduğu tesbit edildi. İşte, bundan dolayıdır ki, Sakarya Muharebesinin bir ismi de, "Subaylar savaşı" olmuştur.

13.09.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Zekâtın hikmeti üzerine



*Muhtelif okuyucularımız: “Zekâtın hikmeti üzerinde durur musunuz?”

Mülk Allah’ındır. İnsana emaneten verilen mülk ve servet çok kısa bir süre içinde tekrar geri alınmakta; bu süre zarfında insanoğlu, elindeki mülke karşı tutumu, mesafesi, tasarrufu, hayırda sarfı, insanlara yardım etmesi, Allah yolunda harcaması... vs. gibi hususlarda imtihan edilmektedir. Öyleyse, ne çok mülk insanı şımartmalı; ne de az mülk insanı isyana sürüklemelidir. Her zaman ve her yerde fazla malın âfetinden de, yoksulluğun çaresizliğinden de Allah’a sığınmalıyız. İkisi de musibettir.

Çok mal istenmez mi? Hiç şüphesiz, Allah’tan her hayırlı şey istenir. Yeter ki verenin Allah Teâlâ olduğu bilinsin. Hazret-i Eyyüb (as), üzerine su dökünürken, birdenbire dökündüğü su altına keser. Başından aşağıya sarı ve çil altınlar bir küpten boşanır gibi dökülünce Eyyüb Peygamber (as) altınları toplamaya davranır ve bir tanesini bile kaçırmamaya gayret eder. Cenâb-ı Hakk’ın imtihan sadedinde; “Ey Eyyüb! Ben seni zengin kılmadım mı ki, altınlara yöneldin?” diye nidada bulunduğunda ise Eyyüb Peygamber (as), kâmil iman sahibi mü’minlere örnek olacak nitelikte şu cevabı verir: “Allah’ım, Senden geldiğini bildiğim bir şeye karşı gönlü tok olabilir miyim?”

Evet, dünyalar dolusu malımız da olsa, biz fakiriz; Cenâb-ı Allah ise zengindir. Cenâb-ı Allah’ın bize zenginlik vermesini, sadece ama sadece bir imtihan olarak değerlendirmeli; aslında bizim fakîr olduğumuzu, lütfedip bize verenin Allah Teâlâ’dan başkasının olmadığını aslâ ve aslâ aklımızdan çıkarmamalı; şaşıp yanılıp da, “Bunu ben kazandım!” enaniyetine katiyetle girmemeliyiz. Nice Karunların gelip geçtiğini, hiçbirisine dünya malının fayda vermediğini; kendileri mallarının sadece günahını alıp götürürlerken, o delisi oldukları servetlerinin yeryüzünde yığılıp kaldığını unutabilir miyiz? Bütün malların hakîkî vârisinin Allah Teâlâ olduğunu unutabilir miyiz? Cenâb-ı Allah’ın bize mal vermekle, aslında Cennet’i vermeye talip olduğunu bildirmek istediğini; çünkü canımız ve mallarımız karşılığında bize Cennet’i vaad ettiğini1; bu malların Cennet’in öncüsü olmaktan başka bir mânâ içermediğini unutabilir miyiz? Cennetin kokusunu taşıyan Allah vergisi malları, nefsimizin Cehennem odunları hâline çevirme teşebbüsü karşısında seyirci kalabilir miyiz? Fânî malımızın bekâ bulması için “zekât” gibi bir öneri getiren Kur’ân’a kulağımızı ve gönlümüzü tıkayabilir miyiz? Cenâb-ı Hak mülkü dilediğine veren, dilediğinden de çekip alandır.2 Mallarımız yardımlaşma, hayırda sarf etme, enaniyetimizi yenme ve Allah için harcayabilme gibi hayırlı amellerimiz ile âdetâ Cennet meyvesine dönüşebilecek kâbiliyettedir. Zekât bereket kaynağımızdır, Allah’a şükrümüzün ölçüsüdür, sonsuz bir zenginlik ve servet yurdu olan Cennet talebimizin vesîlesidir, duâsıdır, niyâzıdır. Zekât, mutlak zengin olan, Müstağnî-i Alelıtlak olan, Ganiyy-i Muğnî olan Cenâb-ı Hakk’ın bize daha çok vermesini “isteme” vesîlemizdir. Allah’ın verdiğini elimizde tutarak, toplayıp sayarak, Allah’tan mal ve servet, mülk ve zenginlik isteyemeyiz. Hiç olmazsa kırkta birini lâyık olan yerlere vermeliyiz ki, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle, Cenâb-ı Hak dilerse, en az bire on sevap ve bereketle, malımıza en azından dörtte bir ilâve yapsın, kazancımızı artırsın, malımıza bereket lütfetsin, hayırlı servet ve zenginlik versin.3

İslâmiyet, sosyal hayatın dengelerini zekâtla muhafaza etmek ister. Toplum içinde gizli veya açık, akşam sofrasında bir lokma ekmeğe muhtaç olanlar bulunabileceği gibi; meşrû bir ihtiyaç yüzünden boyunu aşan borca girmiş, hattâ borç batağında çâresiz kalmış borçlular da bulunabilir. Okumak isteyen, ama maddî durumu kifâyet etmeyen talebeler bulunabileceği gibi; İslâm’a hizmet etmek isteyen, i’lâ-yı kelimetullâh ve mânevî cihâd yoluna kendisini adamış; hayâsızlık, bilinçsizlik, adâvet ve cehâlete karşı ilimle, îmânla, irfanla ve ahlâkı tebliğle savaş açmış, ama yeterli kitap, araç-gereç, malzeme, barınak ... vs. muhtelif hizmet aracı temini açısından maddeten kifâyetsiz durumda bulunan ehl-i himmet de bulunabilir.

Zekât mükellefi olarak çevremizi ve Müslümanları tanımakla yükümlüyüz. Mehmet Âkif Merhumun, “Ya param olsaydı, ya himmetim olmasaydı!” sözüyle veciz bir şekilde ifâde ettiği gibi; himmet sahibi ve kendisini İslâm’a hizmete ve mânevî cihada adamış Müslümanların “Paramız olsaydı şunu şöyle yapardık! Şöyle bir hizmet binâ ederdik!” sitâyişlerini, serzenişlerini, umutlarını ve olumlu hayallerini zekât yükümlüsü olarak duymalıyız, işitmeliyiz; zekâtlarımızla İslâmî ve îmânî hizmetlere yardımcı olmalıyız.

Dipnotlar:

1- Tevbe Sûresi: 111

2- Âl-i İmrân Sûresi: 26

3- Mektûbât, s. 264

13.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Doğruları savunmak gerek



Birileri çıkıp, yanlışlara dur demedikçe sürüp gider. Küçük ‘doz’larda başlayan müstehcenlik de ‘dur’ diyen olmadığı için serpildi ve maalesef ‘normal’ karşılanır hale geldi. Biraz karikatürize edersek, açık-saçıklık; ilmen, tıbben ve dinen insana ‘zararlı’dır. Alkol gibi, uyuşturucu gibi, sigara gibi!

Hatırlatmak dahi istemeyiz, ama başta sahil şeridi il ve ilçeler olmak üzere Türkiye’de de ciddî bir müstehcenlik tehlikesi var. “Turisttir, ne yapsa yeridir” anlayışıyla aile değerlerimiz ve gençlerimiz ifsat ediliyor. Sanki ‘giyinik’ turist olmaz, sanki turist denince ille açık-saçık gezmesi gerekir.

Nitekim, müstehcenlikten yana dertli olan Alanya’da, belediye meclis üyelerinden biri, turistlerin sokak ve alış veriş merkezlerinde ‘insan’ gibi gezmesi gerektiğini ifade ederek konuyu gündeme taşımış. DP’li üye, son aylarda Alanya’da ahlâkî bir erozyon yaşandığını, vatandaşların da bu durumdan son derece rahatsız olduğunu ifade ederek, turistlerin ancak plajda giyilebilecek, hatta orada bile yadırganacak kıyafetlerle sokakta dolaştıklarını söylemiş. Aynı üye, Avrupa ülkelerinde bu kılık kıyafetlerle şehir merkezlerinde, yollarda ve alış veriş merkezlerinde gezilmediğini de hatırlatmış. Başka bir üye de, sokakta mayolu gezen bir turisti uyardığını, turistin de kendisine ‘hiçbir uyarı olmadığı için böyle dolaştığını, uyarı olması halinde buna uyabileceğini’ söylediğini aktarmış.

Neticenin ne olacağını şimdilik bilemiyoruz, ama böyle önemli bir konunun gündeme taşınmış olması önemlidir. Bakınız, ikaz edilen bir turist, ‘uyarı levhası olsa böyle gezmeyiz’ demiş. O halde, tez elden makul şekilde uyarı levhaları asılmalıdır. Tek başına levhalar yetmez, uygun lisan ile yerli ve yabancı turistler ikaz edilmelidir.

Çok önemli bir nokta daha var: Bazıları, bütün dünya ülkelerinde ‘turist’lerin sokaklarda ya da alış veriş yerlerinde tamamen açık-saçık gezdiğini zanneder. Oysa çoğunlukla açık-saçıklık istisna, tesettür esastır. Herkes bilir ki, Avrupa gazete ve televizyonlarındaki müstehcenlik, Türkiye’deki gazete ve televizyonlardaki kadar değildir! Varsa bile, belli sınırlar içinde serbesttir. En iğrenç yayın yapan TV kanalları vardır, ama çoluk-çocuk herkes ona ulaşamaz. Özel gayretle, özet ücretler ödenerek o çirkinliklere ulaşılabilir.

Sokaktaki müstehcenliğin gündeme geldiği bu günlerde, benzer bir gelişme de tiyatro dünyasında yaşandı. Tiyatrokare’nin sahibi Nedim Saban da açık-saçıklığın tiyatro müşterilerini kaçırdığını itiraf edip şöyle demiş: “Tiyatroya seyirci çekmek için herkes güzellere rol verdi. Kimileri sahnede soyundu. Fakat bu ters tepti ve tiyatro seyircisini kaçırdı. Şimdi aynı durum konservatuarlarda da uygulanıyor. Konservatuar giriş sınavında hocalar ne yazık ki güzel kızları seçiyor. Çirkinsen şansın çok az. (...) Tiyatro izleyicisi magazinel isimleri izlemek istemiyor.” (Vatan, 12 Eylül 2008)

Tiyatro seyircisi de müstehcenliğe prim vermiyorsa, bu da hayra alâmet sayılmalı... O halde; yanlışa yanlış, doğruya doğru demeye devam edelim...

13.09.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Polemikler, Türkiye’ye kaybettiriyor



Siyaset Ramazan dinlemiyor. Meclis kapalı ama her defasında bir bahaneyle patlak veren siyasî atışmalar, çok sahneli “oyun içinde oyun” gibi bütün hızıyla devam ediyor. Başbakan’la bir medya grubu patronu arasında başlayan ve giderek alevlenen “polemik” bunun son sahnesi…

Ne var ki bu “atışma” ve “polemik” gürültüsü, ülkenin en çok ihtiyaç duyduğu demokratikleşme, temel hak ve özgürlükler, AB uyum yasalarını akamete uğratıyor.

Bu konuda kulislerde bir yığın senaryo ortaya atılıyor. Ancak en öne çıkanı, Erdoğan’ın bu denli yüksek dozda yüklenmesinin gerisinde ekonominin kriz vaziyetiyle ilgili olduğu belirtiliyor.

Buna göre amaç, ekonomiden sorumlu bakan tarafından da açıkça itiraf edilen “global kriz dalgası”ndan kaçamayan ve özellikle yılın ikinci çeyreğinde yerine sayan ekonominin kırılgan durumunu örtbas etmek. 2002’nin ilk çeyreğinden bu yana en düşük büyümede kalan Türk ekonomisinin ABD’de başlayan ve bütün dünyayı saran global kredi krizinden etkilenmesini kamuoyunun gözünden kaçırmak…

DEMOKRATİKLEŞME,

POLEMİKLERE FEDA EDİLİYOR

Bir diğer iddia, salvoların hedefinin, “Dişli hadisesi”yle başlayan ve “Deniz Feneri”yle kızışan “yolsuzluklar savaşı”nın ucunun siyasî iktidara bulaşmasını daha baştan savmak. Yargı konusu maddî yardımın iktidar partisine aktarılması soruşturmasına mâruz kalınmasıyla yeniden “kapatma davası”na muhatap olunmasının ve bu yüzden “temelli kapatma yaptırımı ile karşı karşıya kalmanın önünü almak…

Başsavcının bu kez Almanya’daki Deniz Feneri Derneğinin topladığı yardım paralarıyla AKP’nin finanse edildiği iddialarını incelemeye aldığı ve bu sebeple partinin anayasanın 69. maddesine göre yeniden kapatma davasıyla karşı karşıya kaldığı söylentileri, bu açıdan dikkate değer…

Bütün bunlar şimdilik spekülasyonun ötesine geçmiyor. Lâkin gerçek olan şu ki tırmandırılan tartışmalar siyaseti germekle kalmıyor; öncelikle AB müktesebatının edinilmesine dair uyum yasalarının düzeltilmesi ve mevzuat değişikli için uzlaşma arayışlarını tıkıyor. Demokratikleşme polemiklere feda ediliyor… Gelinen noktada, hâlâ “yeni anayasa”da ısrar eden ve partiler arası uzlaşma arayışını sürdüren Meclis Başkanı Toptan’ın Meclis’te grubu bulunan partilerden kurmak istediği “uzlaşma komisyonu”na CHP’nin yanısıra AKP’nin de isim vermemesi, iktidar partisinin bunu da savsakladığı intibâını verdiriyor.

Her ne kadar iktidar partisinin Ekim başında açıklanacak Anayasa Mahkemesi’nin “gerekçeli kararı”nı beklediği belirtilse de, özellikle Deniz Feneri davası üzerinde başlayan düellonun “uzlaşma komisyonu”nu zorlaştırdığı ifâde ediliyor. Böylece, Meclis Başkanı’nın peşine düştüğü “yine anayasa” bizzat iktidar ve Anamuhalefet partilerince peşinen kadük hale getirilip bir başka bahara bırakılıyor…

Bilindiği gibi bizzat Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsünün ikrarıyla AKP siyasî iktidarı yeni “sivil anayasa”yı toptan rafa kaldırmıştı.

“3. ULUSAL PROGRAM”DA GÜME GİDİYOR...

AKP iktidarı, altı yıldır verdiği vaadleri yerine getirmek, anayasayı temelde ele almak ve köklü demokratik reformları yapmak yerine, “3. ulusal program”da açıklanan haliyle teknik teferruattan ibaret mevzuat değişikliklerini açıklamıştı.

Önümüzdeki altı yıla uzanan orta ve uzun vadedeki mevzuat düzenlemelerini kapsayan değişikliklerle iktifa edilmişti. Bunun anlamı yine kısmî iyileştirmelerle, yamalı mevzuat düzenlemeleriyle, yetersiz değişikliklerle kalınmasıydı. Beklenti içindeki kamuoyunun, detay mevzuat değişiklikleriyle oyalamasaydı...

Ne garip ki siyasî iktidar bunda da kararlı görünmüyor. AKP’nin bu hususta Dışişleri Bakanı Babacan’ı kabul etmeyen anamuhalefet partisi ile görüşmekten vazgeçtiği haberleri çıkması, bu bakımdan düşündürücü.

Belli ki iktidar partisi ve hükûmet, büyük bir iddia ile kamuoyunun tartışmasına sunduğu “3. ulusal program”ı da ciddiye almıyor; olayların seyrine bırakıyor. “Program”ın hâlen Bakanlar Kurulu’ndan geçmemesi bunun göstergesi.

Neticede bizzat Başbakan’ın tırmanmasına katkıda bulunduğu gerginliklerin ortasında partilerin kapatılmasını zorlaştıran ve demokratikleşme alanını kısmen de olsa genişletecek olan “3. ulusal programı” taslağı da tıpkı “yeni anayasa” gibi güme gidiyor.

Müzâkere sürecinde siyasetin demokratikleşmesi, yargı reformu ve özgürlüklerde yetersiz de AB standartlarına ulaştıracak düzeltmelerden cayıp, bunun yerine siyasî polemik ve tartışmalarda odaklanması, Türkiye’ye kaybettiriyor…

Peki neden; yazık değil mi?

13.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Kavganın gerçek sebebi ne?



Türkiye bütün sorunları bıraktı, Başbakan Erdoğan ile “medya patronu” olan Aydın Doğan arasındaki kavgayı konuşuyor. Kavga Türkiye’nin bir numaralı gündem maddesi haline getirildi. Aslında bu kavganın bu kadar sertleşmesini pek çok insan anlamış değil. Asıl kavganın ne olduğu merak ediliyor.

1980’den sonra siyasetçi-işveren ilişkileri her zaman gündemde olmuştur. Bazı işverenler güçlerini göstermek, ya da karşı tarafı tehdit amacıyla medya kuruluşu satın almışlar. Zaman zaman da gazetecilerin kalemleri silâh gibi kullanılmıştır. Kavgaların arkasında hep iş takibi olduğu, işleri yoluna girince kavgayı bitirdiklerinde şahit olunmuştur. Aydın Doğan da önce gazeteler satın alarak medya sektörüne girmiştir. Bu tarihten sonra medya patronlarının başka iş yapmamaları konusu hep tartışıla geldi.

* * *

Fazla teferruata girmeden “Erdoğan-Doğan savaşı”nın nereden çıktığını aktaralım. “Doğan grubu gazeteleri” Almanya’da görülen Deniz Feneri dâvâsını bahane ederek hükümeti yıpratmaya başladı. Bazen isim vermeden ima yoluyla, bazen de isim vererek bazı ilişkilerin olduğunu iddia ettiler. Erdoğan da sert bir şekilde cevap verince ortalık toz duman oldu.

Burada kim haklı kim haksız tartışmasından ziyade bazı kriterleri ortaya koymakta fayda var. Bir yanda, medya patronluğunun yanında, petrolcülük gibi çok farklı işlerle uğraşan, bu işlerini yaparken devletle ilişkisi olan bir patron, diğer yanda 70 milyonluk bir ülkenin başbakanı. Başbakanın kendisinin kavga içinde olması doğru mudur? Yoksa yardımcılarının mı bu kavgayı etmesi gerekir.

Bir haftadır iki taraf da gazeteler ve televizyonlar yoluyla adeta birbirlerine savaş açtılar. Gerçi önceki gün özel bir televizyonun canlı yayınına katılan Hürriyet’in genel yayın yönetmeni Özkök, “Savaş başladı’ deniyor; ben savaş falan açmadım” dese de bal gibi bir savaş yaşanıyor. Ama neyin savaşı daha net olarak ortaya çıkmış değil. Özkök, Deniz Feneri dâvâsında Başbakan’a para aktarıldığı iddialarına katılmadığını da açıkladı. Bir nev'î geri adım olarak değerlendirilen bu açıklamalarda Hilton’u 255 milyon dolara satın alan Aydın Doğan’ın Erdoğan ile girdiği Hilton polemiğinden zararlı çıkması ve Doğan’ın şirketlerinin borsada 270 milyon YTL’lik düşüş yaşaması etkili oldu mu? bunu da bilmiyoruz.

Şimdi herkes işi gücü bıraktı, Başbakan’ın bugün açıklayacağı “gizli bilgiler”in neler olduğunu merakla bekliyor. Bu işin ucu nereye varacak, gizli kapılar ardında neler yapıldı, birçok şey belki de bu sayede ortaya çıkacak. Bu kavganın Hilton meselesi mi, Deniz Fener’i meselesi mi, ya da bunların gölgesinde başka daha kritik meseleler yüzünden mi yapıldığı, bu kavganın arkasından göreceğiz.

Kavgalar devam ettikçe pis kokular, kirli ilişkiler, kirli çamaşırlar tek tek ortalıklara dökülüyor. Belki de kavganın “tek faydası” bu oluyor. Türkiye kirli ilişkileri bu sayede öğrenmiş oluyor.

HATIRLATMA

Aşağıda aktaracağım görüşmeyi daha önce yazmayı düşünmüştüm. Ancak gündemin yoğunluğu veya o dönemde fazla bir “anlam” yükleyemediğim için yazmamıştım. Şimdi yeri gelmişken fazlada yoruma girmeden bu konuyu aktaralım.

Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin kapatılma dâvâsını esastan görüşmeye başlayacağı günün hemen öncesinde bir parti lideri ile bir medya patronunun yakınlaşması dikkat çekmişti. Pek sık açılışlara katılmayan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Gümüşhane’de Aydın Doğan Vakfı tarafından yaptırılan Sema Doğan Kültür Parkının açılışını Aydın Doğan’la birlikte yapmışlardı. Bahçeli ve Doğan’ın fotoğraflara yansıyan görüntülerine bakanlar “sıcak ilişkiler” içinde oldukları yorumlarını yapmışlardı. Hele hele Bahçeli ile Doğan bir ayda iki kez görüşmeleri de düşünülürse “neler oluyor” sorusunu akıllara getirmişti.

O zaman şunu düşünmüştüm: “Siyaset-medya ilişkilerini bilenler, Doğan birisine bu kadar iltifat ediyorsa boşuna etmez. Bakalım altından ne çıkacak? Ne çıkacaksa da kısa zamanda çıkacağa benziyor…”

Belki bu kavga ile bu konunun uzaktan yakından ilişkisi yoktur, ama bu kavgayı görüşünce bu yakınlaşmayı hatırladım…

13.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır