|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Fırat ve Erdoğan |
|
Şaban Dişli, hakkındaki yolsuzluk iddiaları sebebiyle AKP Genel Başkan Yardımcılığından ayrılmak zorunda kalmıştı. Çok geçmeden, başkan yardımcıları içinde en ağırlıklı isimlerden biri konumundaki Dengir Mir Mehmet Fırat da sürpriz şekilde görevi bıraktı.
Ancak bu istifanın sebebi henüz anlaşılamadı.
Bir cihetten bakılırsa, Dişli gibi onun istifasının da hakkındaki yolsuzluk söylentileriyle irtibatlı olduğu düşünülebilir. Bu iddiaların en sıkı takipçisi olan CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu ile ekranda tartışması hafızalarda tazeliğini koruyor.
Gerçi o tartışmadan akılda kalan net bir sonuç çıkmamış; dahası, Fırat başka zeminlerdeki beyanlarında misilleme olarak bilhassa Baykal’a yönelik olarak dile getirdiği iddiaları orada nedense seslendirmeyip savunma pozisyonunda kalarak, yolsuzlukla ve suiistimalle suçlanan, ama bu ithamı püskürtemeyen bir imaj çizmişti.
Dengir’in istifası bu konuyla mı bağlantılı; yoksa Güneydoğu meselesinde partisinin tamamen devlet çizgisine kaydığının mı bir işareti?
Bölgede köklü ve nüfuzlu bir aşiretin önde gelen isimlerinden biri olarak evvelâ FP’den, iki defa da AKP’den olmak üzere üç dönemdir Adıyaman milletvekili seçilen, öncesinde de AP-DYP çizgisinde siyaset yapan bir politikacı Fırat.
Konumu gereği, partisinin Güneydoğu politikalarının belirlenmesinde de etkili bir isim.
Fırat son günlerde bazı DTP’lilerle bir araya gelmesiyle de kendisinden söz ettirmişti. Anayasa Mahkemesindeki DTP dâvâsının karar aşamasına geldiği; DTP-İmralı bağlantılı provokasyonların bugüne kıyasla henüz bu derece tırmanışa geçmediği; Başbakanın Güneydoğu gezileriyle bağlantılı olarak AKP-DTP geriliminin patlak vermediği bir sırada gerçekleşen bu buluşma, Fırat’ı bir defa daha hedef yapmıştı.
Güneydoğu ve Kuzey Irak odaklı gerilimin silâhla değil, barışçı yollarca çözümünü savunan ve bu çerçevede hem DTP’ye bu tavırla muhatap olunmasını, hem DTP’nin de bu çizgiye yönelmesini isteyen bir yaklaşımın ifadesi olarak yorumlandı bu görüşme ve “birileri”ni kızdırdı.
Fırat’ın sicilindeki bir başka dosyada da yazın yaptığı “Atatürk devrimleri toplumda travma meydana getirdi” çıkışı ile bunun mâlûm cenahta yol açtığı tepkilerin yer aldığı biliniyor.
Kendi istek ve iradesiyle mi, yoksa Genel Başkanının talebiyle mi alındığı da belirsizliğini koruyan istifa kararının arkaplanında ne yatıyor?
Görünen muhtemel sebeplere bakıldığında, bunlar öne çıkıyor. Kamuoyunca bilinmeyen başka sebepler bulunup bulunmadığı ya da istifanın Fırat tarafından ifade edildiği üzere “stres, dinlenme ihtiyacı, sağlık sebepleri”nden öte başka bir gerekçeye mebnî olup olmadığı ise herhalde zaman içinde daha net ortaya çıkacak.
Şu aşamada oluşan fotoğraf, Fırat’ın yerinin, yine Güneydoğu kökenli bir siyasetçi olarak ANAP zamanından beri getirildiği kritik görevleri hep “devlet”le uyum içinde yürütegelmiş olan Abdülkadir Aksu ile doldurulması çok anlamlı.
Hele Başbakanın hemen her konuda devlet tavır ve üslûbunu benimser hale geldiği; DTP’lilere bir zamanlar MHP’nin kullanıp bilâhare onun dahi vazgeçtiği “Ya sev ya terk et” söylemini hatırlatan ültimatomlar çektiği bir noktada...
Yine tam da bu noktada Erdoğan’ın rampaladığı yerin, kendisine en yakın gazeteciler tarafından dahi “Obama gibi geldi, Bush’a benzedi” eleştirileriyle ifade edilir hale gelmesi çok ilginç.
Erdoğan’ın bu eleştirilere “Ben ne Bush’um, ne Obama’yım. Ben Tayyip Erdoğan’ım” deyip, “İllâ birine benzetecekseniz, Atatürk’ten başlayın, Kanunî’lere, Yavuz’lara, Fatih’lere, Osman Gazi’lere kadar gidin” çıkışı yapması da ibretli.
Selefi Erbakan da millî görüşü Hz. Âdem’le başlatarak, bütün peygamberleri ve tarihteki İslâm devletlerinin cihangir padişahlarıyla beraber Atatürk’ü millî görüşçü ilân etmemiş miydi?
Erdoğan’ın çıkışı aynı bilinçaltını ele veriyor.
11.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Rahmbo’ ve Chicago çetesi |
|
ABD’de genellikle İtalyan mafya ve çetelerinden bahsedilir. Ne hikmettir Yahudi lobilerinden bahsedilir, ama çetelerinden bahsedilmez. Zira onlar daha üst seviyede siyasî çetecilik yaparlar. Bundan dolayı bir tür çetecilik yaptıkları halde adları çete değildir, çeteleşmenin ‘meşrû zemini’ni teşkil eden lobicilik faaliyetleriyle tanınırlar. Bugünlerde ABD’de moda deyim Chicago ekibi. Çeteyi meşrûlaştırmak için ekip kisvesiyle anılıyorlar. Bu çete şimdi Beyaz Saray’a yelken açmış ve çöreklenmek üzere. Aynen Clinton döneminde yaptıkları gibi. Genelde Demokratları ve son önseçimlerde ise Hillary’yı destekleyen ekip veya Chicago çetesi Beyaz Saray’a yeniden tünemek istiyor.
Bu ekibin en önemli elemanlarından birisi Rahm Emanuel ile Barak Obama ilginç bir ikiliyi temsil edecek. Rahm İbranicede Ali ve Yüce anlamına geliyor. Kimi İranlılara göre Obama Mehdi’nin habercisi ve aynı zamanda Hazreti Hüseyin ile bağlantılı ise bu durumda Amerikan yönetiminde başbakanlık müsteşarlığına tekabül eden Beyaz Saray Genel Sekreterliğine getirilen Rahm Emanuel de Ali’yi veya yüceliği temsil ediyor ve o zaman İranlılara göre çifte kavrulmuş bir durum var. Ya da double wishful thinking bizim tabirimizle çifte tefeül nedeni. Yine de biz kendi bildiğimizden şaşmayalım: İsimler uygun, ama sıfatlar sırıtıyor.
Obama, ilk iş olarak geçiş dönemi ekibinin başına Başkan Clinton’ın Beyaz Saray Genel Sekreteri John Podesta’yı, Beyaz Saray Genel Sekreterliği’ne ise Illinois milletvekillerinden Rahm Emanuel’i getirdi. Emanuel’in bu kilit mevkiiyi dinî ve etnik bağlarının tayin ettiği çıkarlar doğrultusunda kullanmayacağını kimse garanti edemez. Nitekim babası ima değil tasrih ediyor. Emanuel, liberal görüşlerine rağmen Demokrat Parti içinde katıksız İsrail yanlısı bir Yahudi olarak biliniyor. Babası İsrail’in kuruluşundan önce terör örgütü Irgun militanı olan Emanuel, 1991 yılında Körfez Savaşı sırasında İsrail ordusunda gönüllü olarak çalıştı. Haganah’dan ayrılma olan Irgun çetesi savunmacı değil, saldırgan bir stratejiyi benimsemişti. Ayrıca Emanuel 2006 yılında Irak Başbakanı Maliki’nin Kongre’de yapacağı konuşmayı Maliki’nin İsrail’i Lübnan’a saldırmakla suçlamasından dolayı engellemek isteyen ekibin başındaydı.
***
Obama’nın Chicago’dan arkadaşı olan Rahm Emanuel, İsrail’e yakın bağlarıyla da biliniyor. İsrailli çocuk doktoru olan Benjamin Emanuel adlı bir baba ile Martha Smulevitz adında röntgen uzmanı bir Amerikan Yahudi’si annenin izdivacının mahsulü Rahm, Birinci Körfez Savaşında İsrail ordusunda sivil gönüllü olarak görev yapmış. Eşi ise sonradan Yahudiliğe intisap eden Amy Rule. Baba Benjamin Emanuel Ma’ariv gazetesine verdiği demeçte, oğlunun atanmasının İsrail için ‘hayırlı’ olacağını ileri sürerek, “Tabiî ki başkanı İsrail yanlısı olması yönünde etkileyecek. Neden yapmasın ki? Ne yani, o bir Arap mı? Beyaz Saray’da yerleri temizleyecek değil her halde” demişti. Obama’nın yardımcı olarak seçtiği Joe Biden, İsrail’e yakınlığı ile biliniyor. 2007’de Yahudi Shalom Televizyonu’na verdiği bir mülâkatta, “Ben bir Siyonistim. Siyonist olmak için Yahudi olmaya gerek yoktur” diyen Biden, iftihar babından oğlunun bir Yahudi ile evlendiğini de dile getirmişti. İsrail’in Ortadoğu’daki en büyük müttefiki olduğunu vurgulayarak, “İsrail’in olmadığı bir dünyayı hayal edin. Bölgede ne kadar savaş gemisi ve ne kadar asker bulundurmamız gerekirdi’’ ifadelerini kullanmıştı.
***
Chicago çetesinin bir başka üyesi ise David Axelrod. Obama’nın kampanya stratejisti ve şimdi de özel danışmanlığına getireceği David Axelrod da Chicago Yahudi cemaatinin önemli simaları arasında. Hasan Kösebalaban’ın da ifade ettiği gibi, Obama bu isimleri yanına alarak İsrail ve Amerikan Yahudi çevreleri nezdinde şirin gözükmek ve kendisine bir meşrûiyet atfetmek arayışındadır. Kısacası Obama Filistin sorununda ve Ortadoğu meselelerinde büyük ölçüde statükoya bağlı kalacaktır. Amerikan siyasetinde bir idealist kanat bir de realistler var. İdealist kanat aslında değişimci ve askerî maceralar eşliğinde dünyanın gidişatını değiştirmek istiyor. Realistler ise aksine statükodan yanalar. Oğul Bush döneminde idealist kanadı Neoconlar temsil ediyorlardı ve barutla ateşle ve namlu ile dünyaya nizamat verme peşinde ve hevesindeydiler. Bunu denediler ve başarısız oldular. Daha önce de statükocu olarak niteledikleri Clinton’ı sıkıştırmışlar ve çeşitli raporlarla emellerine alet etmek istemişlerdi. Fehmi Koru’nun Başbakan Erdoğan’ı kızdıran ‘Obama gibi geldiler ama Bush gibi oldular (gidecekler de diyebilirdi)’ tarzındaki yaklaşımını veya analizini tersinden bir şekilde iki dönemlik Bush iktidarına da uyarlayabiliriz. Hasan Kösebalaban, Necon çete ile anılan idealist akımın Bush’un ilk dört yılını şekillendirdiğini lâkin Irak işgalinden sonra çuvallamaları ve işlerin sarpa sarmasıyla birlikte ikinci dönem devre dışı kaldıklarını hatırlatıyor. İkinci döneme baba Bush’un realist çizgisinin damgasını vurduğunu ve Scowcroft ekibi olarak da bilinen Gates ve Rice’dan müteşekkil ikilinin Neoconları dengelediğine ve Rumsfeld’in de saha dışına atılmasıyla birlikte Cheney’in yalnızlaştığına ve silikleştiğine ve etkisini kaybettiğine dikkat çekiyor. Dolayısıyla Obama da değişimci ama Neoconların bozduğu dengeyi tamir etmek mânâsında değişimci. Yoksa başka bir anlamda statükocu. Bu bağlamda, Obama’nın ilk devresinin ve döneminin Bush’un ikinci döneminin bir devamı olacağını öngörülmektedir. Birçok yabancı analizci de savunma bakanlığında Robert Gates’ın ibka edilebileceğini ifade ederken aslında bu devamlılığa da işaret etmiş oluyor. Obama’nın dış politikada izleyeceği yol siyasî realizm olacaktır. Siyasî realizmin dış politika alanındaki en önemli düsturu, “uzun vadeli dost ve düşmanların olmadığıdır”. Bütün devletler bu açıdan birbirleriyle aynı statüdedir; bugünün dostları yarının düşmanları, bugünün düşmanları ise yarının dostları olabilirler. Aslında bu realizmden ziyade pragmatizm tanımına uygundur. Bu durumda Amerikan pragmatizminin dışında kalan tek şeyin İsrail ve çıkarları olduğunu söylemek zorundayız. Truman’dan beri bugüne kadar bu hususta kayda değer bir gelişme ve değişme olmadı. Amerikan başkanları İsrail karşısında pek de pragmatik davranamadılar. Hep idealist kaldılar. Amerikan politikalarının tek idealist noktasını İsrail ve çıkarları temsil etse gerek. Obama’nın asıl sınandığı nokta da burası olacaktır.
11.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Tarıma dönüş |
|
Yerinde ve zamanında atılmayan adımlarla maksada ulaşmak mümkün değil. Dünya ülkelerinin sanayileşme yoluyla ‘ileri’ye gittiği bir vakı’a. Ancak bunu yaparken ‘tarım’ı düşman olarak görmediler. Tarım ve sanayi arasında denge kurarak kalkınma yolunda yürüdüler.
Ülkemizin nisbeten ‘fakir’ kalması, büyük ölçüde tarımla uğraşmaya bağlandı. Her fırsatta tarımla uğraşan nüfusun fazla oluşundan şikâyet edildi. Zenginlik için sanayileşmek şart, ama tarımı da öldürmemek gerekir. Nitekim, düne kadar ‘tarımı unutun, yeni yolu tutun’ tavrı sergileyen IMF, şimdi “Türkiye’nin en avantajlı sektörünün tarım olduğunu” ifade etmeye başlamış.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, geçen hafta IMF heyetinin kendisini ziyaret ettiğini ve önümüzdeki dönemde Türkiye’nin en büyük avantajlı olduğu sektörün tarım sektörü olduğunu ifade ettiklerini kaydetmiş. Hisarcıklıoğlu, “İçimden güldüm. 2001’den bu tarafa bize ’Artık modası geçmiş olan sektörlerden, tarımdan ve tekstilden çıkın’ derken, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde avantajlı olduğu sektörün tarım olduğunu ifade etmeleri beni hayrete düşürdü” şeklinde konuşmuş. (Vatan, 8 Kasım 2008)
Tabiî önemli olan, sahip olduğumuz maddî ve manevî değerlerin farkına varmaktır. Elimizdeki değerlere sahip çıkmadıktan sonra yol almamız mümkün değil. Her türlü olumsuz şartlara rağmen tarım ve hayvancılık gibi avantajlara sahibiz. Fakat bu avantajlarımızın farkında değiliz. Elbette tarımı da, hayvancılığı da çağın şartlarına göre yapmak lâzım. Hiç kimse, ‘verimsiz tarım yapalım, süt vermeyen hayvanları besleyelim’ demiyor. Aksine tarımı da, hayvancılığı da en iyi şekilde, en verimli metodla yapmak lâzım.
Her şeyde olduğu gibi bu konularda da ‘moda’ya kapılmamak gerek. “Tarım kötü, hayvancılık kötü” diyenler; bir zaman sonra çareyi bu sektörlerde görüyor. O halde tarım, hayvancılık ve sanayi sektörü arasında iyi bir denge kurmak ve bunu sürdürebilmek gerek.
Son yıllarda ‘ekolojik tarım’ cazip hale geldi. Sun’î gübreyle büyütülen tarım ürünlerinin yerine, tabiî gübrelerle yetiştirilen ürünler tercih ediliyor. Türkiye bu noktada avantajlı. Çünkü ‘fakir’liği sebebiyle geçmiş yıllarda fazla miktarda gübre temin edip toprağı ‘kir’letemedi. Temiz, bakir ve verimli topraklara sahibiz. Aynı şekilde; tarlalarımız ve yaylalarımız da kirlenmemiş sayılır. Yeni dönemde bunlardan istifade edebilirsek, geçmiş dönem zararlarımızı da bir anlamda telâfi etmiş oluruz.
Dünya âlem; tarım yapabilmek için bir avuç toprağa muhtaçken, bizim verimli ovalarımızın öksüz kalması kabul edilebilir mi? Tarım ve hayvancılık uygun projelerle planlanır ve desteklenirse; bilhassa büyük şehirlerimizin problemi olarak karşımızda duran ‘göç’ konusunu da çözebiliriz. Tarım ve hayvancılıkla uğraşıp, geçimini temin edebilenler, her türlü sıkıntı ve zorluğu göze alıp büyük şehirlere göç eder mi?
Elbette bunun için terörün önlenmesi de şart...
11.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Te’vîlü’l-ehâdis: Yusufî yorum |
|
Risâle-i Nur’ların ekseri “Medrese-i Yusufiye” dediğimiz hapishane veya dışarıda onu andıran tarassudât ve tazyikatlar içinde yazılmış, rahat zamanlarda, rahat ortamlarda keyfilik içinde yazılmamış…
Acaba sadece onun için mi “Medrese-i Yusufiye” denmiş Nur Risâlelerine, Yusufî bir meslek taşıyor olmasın “verâset-i nübüvvet” bâbından bakınca?
Yusuf (as) iftira sonucu hapishaneye atılır, iki hapishane arkadaşının rüyasını te’vil eder, böylesi bir kabiliyeti olduğunu öğrenen Mısır Azizi rüyasını te’vili için onu sordurur, doğruluğuna kanaat getirince onu hapisten çıkartır… Kur’ânî ifadeyle “te’vilü’l-ehâdis”dir ona verilen nimet, hadiseleri te’vil etme, rüyaları yorma…
“Hakikatli bir rüya-i hayaliyede, harb-i umuminin beşinci senesinde, bir acib rüyada benden soruldu: ‘Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı mâliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?’”
Her asrın mebuslarının hazır bulunduğu mecliste, rüyadakiler, hayatta olana sorarlar bu müthiş suâli, cevapsa “te’vîlü’l-ehâdistir”.
“Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir, kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların duâlarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı.”
Namaz ve oruç için de benzer bir yorum yapar; namazdaki lâkaytlıktan beş yıl cepheden cepheye koşmakla bir nev'î namaz kıldık, oruç tutmadığımız için beş yıl boyunca açlık çekmekle bir nev'î oruç tuttuk, şeklinde…
Bu pencereden oruç, namaz, zekât ve diğer farzları ciddiyetle yerine getirmemek ve büyük günahlardan yeterince kaçmamanın, nasıl neticeler verdiğini kendi şahsî hayatımızda ve geniş dairede ülke ve dünyada görmek mümkün… Başkaca kötü davranışların nasıl sonuçlar verdiğini, yaşıyor olduğumuz günleri anlama ve yakın geleceği görme bâbında önemli bir pencere “te’vilü’l-ehâdis”…
Medrese-i Yusufiye’den dağ yamacında seyrettiği sarıçiçekten nice esmâ talimi, nice tevhid delilleri çıkarır Risâle-i Nur’un birinci talebesi Bediüzzaman… Güneşe bakışı, ayı seyredişi, rüzgâra binişi, yağmur damlalarıyla yeryüzüne inişi, kısacası kâinatı seyredişi Kur’ânî nazar, Yusufî te’vil mesleğidir onun; Yusufî güzellikteki hayat öylesi bir bakışla mümkün olabileceğini göstermiştir, biz gaflet uykusunda gördüğü rüyayı uykuda intibah diye yoran nâimleri uyandırmak için…
Zihinleri gaflet hapsinde, duyguları tutuklu olanların gördüğü ne olabilir; karanlık, ümitsizlik, şuursuzluk, sebeplerce savrulma, birilerinden bir şeyler umma…
Ne dersiniz “Rüyada Bir Hitabe”yi ve Yusuf Sûresini bir daha okuyalım mı; adına kriz denen, bizi ve dünyayı saran mûsibetten ibret dersler çıkarmak için? Belki, uykunun en derin deminden uyanır da, kendi kalp ülkemizin azizi oluruz, iffet ve sabır kanatlarıyla…
11.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
AB İlerleme Raporundaki kırıklar (2) |
|
AB Türkiye İlerleme Raporundaki “kırıklar,” sadece inanç hakkı ve hürriyeti ile Müslüman çoğunluğun dinî özgürlükler sorununun yeterince yer almamasından ibaret değil.
Demokratikleşme, insan hakları, yargı reformu ve idarî düzenlemelerde de Ankara’nın bir yığın “kırığı” var; ve ne yazık ki raporda Ankara’nın ihmal ve yanlış bilgilendirmesinden bu “kırıklar” da doğru değerlendirilmemiş…
Siyasetin demokratikleşmesi için, siyasî partiler ve seçim yasalarındaki demokratik kısıtlamaların giderilmesi, partilerin kapatılmasının zorlaştırılması; yasaların AİHM ictihadına ve Venedik Krtierleri’ne uygun hale getirilmesi, raporda yer alan tamiri gereken “kırıklar”ın başında geliyor.
Ayrıca askerlerin kullandığı bütçenin üzerindeki sivil denetimi güçlendirmeye dair adım atılmadığı, yargı reform stratejisine uygun olarak Adalet Bakanlığı’nın sivil toplumla yeterince danışıp paylaşmadığı, bunun yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığında endişelere yol açtığı, iletilen eksikliklerden…
Yine son dönemde daha da yaygınlaşan yolsuzluklarla mücadelede yasal çerçevede ve kurumsal yapıda çok az ilerleme kaydedildiği ve hükûmetin bu hususta genel bir strateji ve plânının olmadığı eleştirisi, olaylarla ortada…
“AYIRIMCILIK”LA İLGİLİ AYIRICILIK…
Buna ilâveten Türkiye’de insan haklarının hâlâ adlî soruşturma geçirdiği ve hâlâ ciddî noksanlıklar bulunduğu; kamu denetçisi “ombudsman”ın olmadığı da, Ankara’nın bir türlü başaramadığı sorunlardan…
Özellikle büyük şehirlerde hapishanelerin aşırı kalabalığı ve izleme çabalarının eksikliği, “F tipi” ve “tecrit”le ilgili hukuk dışı uygulamalar da, Ankara’nın halletmesi gereken meselelerden…
Sendikaların örgütlenmesi, grev ve toplu pazarlık haklarının kısıtlandığı; sosyal diyalog mekanizmalarının zayıflığı da raporda dikkat çekilen zâfiyetlerden…
Keza kadın ve çocuk hakları, sağlık ve eğitimin güçlendirilmesi, sosyal hizmetler ve çocuk yargı sistemine dikkat çekilmesi ve çocuk emeğinin kullanılmasına dair Ankara’ya yapılan uyarılar da dikkat çekici.…
Buna ilâveten toplantı özgürlüğüne keyfî kısıtlamaların giderilmesi de Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu demokratik bir açılım...
Ne var ki toplanma özgürlüğünün Avrupa standartlarıyla uyumunun salt “1 Mayıs gösterileri”ndeki “polis şiddeti” ve “orantısız güç”le açıklanması, “kadın hakları”na “töre ve nâmus cinâyetleri”nin örnek verilmesi, yanlış yönlendirilmeler şaşırtılan AB raporunda bir dizi “kırıklar”a sebep oluyor.
Buna bağlı olarak insan hakları ihlâli iddialarının yeterince hızlı, tarafsız ve bağımsız soruşturulamadığına ve işkenceye, bir tek Metris Cezaevi’nde bir hükümlü olarak bulunan Engin Çeber’in ölmesiyle sınırlı tutulması, raporun eksik kalan taraflarından…
Hele “ayırımcılık”la ilgili ayırımcılık, AB’nin çapıcı çarpıtmalarından. “Cinsel yönelime dair ayrımcılık” uyarısında “lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel ve travestilere karşı ayrımcılığın” mesele edilmesi, bunun “teşhircilik” ve “genel ahlâka aykırı davranışlar” olarak görülmesinin kınanması, AB’nin saplandığı yanlışlardan biri...
“LAMBDA-İSTANBUL’UN
KAPANMASI” VAR, “İLÂHÎ
İKAZ”A CEZA YOK…
Şu çarpıtmaya bakın; “Valilikçe Lambda-istanbul’un kapanması” raporda Türkiye aleyhinde serişte ediliyor. Bilhassa “askerlikle ilgili süreçlerde eşcinsellere aşağılayıcı psikolojik ve fiziksel muayene yapıldığı” iddiasıyla polisin transseksüellere fiziksel saldırılarda bulunduğu ve şiddet uyguladığı iddialarının etkili soruşturması isteniyor.
Türkiye kültürel çeşitliliğini güvenceye almak ve azınlıklara saygı ve korumanın güçlendirilmesiyle ilgili hiçbir ilerlemelerin olmadığından hareketle, “azınlık hakları”, yine ne yazık ki “eşcinseller”e indirgeniyor.
En garibi de, “ayrımcılık” hususunda, İstanbul’da Romanların evlerinin yıkılmasından bahsediliyor; lâkin Kur’ân kurslarında ve camilerde halen tatbik edilen 28 Şubat “post-modern darbe”den kalma “yaş yasağı”yla, her yıl yüzbinlerce çocuğun dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân’ı öğrenmelerine en ufak bir atıfta bulunulmuyor.
Başbakan ile bir medya patronu arasındaki “özelleştirme ihâleleri” ve “Deniz Feneri” dâvâsındaki polemikler nazara verilerek, yolsuzluk iddialarıyla ve terörle mücadeleyle ilgili haberlerin ardından basını şiddetle eleştiren açıklamalar yapması ve son dönemde internet sitelerinin sıklıkla ve orantısız şekilde yasaklanması sözkonusu ediliyor…
Düşünceyi ifâde özgürlüğünün sağlanmadığı açıkça belirtiliyor. Ancak Kur’ân’ın yüzlerce âyetine dayanarak sırf inançları gereği deprem gibi bir mûsîbete “İlâhî ikaz” dedikleri için onlarca gazeteci ve yazarın yargılanıp cezalandırılmasına hiçbir tepki bir gösterilmiyor!...
Ne var ki bütün bunların, yine Ankara’nın yeterince AB’yi aydınlatmamasından kaynaklandığı da bir gerçek. Bu konuda AB Komisyonu’nu suçlamak yerine Ankara’nın vazifesini yapıp yapmadığı hususu önem kazanıyor…
Neticede Ankara’nın başta yeni anayasa olmak üzere, demokratikleşme ve özgürlüklerin genişletmesindeki bigâneliği bir yana, belirli bir takviminin dahi olmayışı, AKP’nin ABD-İngiltere-İsrail rotasındaki dış politika sapmasıyla birlikte ele alındığında, AB - Türkiye ekseninde ciddî kırılmalara ve tereddütlere sebebiyet veriyor.
Ankara’nın bir an evvel bu anafordan kurtulması gerekiyor…
11.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
Mısır’a da kış gelir... |
|
Uzun zamandır soğuk algınlığından yatağa düşmedim, en azından yalnız başımayken çok hastalanmadım” diyordum ki, kabakulak ve kızamığı bir arada geçirip, 21 gün hasta yattığım 8 yaşımdan beri çok ağır bir hastalık geçirdim. Eh, hep gurbet gurbet diyorum, ama yine gurbette olmanın zorluklarıyla beraber, hastalığın iyileşme süreci de gecikmiş oldu. Çorbamı da, meyvemi de kendim hazırlamak zorundaydım, ilâç saatlerinde uyanmak, kendime dikkat etmek, en büyük görevlerimden biri haline gelmişti. Sağlığın ne kadar elzem olduğunu bir kere daha gördüm, binlerce kez şükrettim Allah’a.
Gecenin ilginç saatlerinde ilâç için uyanmam gerektiği ve de rahatsızlıktan dolayı okula gidemediğim için, bütün dünya gündemini takip etme fırsatı buldum. Kısmî teknoloji yeteneksizliği bulunan ben, Türksat 3A uydusuna geçtikten sonra alt üst olan kanal frekans değerlerini de bir arkadaş yardımıyla yoluna soktuktan sonra, gece-gündüz haber v.s. izlemeye başladım. Haftaya damgasını vuran olay, tabiî ki Obama’nın seçim zaferiydi. Gece gücümün yettiği zamana kadar, açılan sandıkları ve sayılan oyları izledim. ABD’den altı saat ileride, uykuda olan bir şehirdeki kim bilir kaç uyanıktan biriydim, bilemiyorum. O an, dünya üzerinde eminim benim gibi, hasta olsa da olmasa da uykusunu bölmüş ve heyecanla seçim sonuçlarını bekleyen başka insanlar da vardı.
Hepimiz biliyoruz ki, bu kadar insan sadece ABD denen bir ülkenin başkanının kim olacağını merak etmiyordu. Aynı zamanda, dünyanın dengelerini elinde tutacak yeni gücün kim olacağını öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Görünen o ki, milyonlarca kişi mutlu bir şekilde uykuya daldı: Zafer, Obama’nındı. En azından burada, Kahire’de yaşayan yüzlerce yabancı, Amerikalı olsun-olmasın, o gece sabahlara kadar toplu bir şekilde seçim sonuçlarını izleyip, sonrasında zafer kutlaması yapacaklarını günler önceden mailler yoluyla Kahire’de yaşayan diğer yabancılara bildirdiler. Belliydi ki, zafer sadece bir siyahın zaferi değil, bütün “öteki” lerin zaferiydi. Artık herkes, ABD’nin ve bütün ABD vatandaşlarının öteki’nin farkına varacağını, öğreneceğini umut ediyordu.
Bunlar olup biterken, bir yandan da Mısır’daki sivil topluma dair farklı gelişmeler yaşandı bu hafta. Buraya taşındığımdan beri aktif olarak gönüllüsü olduğum, kısa adı VCE (Değişim ve İşbirliği İçin Elele Gönüllüler) olan bir sivil toplum grubunun yönetim kuruluna seçilen ilk yabancı oldum ve hastalığımın ilk haftası, bu gönüllü görevimin de ilk haftası olmuş oldu. Burada, Kuzey Afrika’nın merkezi sayılan Mısır gibi bir ülkede altı yıldır faaliyette bulunan grupla beraber, daha önce Ramazan, kış, yetimler günü gibi çeşitli zamanlarda düzenlediğimiz yardım projelerine hızla giriş yapma kararı aldık. 5 Aralık günü tesbit edilecek bir bölgede, yüzlerce fakir aileye battaniye ve kışlık giyecek götürme kampanyasını başlattık. Bunun için de, kullanılmış ya da yeni, kullanılabilir durumdaki her türlü battaniye ve kıyafetin yanı sıra, battaniye alımına katkıda bulunmak isteyenlere de kapımızı açtık. İki sene önce aynısını gerçekleştirdiğimiz faaliyette, Minye’nin bir köyünde battaniye ve kıyafet dağıtımı yapmıştık. İnsanın içini burkan manzarayla ilk orada karşılaşmıştım. Her gün sokakta gördüklerimize hiç benzemiyordu. Altı bezli, beşiğinde olması gereken bebekler, altlarındaki bezi bırakın, üzerlerinde giyecek bir parça kıyafetleri bile olmadan köyün sokaklarında emekliyor, ya da analarının omuzlarında ağlıyorlardı ve insanlar tanesini 6 YTL gibi bir ücrete aldığımız bir battaniye için, sabahın erken saatinden itibaren kuyruğa girmişlerdi soğuk bir kış günü. Zira bu güneşin ülkesine kış geldiğinde, çetin şartlarıyla insanın feleğini şaşırtıyordu. O zaman son dakikaya kadar aynî ve nakdî olarak elimizde birşey yoktu. Fakat Allah’ın hikmetiyle, son gün inanılmaz bir bağış aldık ve elimizde listesi bulunan bütün yardıma muhtaç ailelere yardım götürebildik.
Dünya küresel ekonomik krizle çalkalanırken, Obama yıllık geliri belli bir miktarın altında olan vatandaşından vergi almayacağını müjdelerken, dünyanın kimi yerlerinde, sadece yıllık geliri belli miktarın altında olanlar vergi verir ve diğerlerine ne olduğu bilinmezken; oralarda, uzaklarda bir yerlerde, dört-beş kişilik bir aile, bir kışı sadece bir battaniye altında geçirebilmek için, sabah ezanıyla beraber, yalın ayağına aldırmadan, gelip sıraya giriyor olacak. Ve Birleşmiş Milletler Gelişim Programı kapsamındaki Binyıl Kalkınma Hedeflerinin Mısır’da öğretilmesi ve yaygınlaştırılması dolayısıyla gerçekleştirilen ve hâlâ faaliyet takvimi belli olmayan program çerçevesinde, binlerce euro harcanacak. 2015 yılına sadece yedi yıl kalmasına rağmen, insanlık, o hedeflere ulaşılmasının gerekliliğini diğer insanlara 5 yıldızlı otellerde anlatırken, yine o hedef kapsamında yer alan yüzlerce ailenin bir yıllık geliri, üç günlük toplantılarda harcanacak… Ve bizler, gözlerimizi kapatıp, huzur içinde uykumuza dalacağız…
11.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
Bir Obama'mız bile yok |
|
Hak, hukuk ve adalet gibi kavramların çoğu kez otoriter eğilimlere kurban edildiği bir geleneğin içinde yaşıyoruz. Otoriter yapıların kendi varlıklarını devam ettirebilmek ya da kendi yanlışlarını örtbas edebilmek için arada bir kükremeleri, “doğru” algısını kendi anlayışlarına göre şekillendirerek başkalarına dayatmaları aşina olduğumuz bir hal artık. İşin garip tarafı bu otoriteryen yaklaşımlara sivil yapının temsilcisi durumundaki siyasetin de yaslanmış olmasıdır. Başbakan’ın son çıkışmaları bunu açıkça gözler önüne seriyor.
Birçok alanda kötü sinyaller veren, iyi yönetilmediği izlenimi uyandıran ülkemizin bugünkü durumu ile ilgili iç basında yapılan yorumlar, ülkeyi yönetenlerin çizdiği pembe tablolar doğrultusunda değilse bir kıymet ifade etmiyor. Elit askerî-sivil bürokrasinin istediği tarzda gidişatı yorumlayamıyorsanız, en hafif ifadeyle, Fehmi Koru olayında olduğu gibi fırçalara hazırlıklı olmalısınız. Fehmi Koru ki, bir zamanlar iktidarın fikir babası olarak iktidarı yönlendiren kişi olarak lanse edilir, Başbakan’la aralarından su sızmadığından bahsedilirdi. Son Deniz Feneri olayında küresel güçlerin AKP’nin önüne geçme çabalarından bahsederek iktidarı korumaya çalışan aynı Fehmi Koru’nun televizyonların önünde Başbakan’dan fırça yemesi ikbalperestler âlemi için pek de şaşırtıcı bir durum değildir.
Başbakan fırçalıyor, haksızca eleştirildiğini düşünüyor. Başbakan, 2002’deki sivilleşme demokratikleşme, şeffaflaşma mesajları veren, gücünü milletten alan, 22 Temmuz’dan da güçlenerek çıkan ve bu mesajlarını güçlü bir şekilde yineleyen AKP’nin 2008’deki sözlerini tutamamış, sivil anayasayı rafa kaldırmış, teröre çare bulamamış devletçi, daha içe kapanık AKP ile karşılaştırılmasından rahatsızlık duyuyor. Bu fotoğrafın irdelenmesini istemiyor. Fehmi Koru’nun İktidar Partisi için Obama Bush benzetmeleri ile yaptığı eleştirisinin sert bir şekilde karşılık görmesi; verilen sözlerin tutulamamasının ortaya çıkardığı psikolojik ezikliğin eseri olarak karşımıza çıkıyor. Başbakan biraz daha sesini yükselterek “Biz ne Obama’yız ne Bush’uz; biz biziz” diyor. Doğru söze ne denir!
Obama’nın ülkesinde Başkanlar yazdıklarından ötürü açıkça bir gazeteciyi fırçalayamazlar, fikirlerinden ötürü ona hor gözle bakamazlar. Orada isteyen istediği gibi düşünür, isteyen istediği gibi giyinir. Özgürlük düşüncesi orada sözde değil, özdedir. Orada insana değer verilir, düşünceye değer biçilir. Kararlar sivil siyasetten çıkar. Orada askerî cenah zırt pırt herkesi doğru yerde olmaya dâvet edemez, “hizaya gel” projeleri üretemez. Terör bahanesine dayalı demokratikleşme çabalarını sindirme taarruzları, “demokrasi götürme” yalanları ile toprak işgalleri ve hak ihlâlleri, kavgacı görüntüler, suçlamalar Bush’a yakışan hallerdir. Obama’nın ülkesinde siyaset kurumu, yapılan yanlışların hesabını sorar, yanlış yapanların cazgırlığına boyun eğmez. Obama’nın ülkesinde “hak” arayışları ötelenmez, başkalarının belirlediği bir doğru yer ve zamana göre demokrasi ertelenmez, orada demokrasi şovları yapılmaz, demokrasi uygulanır. Obama’nın ülkesinde devlet “güç” olarak değil, “hukuk” olarak algılanır. Hukuktan sapmalar orada iktidar değişikliklerine yol açar.
Devleti “güç” ile eşdeğer olarak algılama, devlete bir kudsiyet atfetme bize özgüdür. Bu kutsayışa bağlı olarak bir hukuk devletinde olması gereken “hesap sorma, hakkı arama, hakkı teslim etme, haklının yanında olma” gibi olguların önüne geçmek, bu tür arayışları tahkir etmek de yine bize özgüdür. Evlât acısıyla yüreği yanan ve bu yangınla bir şeylerin hesabını sormaya kalkışan şehit ana-babalarını anlayamamak da bizim işimizdir. Sınırlarımız ihlâl edilirken golf oynamak bizim paşamıza yakışır. Kızlarımızın saçlarını rejim meselesi haline getirmekle biz bize benzeriz. Şemdinli’deki gibi bir kitapçıya bomba atan suçlulara otuz dokuz yıl gibi bir mahkûmiyet kararı veren sivil mahkemeyle aynı bombacı “iyi çocuklar”ı temize çıkaran askerî mahkemeler de yalnız kendimize benzediğimizin ifadesidir. Sivilleşme, demokratikleşme, insan hakları, hak-hukuk tanımlamaları da bizim lûgatımıza göredir. Obamalık bize sökmez; biz Obamaları asarız. Hasılı, biz farklıyız; biz hiç kimseye benzemeyiz, vesselâm.
11.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hayatî tehlike ve Hz. Ammar (ra) örneği |
|
Bediüzzaman, İhlâs Risâlesi’nde, “Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır”1 tesbitiyle mü’minlerin, özellikle Nur talebelerinin hizmette gerek dahilî, gerekse hâricî birçok sıkıntı ve problemlerle karşılaşacağına dikkat çeker. Bu mânileri ihlâsla ve imandan alınan cesaretle bertaraf etmek gerektiğine vurgu yapar.
Aslında sıkıntıları, imtihan ile Rabbimizin Darr isminin bir yansıması olarak görmeli, kabul etmeli. Darr, “her türlü zarar, ziyan veren unsurları takdir eden ve onlarla kullarını imtihan eden” demektir. Ancak, gerçekten çok ağır şartlarda ve durumlarda ne yapmak gerekir?
İlâhî rehber de hayatî bir tehlike ile karşı karşıya kalanlara, zorlananlara cevaz verir: “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse—kalbi iman ile dolu olduğu halde inkâra zorlanan müstesna—kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır.”2
Bilindiği gibi müşrikler, Hz. Ammar (ra) ile babası Yâsir ve annesi Sümeyye’yi (ra) dinlerinden dönmeleri için zorlamışlar, baskı, zulüm ve işkence etmişlerdi. Yâsir ile Sümeyye hazretleri, bunu kabul etmeyince, fecî şekilde işkenceye uğratılmış ve şehid edilmişlerdi. Hz. Ammar (ra) ise son anda, onların istedikleri sözü söyleyerek kurtuldu. Ve iki gözü iki çeşme Resûlullah’ın (asm) huzuruna geldiğinde, “Ammar kâfir oldu” diyenlere karşı, “Ammar tepeden tırnağa imân doludur; imân onun etine ve kanına kadar işlemiştir” buyurarak, mübarek elleriyle gözyaşlarını sildi. Ve yukarıdaki âyet-i kerîme bu hâdise üzerine inerek, Resûl-i Ekrem’i (asm) tasdik etti.
Ancak, Nahl Sûrenin 110. âyetinde meseleye açıklık getirilir: “Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından da sabrederek cihad edenlerin yardımcısıdır. Bütün bunlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”
Demek bu bir ruhsattır, bir izindir, zayıf ve zorda kalan insanlara bir çıkış yoludur. Âyet de, Metin ve Sabur olan Rabbimizin, “sabır ve sebat” ile “cihad” edenlerin yanında olduğunu müjdeler.
Kesin olarak hayatî tehlike ve ağır yaralama sözkonusu ise, ancak bu ruhsat kullanılabilir. Yani, din, iman, hizmet, şeair-i İslâmiye sair emir ve nehiyler gizlenilebilir. Yoksa, dünyevî, maddî çıkar ve makamlar için asla! Bu dünya bir imtihan meydanı olduğuna ve zorluklarla da imtihan edildiğimize göre, basit durumlar ve çıkarlardan ötürü kaçış yolu tercih edilmemeli.
Bediüzzaman, “Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesail-i Şeriat rüşvet verilirdi. Dînin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı, zaaf-ı diyanettir; bunu takviye ile sıhhat bulabilir”3 değerlendirmesinde bulunur ve “Muhakkak bir maslahat, mazarrât-ı mevhume için fedâ edilmez”4 der.
Baskı ve sıkıntılara maruz kalan bir mü’min şöyle düşünmeli: Hz. Âdem’den (asm) Hz. Muhammed’e (asm) kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberler çok büyük sıkıntı ve baskılara maruz kalarak imtihan edilmişlerdir. Ve kezâ, büyük zâtlar, evliyâullah da şiddetli baskılara maruz kaldılar. Hemen her peygamber, birçok muîbet ve sıkıntılardan sonra huzûra, feraha ulaşmıştır. Hz. İbrahim’in (as) Nemrut tarafından ateşe atıldıktan sonra kurtuluşu, Hz. Eyyûb’un hastalığı ve sabrı, Hz. Musâ’nın (as) Firavun ile mâcerası, Hz. Yusûf’un çocukluğunda başlayan zahmetli ve maceralı hayattan sonra Mısır’a aziz olması…
Tohumun sümbül vermesi için, mutlaka toprak altında, karanlıkta, zor şartlarda kimyevî muameleye tâbi tutulması gerekir. Sıkıntı anında mealini verdiğimiz şu âyete sığınmalı: “Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.”5
Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 164. 2- Nahl Sûresi: 106. 3- Tarihçe-i Hayat, s. 51. 4- İnşirah Sûresi: 5-6. 5- Sözler, s. 659.
11.11.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Demokratların zaferi ve musibet yüzlü adamlar |
|
Aslında bu gecikmiş bir "Obama yazısı"dır. Tâ bir hafta öncesinden yazmalıydık, Barack Hüseyin Obama'nın şahsında gerçekleşen Amerika'daki Demokratların zaferini.
Ne var ki, elde olmayan bazı sebeplerle sekiz–on günlük bir ınkıta devresi yaşadık. İstanbul gibi kalabalık ve gürültülü şehirler bazan çekilmez bir hal alıyor. Ruhen daralınca, bir teneffüs ihtiyacını duyarsınız. İşte, mide kramplarına ruh darlığı da eklenince, tıpkı Hz. Bediüzzaman'ın Yûşa Tepesine çekilirken dediği gibi "yalnızlıkla rûhum bir sükûnet aradı" (Beşinci Ricâ) diyerek, kendimizi tenhalara attık. Bol bol okuyup tefekküre dalarak, elimizi dergâh–ı İlâhî'ye açarak bir nur, bir ricâ kapısı aradık... Bu vaziyet, şükürler olsun çok iyi geldi. Kısmen de olsa rahatlayıp sükûnet bulduk.
Böyle ihtiyar ve irade harici bir sıkıntıya mâruz kalanlara, aynı usûle müracaat etmelerini tavsiye ederek sadede dönüyoruz...
* * *
Demokrat lider Obama'nın ABD Başkanı seçilmiş olması, hemen her yönüyle hayra yorulacak mühim bir hadisedir. Keza, insanlık adına, bilhassa ırkçılığın ve kan dökücülüğün rağmına olarak fevkalâde sevindirici bir gelişmedir.
Zira, Obama'nın rakipleri, dolayısıyla Demokratlara muarız olan Cumhuriyetçi lider kadrosundaki siyasilerin çoğu musibet yüzlü adamlardır.
Baba Bush'tan oğul Bush'a, Dick Cheney'den Condoleezza Rice'e kadar, hangisinin tarz–ı siyasetine, icraatına—hatta suratına—bakarsanız bakınız, onlarda serapa savaşın, vahşetin, kan ve gözyaşının derin çizgilerini göreceksiniz. Üstelik, bütün bu şenaetlerini İslâm ülkeleri ve Müslüman toplulukların üzerine kusarlar; başlarına ateş yağdırırlar.
Demokratlar ise, hangi din ve milliyetten olurlarsa olsunlar, hem insaniyetleri, hem de siyasetleri itibariyle öyle değiller. Huzurdan, sükûndan, barıştan yana olurlar.
Cumhuriyetçilerle Demokratların bir farkını anlamak için de, onların iktidarları zamanındaki Müslüman Bosna'nın, Kosova'nın, Irak, Afganistan ve bilhassa Filistin'in durumuna bakmakta yarar var.
Vakıa şu ki: Demokratların iktidarda olduğu dönemler itibariyle nisbeten rahata, huzura kavuşan İslâm coğrafyası, Cumhuriyetçilerin iş başına gelmesiyle birlikte durum tamamen tersine dönüyor.
Evet, dünyayı ve bilhassa Müslüman ülkeleri de yakından etkileyen Amerika'daki seçimlerde Demokratların zafer kazanması, bütün insanlık âleminde yeni bir rüzgâr estirecek gibi görünüyor. Bu rüzgârın hayırlı gelişmelere sebebiyet vermesini hem diliyor, hem de bekliyoruz.
İsmet Paşa nasıl Millî Şef oldu?
Mustafa Kemal'in ölümünden hemen sonra, yeni cumhurbaşkanının kim olacağı meselesi gündemin birinci maddesi haline geldi.
Yeni cumhurbaşkanı için ağırlıklı olarak üç isim üzerinde duruluyordu: Celal Bayar, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa.
Bayar Başbakandı, Fevzi Paşa Genelkurmay Başkanı, İsmet Paşa ise bizzat M. Kemal tarafından aktif siyasetten uzaklaştırılmış, hatta sosyal hayattan dahi pasifize edilmiş bir konumdaydı.
Ancak, görünen manzara bu olmasına rağmen, gelişmelerin seyri çok farklı bir mecrada seyretti. Fevzi Paşa, 17 senedir askeriyenin başında bulunmasına rağmen, askerî cenah yine de İsmet Paşanın cumhurbaşkanı olmasını istiyordu. Fevzi Paşa da bu temayüle aynen uydu, hatta buna karşı gelecek kimseleri açıkça tehdit edecek kadar da ileri gitti.
Öte yandan, 11 Kasım 1938 Cuma günü saat 09.30'da, Başbakan ve CHP Genel Başkan Vekili Celal Bayar'ın başkanlığında toplanan parti meclisi İsmet Paşayı cumhurbaşkanlığına aday gösterme kararı aldı. Aynı gün saat 11.00'de toplanan Millet Meclisi, anayasanın 34'üncü maddesi gereğince yapılan seçimle, toplantıya katılan milletvekillerinin (Hikmet Bayur hariç) tamamı (348 üye) İsmet Paşanın cumhurbaşkanı olması için oy kullandı.
Bu netice, Meclis Başkanlığı tarafından Pembe Köşk'te oturan İsmet Paşaya iletildi. O da Meclis'e gelerek kürsüden—içinde "Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılık" ibaresi bulunmayan—şu yemin metnini okudu: "Reisicumhur sıfatiyle Cumhuriyetin kànunlarına ve hâkimiyet–i milliye esaslarına riayet ve bunları müdafaa, Türk milletinin saadetine sâdıkane ve bütün kuvvetimle sarf–ı mesai, Türk Devletine teveccüh edecek her tehlikeyi kemâl–i şiddetle men, Türkiyenin şan ve şerefini vikaye ve ilâya ve deruhte ettiğim vazifenin icabatına hasr–ı nefs etmekten ayrılmıyacağıma nâmusum üzerine söz veririm." (Millet Meclisi Tutanak Dergisi; 11.11.1938; Cilt 2, sayfa 17)
* * *
Cumhurbaşkanlığının yanı sıra, o dönemin teamülü gereği CHP Genel Başkanlığına da getirtilen İsmet Paşa, ülke yönetiminde "tek adam otoritesi"ne sahip kılındı.
İsmet Paşa, 26 Aralık 1938'de toplanan CHP I. Olağanüstü Kurultayında ise, partinin "değişmez genel başkan"ı seçilmekle de kalmadı, ayrıca kendisine "Millî Şef" sıfatı verildiği de dünya âleme ilân edilmiş oldu.
11.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah ne zaman öfkelenmez? |
|
“Allah’ın rızası itaatinde, gazabı da isyanında gizlidir.”
Bu güzel ifade Allah’ın rızasını kazanmanın ona itaatte, gazabının da ona isyankâr hareketlerde gizli olduğunu ifade eder. Onun için mü’min yapılması gerekenleri eksiksiz yapmaya, kaçınılması gerekenlerden de bütünüyle kaçınmaya çalışır. Bazan küçük bir hareketinin rıza-yı İlâhîyi yakalamaya, bazan da hafife aldığı küçük bir söz ve davranışının gazab-ı İlâhîyi celbedebileceğini düşünür.
Rıza-yı İlâhîyi kazanmak da, gazab-ı İlâhîyi celbetmek de bu dünyada. Sonuçları ise âhirette. Rıza-yı İlâhînin mükâfatı Cennet, gazab-ı İlâhînin sonucu ise Cehennemdir.
Cennetin bu dünyanın en güzel yerinde bin sene yaşamaktan daha büyük ve değerli olduğunu, o güzelim Cennette de Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini bir saat seyretmenin bin sene Cennet hayatından üstün olduğunu biliyoruz.
Cennette Cennet kadar güzel başka bir nimet daha var. Nedir bu diyeceksiniz. Bunun cevabını bir hadis-i şeriften öğreniyoruz. Meşhur Kütüb-ü Sitte kitaplarında belirtildiğine göre Cenâb-ı Hak Cennetliklere şöyle hitap eder:
“Ey Cennetlikler!
“Buyur ey Rabbimiz, emriniz başımız üstüne! Her türlü iyilik Senin elindedir.”
“Halinizden memnun musunuz?”
“Nasıl razı olmayız ki, yaratıkların içinde hiç birine vermediğin nimetleri bize lutfettin.”
“Size bundan daha üstününü de ihsan edeyim mi?”
Böyle bir soruya muhatap olmak nasıl sevindirir Cennetlikleri. Merak ve heyecana boğar şüphesiz.
Bundan daha büyük bir nimet ne olabilir ki? Nitekim Cennetlikler, “Hangi nimet bundan üstün olabilir ki?” demekten kendilerini alamazlar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, “Ben size rıdvanımı, hoşnutluğumu ihsan ediyorum. Bundan sonra size aslâ öfkelenmeyeceğim.”1
Bir insan için Allah’ın razı ve hoşnut olduğunu bildirmesi kadar daha üstün ne olabilir ki?
Dipnotlar: 1- Buharî, Rikak: 51; Müslim, Cennet: 9; Tirmizî, Cennet: 18.
11.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif konular |
|
İbrahim Bey: “Şeytan niçin yaratıldı?”
Cenâb-ı Hak cinleri ve insanları Kendi Zât-ı Âlâ’sını bilsinler, tanısınlar ve Kendisine ibadet etsinler diye yarattı, onları zengin duygularla donattı, onlara sayısız nimetler verdi ve gönderdiği emirler ve yasaklar ile onlara istikamet çizerek onları imtihana tabi tuttu.
Fakat cinleri ve insanları Allah’ın emirlerini ve yasaklarını dinleyip dinlememekte serbest bıraktı. Cinler ve insanlar kendi iradeleriyle hareket eden ve yaptıklarından sorumlu olan varlıklardır.
Şeytan bunlardan sadece biridir. Şeytanın yaratılışta sâir cinlerden ne bir üstünlüğü, ne de bir aşağılığı yoktur. O kendi ameliyle kendisini aşağıların aşağısına almıştır. Tercihi kendisi yapmıştır. Tercihinden hiç kimse sorumlu değildir. Ne melekler, ne Hazret-i Âdem, ne de Cenâb-ı Allah. Hatta Cenâb-ı Allah, secde emrine isyan eden şeytana, neden itaat etmediğini sormuş, savunmasını almıştır. Ama şeytan tövbe noktasına gelmemiş, yaptığına pişman olmamış, yüzü kızarmamış; bilâkis günahını ve isyanını arttırmıştır.
Bu bir tercihtir. Neden böyle bir tercih yaptığı şeytana mutlaka Cenâb-ı Allah tarafından mahşerde sorulacak ve isyanının vahim boyutları kendisine gösterilecektir. Her cin ve insan gibi şeytan da mahşer sorgusundan geçecek ve hakkında İlâhî adalet tecellî edecektir.
Şeytanın insanları neden saptırdığı sorusunun en görünen cevabı, insanların makamını kıskanışı ve insanların Cenâb-ı Allah nezdinde yükselişini önlemek isteyişidir. Şeytanın kötü emirlerine her uymayışta insanlar Allah katında yükseliş kaydediyorlar. Yüksek sevap ve feyiz kazanıyorlar. İstidatları inkişaf ediyor.1
Şüphesiz şeytanın vesveselerine karşı Cenâb-ı Allah insanı muhafazası ve himayesi altına almıştır. Fakat bu İlâhî himaye, insanın iradesi çerçevesinde gerçekleşiyor. İsteyen Allah’a sığınıyor. Allah’a sığınan, şeytanın şerrinden kurtuluyor.2 Allah’a sığınma kapısı ise, hep açık bulunuyor.
Diğer yandan insanlar da, cinler de yaptıklarının sorumluluğunu kendileri taşıyorlar. İnsanın, yaptıklarının sorumluluğunu mahşerde şeytana yıkıp kurtulması söz konusu değildir. Yani şeytanın iradesi var ise, insanın da iradesi vardır. İrade gücü bakımından şeytan insandan daha güçlü değildir. Netice itibariyle, hesabını da kendisi ödüyor.
Demek, şeytanın ve şerli mahlûkların varlığı insan için bir imtihan vesilesi olmuştur. Uymayıp Allah’ın rızasını arayanların, günahlarının bağışlanacağı ve kurtulacakları müjdelenmiştir.
* * *
Ömer Bey: “Kur’ân’da kız isteme ile ilgili bilgi var mıdır?”
Evlenmek sünnettir. Kız isteme ile ilgili temel usul ve esaslar da sünnet çerçevesinde şekillenmiştir. Fakat Kur’ân bu meselenin uzağında da kalmamıştır.
Kur’ân’ın evlilik konularında getirdiği hükümler şöyledir:
“Mü’minlerden hür ve iffetli kadınları ve kendilerine sizden önce kitap verilmiş olanlardan hür ve iffetli kadınları nikâhlamak da, mehirlerini verdiğiniz, iffet üzere olup zinadan kaçındığınız ve gizlice gayr-ı meşrû şekilde dostlar da edinmediğiniz takdirde size helâl kılındı.”3
“İçinizden bekâr olanları ve köle ve cariyelerinizden dindar olanlarını evlendirin. Onlar fakir iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah’ın lütfu geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir.” 4
Musa Aleyhisselâm gençliğinde bir seyahat esnasında Medyen suyunun başına geliyor. Burada hayvan sulayan çobanlara karışmayan ve çobanlardan geride durup, çobanların ayrılmasını bekleyen utangaç iki kıza rastlıyor ve onlara sırf Allah rızası için yardım ediyor.
Meğer bu kızlar Şuayb Aleyhisselâm’ın kızlarıdır. Muhterem babalarına bu durumdan bahsedince, Şuayb Aleyhisselâm bu genci görmek istiyor. Kızlarından birisini bu genci çağırmak üzere gönderiyor. Kızcağız utana sıkıla Musa Aleyhisselâm’a babasının selâmını ileterek kendisini babasının görmek istediğini ve yardımına karşılık teşekkür etmek istediğini bildiriyor. Musa Aleyhisselâm da çağrıya uyup gidiyor.
Hz. Musa’nın (as) iyi huyunu ve efendiliğini beğenen Hz. Şuayb (as), Hz. Musa’ya (as) diyor ki:
“Sekiz sene bana çalışman şartıyla şu kızlarımdan birini sana nikâh etmek isterim.” 5
Görüldüğü gibi Kur’ân’ın verdiği örnekte baştanbaşa saygı, görgü ve nezaket hâkimdir. Fakat nikâh ile ilgili genel ve temel hükümleri koyan Kur’ân, bu hükümlerin hayata geçirilmiş biçimini genel itibariyle yaşayan Kur’ân olan Hz. Peygamber’e (asm) bırakmıştır. Bu açıdan, kız isteme ile ilgili Kur’ân’ın da onayladığı temel davranış biçimlerini bulmak için doğrudan sünnete başvurmak gerekir.
Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 210, 2- Lem’alar, s. 240, 3- Maide Sûresi: 5, 4- Nur Sûresi: 32, 5- Kasas Sûresi: 27
11.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|