21 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Süleyman KÖSMENE

Onuncu Söz’de Haşir


A+ | A-

Gebze’den okuyucumuz: “Onuncu Söz’ün On Birinci Hakîkatında belirtilen; insanın, mahlûkâtın tarz-ı tesbîhât ve ibâdetine müdâhalesi ne demektir?”

Bilindiği gibi Onuncu Söz, Haşr’e dairdir. Haşir; yediden yetmişe, kadın-erkek, beyaz-siyah, mü’min-kâfir ayırt etmeksizin bütün insanları çok yakından, tâ can damarından ilgilendiren bir ebediyet badiresidir. En çetin hesap, en girift sorgulama, en ince muhasebe, en âdil muhakeme oradadır! Günahkârlar için rahmetten yana tercih kullanan şefaat-i Resûl (asm) oradadır! Allah’ın adaleti, hâkimiyeti, mağfireti ve merhameti orada kâmilen tecellî edecek; Peygamber Efendimizin (asm) şefaati–İnşaallah—orada vâki olacak; insanların ebediyet yolculuklarına nerede devam edecekleri–dünyevî amellerine göre—orada belli olacaktır.

Bu insan ne talihsizdir ki, böyle bir çetin muhakemenin vukuuna inanıp inanmamayı sadece “tartışmakla” bir ömür tüketiyor! Oysa, aslında Kur’ân’a ve Kur’ân Peygamberine (asm) itimatsızlığın faturasını çok ağır ödüyor! Çünkü yarın, haşir hakîkatına başını vurunca her şey geçmiş oluyor. Hâlbuki Kur’ân ne kadar açık bir habercidir! Resûlullah (asm) ne kadar net bir uyarıcı ve müjdecidir!

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, Haşrin vukuunu iki kere iki dört eder derecede ispat ettiği ve Mahkeme-i Kübra için On İki basamaklı burhan gösterdiği Onuncu Söz’ü,—temelde—tek bir âyetin tefsiri olarak kaleme alır. Âyet, Rum Sûresi 50. âyetidir ve meâli şudur: “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine. Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir!” Âyet, ehl-i aklı, ehl-i fikri, ehl-i tefekkürü, ehl-i şuuru düşünmeye ve akıl yürütmeye dâvet ediyor. Her kışta ölen yeryüzü canlılarının, her baharda nasıl diriltildiğini ısrarla nazara veren Kur’ân âyeti, bunu yapan Kudret için insanları diriltmenin hiç de zor olmayacağını, insanların dirilmeye daha lâyık bulunduklarını kaydediyor.

Fakat, en çok akıllarına güvenen felsefeciler de dâhil ulema, ekseriyetle bu konuda akıl yürütmekten kaçınmışlar; haşrin bir nakil meselesi olduğu, aklın bu yolda yürüyemeyeceği ve sadece iman etmekle iktifa edilmesi gerektiği kanaatini ifade etmişlerdir.1 Oysa Kur’ân, “Allah, ölüleri nasıl diriltiyor; rahmet eserlerine bir bakınız!”2 âyetiyle, öldükten sonraki dirilişi “anlamayı” akıldan istiyor. Demek, “bu bir nakil meselesidir” diyerek “taklidî imana” razı olmak, Kur’ân’ın akıldan ve kalpten istediği şeyi anlamak demek değildir! Sırtını ilk çağ Hıristiyan felsefesine dayayarak, maddenin ezelî olup olmadığı, Allah’ın cüz’iyâtı bilip bilmediği, Allah’a sıfat izâfe etmenin câiz olup olmadığı gibi, kahir ekseriyeti hiç ilgilendirmeyen nazarî meseleleri tartışanların; “Haşir” gibi herkesi çok yakından alâkadar eden ehemmiyetli bir meseleyi nakle havâle ederek yetinmeleri ve haşrin vukûunu “akıl” gündeminden çıkarmaları ne kadar garip değil mi?

İşte Risâle-i Nûr, bin yıllık bir boşluğu doldurarak, Onuncu Söz’le Kur’ân’ın bu âyetine cevap vermekte; Öldükten Sonra Dirilmek, Haşir ve Mahkeme-i Kübrâ konularında Kur’ân’ın işaret ettiği veçhile, aklın ve kalbin de kavraması gereken ipuçları, deliller, burhanlar ve hakikatler olduğunu dünyaya îlan ve ispat etmektedir. Onuncu Söz; On İki Sûret ve On İki Hakikat ile dünyadan kabre, kabirden dirilişe, dirilişten Haşir Meydanına ve Mahkeme-i Kübrâ’ya, oradan da Cennet ve Cehenneme giden virajlı ve düz yolları akıl, mantık, idrâk ve şuur sahiplerine çok net biçimde ispat etmektedir.

Bu ispattan sonra, Haşir Müellifi der ki: “Eğer, haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi, kat’î bir sûrette anlamak istersen; haşre dair ‘Onuncu Söz’ ile ‘Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkat ile bak; gör! Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok!”3

Onuncu Söz’ün On Birinci hakikati, “İnsaniyet bâb”ı ve “Hak” isminin cilvesidir. Her ismin ism-i a’zâmlık mertebesine mazhar bir ahsen-i takvimde yaratılan, yer ile gökler ve dağların yüklenmekten çekindiği Emanet-i Kübrâ’yı uhdesine alan, yeryüzündeki bütün bitkiler ve hayvanların düzen ve tanzimleri hakkında söz sahibi olan ve onların tesbîhat tarzlarına ve ibadetlerine müdahale eden, meleklere tercih edilerek hilâfet rütbesini giyen insana, saadet-i ebediyenin verilmemesinin hiçbir şekilde kabil ve mümkün olmadığını4 ispat ediyor. Burada geçen müdahale ile; insanın, hilâfet rütbesi gereği, sair mahlûkat üzerindeki tasarruf yetkisi vurgulanmıştır. Yani ekseriyetle insan nerede isterse, bitki ve hayvan orada sergisini açmakta, orada zikrine devam etmektedir.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 89.

2- Rûm Sûresi, 30/50.

3- Sözler, s. 106.

4- Sözler, s. 83, 84.

21.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Aşk ve şevk oldukça


A+ | A-

Bir anda alev gibi parlayıp sönmektense küçük voltajlı da olsa sürekli yanan bir ampül gibi olmak daha faydalıdır. Aynı hakikat hizmetler için de geçerli.

17-18 Ekim Cumartesi-Pazar günleri Konya Ilgın’da yaptığımız Yeni Asya Gazetesi temsilciler toplantısında her şeye rağmen hizmet aşk ve şevkinin canlı olduğunu görmek gerçekten sevindiriciydi. Üstad, “Evet, evet, neam, neam. Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağâmâtıyla raksa getiren hakâikin esrârını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm eder”1 demiyor muydu? Mesleğinin dört esasından birinin şevk-i mutlak oluşu şuuruyla hareket eden ehl-i hizmet zorluklar artsa da daha çok gayrete gelirdi. Olaylara Risâle-i Nur gözüyle bakmak gerektiğine dikkat çeken Üstad, müşkilât ziyadeleştikçe, kudsî vazife itibarıyla daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmek gerektiğini, başkalarının füturu ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyadeleştirmesine sebep olduğunu2 belirtmiyor muydu? Müktedâ-yı Küll ve Rehber-i Ekmel olan Resûl-i Ekrem (asm) insanların çekilmesi ve dinlememesiyle daha ziyâde sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ 3 etmemiş miydi?

İzmir’den Muharrem Okur, şevk zirvede olduğu müddetçe ihlâsla çok güzel sonuçlar aldıklarını, kitap promosyonlarında on binlerce kitap dağıttıklarını; eşe, dosta, ahbaba mutlaka ulaşmak gerektiğini anlattı. Gayretler mutlaka meyvelerini veriyordu.

İstanbul Temsilcimiz Ferhat Meydan bir omuz vermekle kampanyada sadece İstanbul olarak 44 bin tirajı yakaladıklarını ifade etti.

Kayseri temsilcimiz Şerif Gündüz gazete hizmetlerinin de kalıcı olması için gayret gösterilmesi gerektiğine dikkat çekti. Kırıkkale temsilcimiz Ahmet Akçay da bunu fiilen nasıl gerçekleştirdiklerinin örneklerini verdi. 90’ı 100’e çıkardıklarını, hedefin 160 olduğunu anlattı. Bire bir çalışmalarla neler başarılmazdı ki!

Nevşehir’den Bilal Altunbaş ve Eşref Mert kardeşlerimiz ilgililerle görüşerek hapishaneye gazeteyi ulaştırmış, hergün yüz altmış gazete hapishaneye göndermişler. Bu hizmetten o kadar memnun olmuşlar ki Halil Uslu’nun orada bulunduğu bir sırada hapishane müdürü konferans talebinde bulunmuş, o somurtkan insanların konferans sonucunda nasıl yüzlerinin gülümsediğini müşahede etmişler. Ruhlara, kalplere ve bütün duygulara hitap eden Kur’ânî hakikatler, arayış içinde bulunan, hayatın bin bir türlü sıkıntısı, cenderesi altında ezilip kalan insanlar için ne kadar rahatlatıcı. Bunu bizzat görmüşler. Risâle-i Nur’un naşir-i efkârı olan gazete yoluyla nice yerlere ve insanlara ulaşma imkânı vardı. Yeter ki bu hizmet aşk ve şevk canlı tutulsundu.

Bu faaliyetlerin organizesi, dağıtımı, gerçekletirilmesi hususunda Genel Müdür Recep Taşcı’dan Abone ve Dağıtım Müdürü Saim Çelenli’ye, yardımcılarına, diğer gazete birim müdürleri ve çalışanlara varıncaya kadar arkadaşlarımızın yoğun gayretlerini de burada takdirle yâd etmek lâzım. Kısaca gazete çalışanları, temsilcileri, okurları ile bir bütün hâlinde çalıştı ve bu başarılar gerçekleştirildi. Canla başla gayret gösteren bütün arkadaşlarımızı tebrik ediyor, muvaffakiyetlerinin devamını temenni ediyor, Cenâb-ı Hakk’ın daha güzel günlere ulaştırmasını niyaz ediyoruz.

Dipnotlar:

1- Münâzarât, s. 46. 2- Kastamonu Lâhikası, s. 41. 3- Hizmet Rehberi, s. 234.

21.10.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Çift yönlü salgın


A+ | A-

Günümüzde tıbbî hastalıklarla ahlâkî hastalıkların paralel şekilde yaygınlaştığını görmekteyiz. Yaygınlık özelliği olan hastalıklar bulaşıcı olup, zamanımızda bunlara salgın deniliyor. Geçmişte ise bu tür mikrobik hastalıklara “sârî illet” deniliyordu.

İşte bu sârî illetin bir tıbbî, bir de manevî olanı vardır. Ki, Üstad Bediüzzaman 1952’de kendisiyle yapılan bir mülâkatta “Dünya büyük bir buhran geçiriyor” diye başlayan sözlerine şu ifadelerle devam ediyordu: “Garp cemiyeti içinde doğan bir veba, bir taun hastalığı gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak?..”

Evet, işte o sârî illet, bugün hem insanların beden sıhhatini, hem de ahlâkî değerlerini tehdit edecek şekilde yaygınlaşma istidadını göstermiş bulunuyor.

AIDS, deli dana, kuş gribi, tavuk vebası derken, son birkaç yıldır bu kez domuz gribi dünyayı istilâya başladı. Grip mevsiminin başlangıcı olan şu günlerde ise, muhtelif dünya şehirlerinde olduğu gibi, Türkiye’nin başşehri Ankara’da da domuz gribi kendini gösterdi ve insanların uykusunu kaçıracak derecede tehlike sinyalleri vermeye başladı.

Oysa, bu tür maddî hastalıklardan çok daha tehlikeli olan ruhî, kalbî, ahlâkî hastalıklar var. Bu tür hastalıkların mikrobunu taşıyan kimselerin dünyası karardığı gibi, ahireti de tehlikeye giriyor.

Fakat, her nedense, domuz gribinden titreyen, ödü kopan bazı kimselerin bu tür mânevî hastalıklara karşı kılı dahi kıpırdamıyor. Evlâdının imanı tehlikeye girmiş, yahut ahlâkî değerleri tarumar olmuş, bu fecaat karşısında en ufak bir tepki dahi göstermiyor. Böyleleri, şu geçici, fani, temelsiz hayatın çürük direğine sarılmayı en büyük maharet addediyor.

Bugün olduğu gibi, geçmişte de insanların çığırdan çıktığı, kudsî değerleri çiğneyerek kalın gaflet tabakası altında dünyaya meftun ve müptelâ olduğu, birtakım gayrı meşrû zevk ve hevesâtın peşine düşerek ahireti unuttuğu dönemler olmuştur. İslâmdan önceki o kavimlerin zamanında, dünyevî ceza olarak, onlara daha çok “helâk cezası” gelmiştir.

Günümüzde yapılan bazı kazılarda yer altında bulunan bazı şehirlere rastlandığı gibi, denizin derinliklerinde yapılan araştırmalarda da benzer tablolara rastlanılmaktadır.

İhtimal, yer ve deniz altlarında tesbit edilen bu yerleşim alanlarının mühim bir kısmı helâk neticesi gark olmuş, ya da yere batmış merkezlerdir.

Bilindiği gibi ümmet-i Muhammed’e (asm) helâk cezası gelmiyor. Bütün bütün yoldan çıktığında başlarına en büyük helâk olan kıyamet kopacağından, ayrıca bir helâk cezasına maruz kalmıyor. Helâk yerine, İlâhî ikaz denilen uyarılar geliyor bu ahirzaman ümmetinin karşısına. Tâ ki akıllarını başlarına toplasınlar da, içine girdikleri manevî girdaplardan kurtulmaya çalışsınlar.

İşte, günümüzde salgın hâlini alan domuz gribi tarzındaki hastalıklar, bu türden birer ikaz ve uyarı dalgasıdır. Gelen uyarı dikkate alınmadığı takdirde, arkasından yeni uyarılar ve bir müddet sonra çok daha dehşetli mikroplar, virüsler gelmeye başlar.

Ne yazık ki, gaflet ve dalâlet perdeleri günümüzde o derece kalınlaşmış ve koyulaşmış ki, boylu boyunca sefahet ve lehviyata dalan insanları uyandırmak hayli müşkilleşmiş durumda. Bu gibiler, en şiddetli ikazlarla dahi uyanmıyorlar, akıllarını başlarına getirmiyorlar.

Oysa, ortada bir va’d-i İlâhî vardır. Beşeriyet, ahirzamanda da bir huzur, barış ve refah devresini yaşayacaktır. Bunun için de, bir taraftan dünyaya iman ve İslâm nuru yayılacak, insanlar iman ve hidayet dairesine akın edip gelecektir. Ayrıca bir taraftan da, büsbütün çığırdan çıkmış insanların önünü ve hızını kesmek için mikroplu ve bulaşıcı hastalıklar zuhur edecektir. Aksi halde, azgınlaşmış kimseleri durdurmanın imkân ve ihtimali yoktur.

Düşünün ki, helâk cezasını hak edecek insan ve hatta insan toplulukları var günümüzde. Bunları kim, nasıl durduracak? Hiçbir kayıt, hiçbir ahlâkî değer taşımayan ve tanımayan bu kimseler, ancak ve ancak ürkütücü bazı hastalıkların bariyer oluşturmasıyla bir derece teskin edilip durdurulabilirler.

İşte, şimdiye kadar ortaya çıkan sârî illetler, muhtemelen çok daha dehşetli hastalıkların öncüsü ve habercisidirler. Bu illetler zincirinin, gitgide tâ Dabbetülarz halkasına kadar gidip dayanacağını söylemek kehanet olmasa gerektir. Dabbetülarz ise, iman sahiplerine değil, fısk ve sefahette boğulmuş olanlara musallat olacağına dair rivayetler var.

21.10.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Demokratik açılım, AB, hak ve hürriyetler - 1


A+ | A-

“Demokratik açılım”, vatandaşların bütün fertlerine kadar yaygınlaştırılmalı, eğitimle benimsetilmeli. Ardından düzgün bir anayasa gereklidir. Ki, “silâhlı veya silâhsız bürokrasi” darbe anayasasına dayanarak işi engellemesin. Evet, palyatif demokratik pansumanlarla mesele hallolmaz.

Anayasa’yı halletmek için de AB gerekli. Çünkü, Türkiye’nin iç dinamikleri ve devletin kuruluş felsefesi, bunu aşacak durumda değildir. İktidar, meselenin bu boyutunu hâlâ aşabilmiş değil.

***

40 yıldan beri sürdürdüğümüz AB hülyasıyla demokrasi, insan hak ve hürriyetleri için mi avuç açıyoruz?

Tarih boyunca pek çok devletler kurmuş Müslüman bir toplum; insanlığa hak ve adâlet dağıtmış, onlarca dinî, yüzlerce etnik kökenli toplumu, mezhebi bir arada tutmuş, inanç ve fikirlerinde, ticâretlerinde serbest bırakmış bir maziye sahip olarak; hak ve hürriyetler konusunda Avrupa’ya giderken bir komplekse kapılmalı mıyız?

AB’den, demokrasi ve insan hakları isterken, hiç de kompleks yapmamıza gerek yok aslında. Neden? Çünkü, hak ve hürriyetlerin kaynağı, Kur’ân ve Sünnettir, yâni İslâmiyettir.

Ne yazık ki, düşünce, inanç, konuşma gibi hak ve hürriyetler, Batı demokrasinin bir gereği gibi sunulur. Oysa meşveret, istişâre, yâni, çok seslilik, ihtisas sahiplerinin fikirlerine müracaat gibi insan hak ve hürriyetlerinin kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Haklara riâyet etmek, dindar olmanın bir gereği olduğu gibi, onlara riâyet etmek dinin emridir.

15 asırdan beri de Müslümanlar hayatlarının her safhasında uygulaya gelmişlerdir. İslâmiyette hak ve hürriyetler iki ana başlıkta düzenlenmiştir: Kul (insan) hakkı, Allah hakkı. Allah, kendine karşı olan hakkı dilerse affedeceğini ancak insan hakkı ihlâlini asla affetmeyeceğini buyurmaktadır.

Hiç şüphesiz; gerek bu uygulamalar, gerekse yazılı kaynaklar, asırlardan beri beyinden beyine, uygulamadan uygulamaya, asırdan asra uğrayarak batıya da ilham kaynağı olmuşlardır. Hak ve hürriyetler, İslâmın, imânın temel esasıdır. İman ağacı, ancak hürriyet zemininde yeşerir; dal-budak salar, meyve verir...

Dünyaya gönderilişimiz bir imtihan. İmtihanın da gerçekleşebilmesi için “hür irâde” lâzımdır. Dolayısıyla, yaradılış ve dünyaya gönderişimizin mayasında da, hürriyet ve serbestlik vardır.

İnsan kimliğinin, şahsiyetinin en önemli vasıflarından birisi olan hürriyet, “Rabbinin lütuf ve ihsanı hiç kimseden men olunamaz”1 âyetiyle, “Atiyye-i Rahman”, yâni, Rahman olan Cenâb-ı Hakk’ın bir bağışıdır inanan, inanmayan istisnasız bütün insanlara...

Doğuştan bahşedilen “hayat” hakkı gibi, sâir hak ve hürriyetler dokunulmazdır. Çünkü, İslâm, Müslümanlık, kula kul-köle değil, yalnız Allah’a “abd” olmayı, Onun karşısında kıyamda durmayı, yalnız O'nun huzûrunda rükûa varmayı, yalnız O'nun emriyle secdeye kapanmayı getirmektedir. Allah’a inanan, O'nun her yerde hazır ve nazır olduğuna, her şeyi gördüğüne, her şeyden haberdar olduğuna, Lâtîf, Allamü’l-Guyûb olduğuna inanan bir mü’min, imânı, anlayışı, bilgisi derecesinde haklara riâyet eder.

Şu halde hürriyet, imânın bir özelliğidir. Öyle ise, gerçek hürriyet, yalnızca siyasî söylemler, şovlarla gerçekleştirilemez. İman, eğitim gibi boyutlarını nazara alan ve sivil örgütlerden fertlere kadar topyekûn bir seferberlik gerekli.

Dipnot:

1- Kur’ân, İsrâ, 20.

21.10.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

İMAN SIĞINAKLARIMIZ


A+ | A-

Dünya artık küçüldü; adeta bir köy hükmünü aldı. Günümüzde her an, her şeyi duymak; hatta görmek mümkün hâle geldi.

Dünyanın en uzak zannettiğimiz bir köşesinde yaşanan bir olay artık yakınımızda ve yanı başımızda bulunuyor. Dünyada yaşanan olaylar bizi her an müsbet veya menfî olarak etkileyebilmektedir. Bazen bu olaylar bizim imanımızı tehlikeye sokabilmektedir. Atılan küfür okları, iman mahallî olan kalblerimizi yaralamakta; bazen de—Allah korusun—imanı söküp almaktadır.

Bediüzzaman, 1952 yılında büyük bir tehlikeye dikkat çekiyor ve şöyle diyordu:

“Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.” 1

Aslında Bediüzzaman geçen asrın başından beri bütün zamanını iman üzerinde toplamıştı. Onun dünyasında sadece iman kurtarmak dâvâsı vardı; başka bir şey yoktu. Çünkü İslâm toplumunun ana direği tevhid ve imandı. O, bunu şu sözleriyle ifade ediyordu:

“Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.” 2

İslâm toplumu bugün müthiş bir yangınla karşı karşıyadır. Bu yangın maddî değil, mânevîdir. Said Nursî, alevleri göklere yükselen yangın karşısında çırpınmaktadır. Neseben dünyada bir evlâdı yoktur. Ama bugün milyonlarca Nur Talebesi unvanlı manevî evlâdı vardır. Bediüzzaman, cemiyetin dışında değil, tam ortasındadır. Yangının ıztırabını yakından duymakta ve feryat etmektedir. Çocuğunu yangından kurtarmak isteyen bir anne gibi çırpınmakta ve avazı çıktığı kadar şöyle bağırmaktadır:

“İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”

O, büsbütün ümitsiz değildir; her an ümitlidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz yangının nasıl söndürüleceğini yazdığı risâlelerde göstermiştir. İsteyen onları okuyabilir. Aşağıda anlatacağımız konu da bunun delillerinden biridir.

Barla, Tekirdağ derken sosyal tesislerimize bir yenisi daha eklendi: Ayaş/Ankara Sosyal Tesisleri.

Geçtiğimiz Pazar günü kalabalık bir dâvetli grubunun katılımıyla hizmete açılan tesislerimizin birinci etabı İnşallah uzun zamandır hissedilen bir boşluğu dolduracaktır. Hayırlı olsun. Her kademesinde hizmeti geçenleri tebrik ediyorum.

Sosyal Tesisler üç etaptan oluşacaktır. O gün heyecanlı bir gün yaşadık. Oradaki manzara görülmeye değerdi. Diğer kısımlarının da çok kısa zaman içinde tamamlanmasını diliyorum.

Açılış vesilesi ile uzun zamandır görüşemediğimiz bazı dost ve arkadaşlarımızı görme fırsatımız oldu. Onlarla geçmişe dönük bazı hatıralarımızı yâd ederken gelecekle ilgili düşüncelerimizi de paylaştık.

Yıllar önce hizmette baba-oğul veya anne-kız az bulunurken şimdilerde bu silsileye dede ve nineler de katıldı. Ya da şöyle diyelim: Geçmişte baba veya anne olarak yer alanlar şimdi bir kademe daha yükseldiler. Bazı dede ve nineler torunlarıyla bu mutlu günde aramızda yer aldılar. Çocuk sesleri ve görüntüleri ayrı bir renk kattı açılış programımıza. Tesislerin açılış programında bu manzarayı görmekten büyük mutluluk duyduk. Onlar kendilerine belki yer seçtiler. Kim bilir ne hayal kurdular, ileriye dönük olarak.

Arkadan çığ gibi bir nesl-i cedid (yeni nesil) geliyor. Bu tesisler o yeni nesle kapılarını açmıştır. Yıllar önce bazen bir odaya mahkûm olurken, şimdi artık koca salonlara sığmaz olduk.

Tesisler sadece çocuklar ve gençler için düşünülmemiş. Orada aileler de rahatlıkla okuma programları yapabilecek özelliklere sahiptir. Cemiyetin çekirdeği aile olduğuna göre mutlaka bu ortak programlara ihtiyaçları vardır. Aileler de kendi aralarında istedikleri zaman buralarda programlar düzenleyebileceklerdir.

Sosyal tesisler küfre karşı birer sığınak ve küfür oklarına birer kalkan!

Bunlar gelen nesle yetecek mi?

Bence hayır!

Peki, ne yapmak lâzım?

Her yere yenilerini yapıp sayılarını çoğaltmak lâzım. Soysal tesisler sadaka-i cariye hükmüne de geçecektir. Buralara yapılan yardımlar Allah indinde mutlaka kat kat karşılığı, ücreti verilecektir.

Unutmayalım ki, verdiklerimiz aslında bizim değildir; Allah’ın bize emaneten verdikleridir. Biz Allah yolunda harcadıkça, Allah da bize yardımlarını esirgemeyecektir.

Üstad, kendisinin “kışta” geldiğini, bizim “cennetasa bir baharda” geleceğimizi söylüyordu. Aslında yıllar önce verilmiş bir müjdeydi.

Ne kadar doğru söylemiş, değil mi?

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 959.

2- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 960.

21.10.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Sıradaki açılımlar gelsin


A+ | A-

Terör örgütü mensuplarını dağdan indirmeyi hedef alan ‘açılım’ ilk meyvesini verdi ve bir kısım insanlar Habur Sınır Kapısından girerek güvenlik mensuplarına teslim oldu.

Konu ile ilgili olarak çok çeşitli değerlendirmeler yapılıyor ve yapılmaya da devam edecek. Çünkü hadise tek boyutlu olmadığı gibi, tek bir bakış açısıyla da izah edilemeyecek karmaşaya sahip. Ama umumî kanaati şöylece özetlemek mümkün: Bu süreç, bir günlük ya da bir haftalık bir kararın sonucu değil, uzun bir çalışmayı gerektiren, iç ve dış ‘etki merkezleri’nin de dahliyle hazırlanmış bir ‘süreç’tir. Dolayısı ile ne ‘Her şey bitti, işler yoluna girdi, artık terör sona erecek’ demek; ne de ‘Hiçbir şey yapılmış olmadı’ demek mümkün.

Sayıları az olsa da PKK’nın dağ kadrosunda bulunmuş bazı kişilerin dağdan inip güvenlik kuvvetlerine teslim olması elbette bir adımdır. Fakat bu adımların devam edebilmesi, terörün tamamen sona ermesi, ‘dağ kadrosu’nun tamamen tasfiye edilmesi zaman alabilecek bir konudur. Eğer bu ‘süreç’ iyi planlanıp sürdürülebilirse gözyaşlarının dinmesi mümkündür. Elbette ki bunu yapmak kolay değil, onlarca belki de yüzlerce ‘ciddî mani’ler vardır. Bu sıkıntılara rağmen ümitsizliğe kapılmaya da gerek yoktur. Çünkü dünyanın gidişâtı, Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgenin şartları, ülkemizin kavgasız, gürültüsüz, terörsüz bir yer olmasını gerektiriyor. Türkiye’nin terörle boğuşmasında uluslar arası ‘menfaat şebekeleri’nin de kârı vardır. Bu nokta gözden uzak tutulmazsa, gelişmeleri doğru yorumlamak daha da kolaylaşır.

Yürürlükteki kanunlarda yeni bir değişiklik olmadığı halde bir kısım terör mensubunun güvenlik kuvvetlerine teslim olması ‘uygulama’nın önemine dikkat çekmeyi gerektiriyor. Bir yıl önce teslim olmayan terör örgütü mensupları niçin bugün teslim oluyor? Demek ki ‘açılım’la ilgili olarak ‘taraflar’ın bir şekilde diyaloğu olmuştur.

Devam eden terör hadiseleri sebebiyle Türkiye’nin neler kaybettiğinin farkındayız. Bu kayıpları sadece maddî kayıplarla izah etmek de mümkün değil. Maddî kayıplardan daha öldürücü olan; barış, güven ve istikrarın kaybedilmiş olmasındadır. Kaybettiğimiz barış, güven ve istikrarı hangi ‘maddî değer’le doldurabiliriz ki?

Türkiye’yi idare edenler bu açılımdan sonra sıradaki açılımları da gündemlerine almalıdırlar. Sürekli ertelenen ‘yeni ve sivil bir anayasa’ hazırlanması, bu açılımların başında yer almalı. Hatta bu açılımlara ihtiyaç duymadan ‘yasakları sona erdirme açılımı’ mutlaka yapılmalıdır. Bunca muhalefete rağmen—haklı olarak—‘Güneydoğu açılımı’ yapanların; milletin neredeyse yüzde yüz desteğine rağmen ‘yasakları sona erdirme açılımı’ yapmamalarını anlamak mümkün değil.

Türkiye’nin menfaati, doğu-batı ayırımı yapmadan herkesin huzurlu, mutlu ve güven içinde olmasındadır. Hürriyet, demokrasi ve adaletin gelişmesi ve yaygınlaşmasından kimseye bir zarar olmaz. Hatırımızda olsun: ‘Ekmek’ için de ‘hürriyet’ lâzım!

21.10.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Ankara’da açılım yoğunluğu


A+ | A-

Dün Ankara’da yoğun bir gün yaşandı. Yoğunluğun sebebi demokratik açılım süreciyle ilgiliydi. Bir tarafta Millî Güvenlik Kurulunun toplantısı, diğer tarafta partilerin grup toplantıları vardı. Grup toplantılarının önemi, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın CHP Lideri Baykal’a mektupla ilgili vereceği cevap, Baykal’ın ise Cumhurbaşkanı Abdullah’ın Gül’ün “anamuhalefet partisi liderinin de Millî Güvenlik Kurulu (MGK) üyesi olması” teklifine vereceği cevapta gizliydi.

Yoğunluğun bir diğer ayağı da, demokratik açılım sürecinin koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın gazete, televizyon ve ajansların Ankara temsilcileri ile Meclis’in Çankaya kapısının karşısında yer alan bir otelde yaptığı kahvaltılı basın toplantısıydı. Atalay, ağırlı olarak önceki gün Habur’dan giren 36 terör örgütü üyesinin Türkiye gelmesiyle ilgili konuştu. Görüntü alınmasının, kameraman ve foto muhabirlerinin salondan çıkmasından ardından sohbet toplantısı başladı. Bir saatlik toplantıda “demokratik açılım” ve “eve dönüş” süreciyle ilgili bilgiler veren Atalay, sürecin iki ayağını “terörsüz bir Türkiye” ve “demokratik standardı yüksek bir Türkiye” olarak ifade etti.

Hızlı gelişmeler yaşandığını söyleyen Bakan, olaylar netleşmeden açıklama yapmamaya gayret gösterdiklerinin özellikle altını çizdi. Kamuoyunu bilgisiz bırakmamaya gayret sarf ederken tedbirli davrandıklarını da söyledi. Gelişmelerle ilgili birçok şeyi söylemenin erken, ama “olumlu gelişmeler” olduğunu bildirdi.

Demokratik açılımın uygulamalarla görüleceğini, bazı hazırlıklar içinde olduklarını da ifade eden Atalay, sürecin hemen başlayıp bitecek bir şey olmadığını söyledi. Sabırlı olunmasını istedi. Yöntem ve üslûbun öneminin çok büyük olduğunu dile getirdi, şartları mümkün olduğunca olgunlaştırarak adım adım gidildiğini bildirdi.

Habur’dan Türkiye'ye gelen grubun, demokratik açılım sürecinin bir safhası, plânın bir parçası olduğunu açıklarken, ilk etapta 150-200 kişilik bir grubun teslim olmasını beklediklerini açıkladı. Gelinen nokta “Hepimizin ortak başarısıdır” diyen Atalay, bu konuda en büyük desteği basından gördüğünü, bu desteğin devam etmesini istedi.

Bakan, eve dönüş uygulamasının alt yapısının TCK’nın 221. maddesine göre gerçekleştirildiğini söyledi, bundan sonrasının da yargının meselesi olduğunu dile getirdi. DTP’nin ve vatandaşlarının hassasiyetlerinin gerekli olduğunu söylerken, bir gazetede yer alan kendisinin sürece gece yarısı dahil olduğunun hatırlatılması üzerine, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’le gece yarısı görüşmediğini açıkladı. Yalnız, Türk’ün Silopi’de yaptığı basın toplantısından sonra telefonla konuştuğunu, kendisine sağduyu tavsiye ettiğini, “böyle bir günde böyle bir konuşmayı doğru bulmadığını” da söylediğini aktardı.

Süreçte yanlışların olmaması için sorumlu davranılması gerektiğini de ifade eden Bakan, herkesin “özenli” davranmasını istiyor. Eve dönüşün devam etmesini beklediklerini de söyleyen Bakan, dağdaki insanların da gittikleri yolun “çıkmaz yol” olduğunu gördüklerini dile getiriyor. “İyi bir plân içinde sonuca doğru gidiyoruz. Umarım daha iyi haberler duyacağız” derken, sürecin devamına katkı verecek atmosfere ihtiyaç olduğunu da vurguladı. Basının da teşvik edici ve katkı verici yayınlarla sürece yardımcı olmasını isteyen Bakanın basından beklediği bir diğer konu ise, gelenlerle ilgili haberlerde daha titiz davranılması, teyit edilmemiş haberlerin yazılmaması. Tereddüt halinde ise kendilerinden doğru bilgi alınabileceğini bildirdi.

Atalay, bu konuşmalarının ardından ard arda gelen sorulara da kısa ve net cevaplar vermeyi tercih etti. Dağdan gelenlerin, "Pişman değiliz. Yasadan yararlanmak istemiyoruz” dediklerinin hatırlatılması üzerine, bunun yargının işi olduğunu, kendi plan ve programlarını yürüttüklerini ifade etti.

Bakanın “PKK’nın elebaşı Öcalan’ın talimatıyla bu teslim olmalarının gerçekleştiği” yönündeki haberlerden de rahatsız olduğunu gördük. Türkiye’nin büyük devlet olduğunu söylerken, “Kendi planımız var, adım adım yürüyor” dedi.

Sınıra geleceklerin isimlerinin daha önceden bilindiğinin, bu listenin kim tarafından verildiğinin sorulması üzerine İçişleri Bakanı, sınıra gelecek kişilerin listesinin “onları oraya getirenler” tarafından sınıra verildiğini bildirdi. Gelenlerin yanlarında getirdiği ve devletin üst kademesine verecekleri söylenen mektuptan haberi olmadığını, mektubu oradan bir yetkilinin de kendisine iletmediğini, dolayısıyla mektupta yer alan 9 maddelik taleplerini “şu anda bilmediği”ni söyledi.

Partisinin grup toplantısından önce başbakanla görüşmek için “sohbet toplantısını” bir saatte bitiren Bakana, ayağa kalkarken, “Bu toplantıyla ilgili soruşturma açılır mı”? şeklindeki soruya Bakan gülümsemekle yetindi.

Toplantı sonucunda edindiğimiz intibaya gelince… Bakan açıklamalarında çok dikkatli bir dil kullanıyor, kelimeleri dikkatli seçiyor. Basın mensupları da yanlış anlaşılabilecek “kelime ve ifadeleri” tekrar tekrar sorarak bakana yardımcı oluyor. Yazıyı yazdığımız saatlerde Ankara’daki hareketlilik devam ediyordu…

21.10.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Sınırdaki “dönüş”ün akıbeti (2)


A+ | A-

Sınırdaki sembolik “dönüş”ün arkasının gelip gelmeyeceği ve akıbeti tartışılıyor. Terör örgütünün tahriki ve kandırmasıyla Türkiye’yi terk edip sınırların ötesinde Mahmur ve Havaşin gibi BM’nin gözetimindeki “mülteci kampları”nda kalan ve önemli bir kısmı orada dünyaya gelen vatandaşların geri gelmesi elbette olumlu bir gelişme. Ancak asıl olan bu kamplarda toplatılıp âdeta bir koloni haline getirilen ve sayıları on bini aşan vatandaşların değil, öncelikle teröristlerin gelip “teslim” olmasıdır.

Doğrusu, bu “dönüş”ün de 29 yıl önceki “dönüşler” gibi akamete uğrayacağı endişesi, ister istemez işin arka plânını akla getiriyor. Tıpkı teröristbaşı Öcalan’ın Kenya’ya kaçırılıp Türkiye’ye teslim edilmesi için Ecevit’in daha sonra “Neden teslim ettiler, hâlâ anlayabilmiş değilim?” sorusundaki endişeyi hatırlatıyor…

Zira dağdan iniş olmadıkça “dönüş”ün bir netice vermeyeceği ortada. Teröristleri yetiştirip Türkiye’ye salan ve sayıları üç yüzü aştığı belirtilen Kuzey Irak’ın, Kandil’in yanısıra önemli bir kısmı Avrupa’da cirit atan terörist ele başıları teslim alınmadıkça terör örgütünün dağılmayacağı, bir gerçek…

TERÖRİST ELEBAŞLARININ

TESLİM EDİLMESİ GEREKİR…

Bilindiği gibi daha Bush zamanında Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün Beyaz Saray ziyaretlerinde Kuzey Irak’taki terörist elebaşıların “150 kişilik liste”sini verip Türkiye’ye teslim edilmesi talepleri yerine getirilmemiş, bunlardan bir teki dahi teslim edilmeyip oyalama taktiği güdülmüştü. Srilanka’daki silâhlı terör örgütü Tamil gerillaları gibi PKK’nın de BM’ye müracaat ederek resmen yardım istemesini öneren ve terör örgütünü “meşrulaştırma”ya çalışıp Türkiye’nin başına belâ eden ABD’nin başta beri bölge üzerinde plânları olduğu herkesin mâlumu.

PKK’nın “ortak düşman” olduğunu söyleyip “terörle mücadele”de Türkiye ile “stratejik müttefiklik” iddiasında bulunan başta Bush ve Dışişleri Bakanı Rice olmak üzere Washington’daki yetkililer, “terörist elebaşları”nın Türkiye’ye teslimini yıllarca daha kendini koruyamayan güdümlerindeki Irak hükûmetine havale ettiler.

Oysa Amerikan yönetimin işgal ve kontrolündeki Irak’ta terör örgütünü himâye ettiği ve hertürlü desteği ortada idi. Saddam döneminden kalan ağır silâhların ve mühimmatın peşmergelerin yanısıra örgütün eline geçmesine gözyuman işgal güçleri, “kaybolduğu” ileri sürülen ağır ve hafif silâhların da örgütün eline geçmesini temin etti.

Amerikalı ve İsrailli subayların Kandil’deki PKK kamplarını ziyaret ettikleri, görüşmeler yaptıkları; terör örgütüne silâh, sağlık, para yardımı yapıldığı Amerikan savcılarının tespitleriyle ve Kongre’ye sunulan raporlarla sabit. Gelinen noktada, Irak’ı işgal edip tükettikten, maddî ve mânevî mirâsını tâlân edip petrol rezervlerini 30 yıllık ihâlelerle Amerikan-İngiliz şirketlerine verdikten sonra Kuzey Irak’a çekilme kararı kalan ABD, çıkarlarının korumasını “model ortağı” Türkiye’ye bırakma peşinde. Her gün onlarca mâsum insanın katledildiği, etnik ve mezhebî ayırımlarla kargaşa ve kaosa sürüklenen ülkeyi Türkiye’ye ihâle etme emelinde.

Bunun içindir ki işi biten ve “kullanılma miâdı dolan” terör örgütünü bu kez “siyasî çözüm” perdesinde yine Türkiye’nin başına salmaya çalışmakta…

ASIL OLAN TERÖRİSTLERİN

DAĞDAN İNMESİDİR…

Diğer yanda bu “dönüş”ün İmralı’daki terörist başı Öcalan’ın emriyle başladığı haberleri, meseleyi daha baştan zora sokmakta; “yol haritası,” “federasyon talebi” gibi tefrikaya yol açan fitnelere kapı açmakta…

Zira Öcalan’ın avukatları aracılığıyla kamuoyuna açıkladığı ve savcıların “izni”yle hükûmete de ilettiği belirtilen “yol haritası”nda, Türkiye’nin parlamentoları ayrı, bayrakları ayrı, sağlıktan eğitime, maliyeden din işlerine kadar taksim edilen “federatif sistem”den ileri bir tefrikaya zemin hazırlamayı teklif ettiği bilinmekte.

Bunun yeni dönemde revize edilen Amerika’nın İslâm dünyasını ve Ortadoğu’daki ülkeleri devletçiklere bölme projesi olan “Büyük Ortadoğu Projesi”nin bir parçası olduğu açıkça görülmekte. Ve bu durum, bütün Türkiye için gerekli olan, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve hürriyetlerini esas alacak, yeni anayasadan yargı reformunu, siyasetin demokratikleşmesinden inanç ve ifâde özgürlüğünü kapsayan gerçek bir demokratikleşmeyi peşinen tıkamakta, “açılım”ı boğmakta, ölü doğmasına sebebiyet vermekte.

Oysa gerçek bir “demokratik açılım”ın olması, “millî birlik ve beraberliğin projesi”nin başarılması, terörün bitmesi, “anaların gözyaşlarının dinmesi” için, öncelikle terör örgütünün silâhı bırakması ve lider kadrosunun “teslim edilmesi” lazım. Bebekleri, çocukları, kadınları katletmiş, köyleri, mezraları ateşe vermiş teröristlerin Türkiye’ye kayıtsız şartsız teslim olmaları şart…

Bunun yanısıra PKK’nin Kuzey Irak’taki ve özellikle Avrupa’daki organizasyonlarının ve Roj tv benzeri propaganda merkezlerini kapatılması, yüz milyonlarca dolarlık para kaynaklarını kesilmesi, iki-üç kişinin “uyuşturucu kaçakçısı listesi”ne alınmasıyla geçiştirilmeyip, terör örgütünün uyuşturucu kaçakçılığı ve nüfuz ticaretinin engellenmesi gerekmekte…

Asıl teröristlerin dağdan inmesini sağlamaktır. Yoksa bu “dönüşler” de sembolik ve akıbetsiz kalır; yaklaşan seçim öncesi kamuoyu gereksiz tartışmalarla oyalanır… O zaman terör biter ve “açılım” başarıya ulaşır.

21.10.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

PKK’nın inisiyatifi ele geçirme çabaları


A+ | A-

Birkaç PKK militanı ile yirmi-otuz sivilin Türkiye’ye gelerek ‘teslim’ olması, çok farklı yorumlara sebep oldu. Kimine göre bu dağdan inişin başladığının, örgütün çözülmekte olduğunun işareti idi. Kimine göre ise PKK’nın Kürt açılımında inisiyatifi ele alma çabası. Bazı çevrelere göre ise; hükümetin perde arkasında yürüttüğü ısrarlı çabaların sonucunda gelinen zorunlu bir nokta idi.

Gerçekten de neden geldi üç beş PKK militanı? Onlara neden çoluğuyla çocuğuyla sivillerin eşlik etmesini istediler? Neden on binlerce insan sınıra toplanarak onları karşıladı? Düzenlenen bu Nevruzvârî törenlerin sebebi ne idi?

Bize göre ortada bir inisiyatifi ele alma gayreti var. Öcalan ve örgütü Kürt açılımı girişiminde inisiyatifi ele almak istiyor. Bunu devletten önce yol haritasını açıklayarak yapmak istedi. Engel olundu. 15 Ağustos’ta törenle açıklanacağı ilân edilen yol haritası halen tam olarak açıklanamadı. Şimdi bu sembolik hareketin ardında inisiyatifi ele alma, devleti adım atmaya zorlama niyeti yatıyor gibi görünüyor.

Öbür taraftan devletimizin kurumları demokratik açılımı bir ‘süreç’ şeklinde götürmek, tarafların ve kamuoyunun görüşlerini alarak, kamuoyunu hazırlayarak adımlar atmak istiyor. Bu ihtiyatlı ilerlemenin ardında yasal-yaşadışı çevrelerden gelecek provokasyonlar ve taş koymaları önleme amacı yatıyor.

Ancak toplumsal olayların gelişimi ‘inşa edilmiş’ süreçler şeklinde gerçekleşmez. Toplum sabırlı olmadığı gibi, hızlı değişimlerin heyecanına da kolay kapılır. Bu yüzden adını ‘demokratik açılım’ koyarak, ‘önemli gelişmeler olacak’ açıklamaları yaparak, davulla zurnayla başlatılan bir toplumsal çalışmayı başından sonuna kadar kontrol altında yürütmek çok güçtür. Hele de bu süreci baltalamakta yararı olan çevreler pek çok iken.

Bizce sürecin kontrolden çıkmasını önlemenin yolu; hükümetin bu açılımın takvimini, kilometre taşlarını, varılması amaçlanan hedeflerini bir an önce somut bir şekilde ortaya koymasıdır. Diyeceksiniz ki; bütün halkı ilgilendiren bir sorunu halkı dışarıda tutarak yukarıdan aşağıya doğru çözmek mümkün mü? Böyle baktığınızda elbette mümkün değil. Ancak buradaki soru yanlıştır. Zira Kürt sorunu aslında elli yılı aşan bir sürecin sonunda artık tarafların sürdüremeyeceği bir noktaya, uluslar arası çatışma çözümü teorisindeki adıyla “olgunlaşma noktası”na ulaşmıştır. Böyle bir durumda hükümetin ya da gücü elinde bulunduranların kamuoyunun ruh halini iyi okuması ve buna uygun reçeteleri sür'atle uygulamaya koyması gerekir.

Elbette muhalefetin de sürece katılımı yararlı olacaktır. Ancak demokrasi tarihimize bakıldığında iktidarla muhalefetin birlikte hareket etme geleneği olmadığı görülecektir. Maalesef demokratik yapımız o olgunluk düzeyine ulaşamadı. Bu yüzden hükümetin bu siyasî mutabakat olmaksızın yoluna devam etmesi zorunluluktur.

Atılacak adımları da bir an önce somutlaştırıp atmaya başlaması gerekir. Aksi halde teslim olan PKK’lılar örneğinde görüldüğü gibi—bizce içlerinde sorunu çözmek istemeyen bir çok kişi bulunan—terör örgütünün inisiyatifi ele alma, istediği gibi yönlendirme çabalarını kontrol altına almakta zorluk çekebiliriz. Milletimizin huzuru ve ülkemizin istikrarı için son derece önemsediğimiz bu açılım, sorunu kemikleştirme komplolarına kurban gidebilir.

Kısacası; Kürt açılımının iyi niyetli gibi görünen, provokasyona müsait, hedefleri karanlık hareketlerle baltalanmaması için hükümetin elini çabuk tutmasına ihtiyaç vardır. Aksi halde ipin ucunun ‘namerdin’ eline geçmesi tehlikesi vardır.

21.10.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Dağdan iniş


A+ | A-

On sene önce Kenya’da CIA tarafından teslim edildiği Türk güvenlik ekibine uçaktaki ilk sözü “Hizmete hazırım” olan Apo, bilâhare, şimdi olduğu gibi bazı PKK militanlarını “barış elçisi” olarak göndertmişti.

Ama sonrasında süreç farklı gelişti.

Apo’nun “ele geçirilmesi” ile yakalanan “PKK’yı bitirme” fırsatı, Ankara tarafından değerlendirilemedi. Ve on yıl daha kan akmaya devam etti.

Son günlerde medyaya yansıyan bazı kırık dökük bilgiler, Apo’nun İmralı’ya tıkılmasından sonra nasıl bir yol takip edileceği konusunda Ankara’nın elinde koordinatları çizilmiş net bir yol haritası ve strateji bulunmadığını gösteriyor.

Eğer bu iddialar doğru ise, akmaya devam eden kanda bu şaşkınlığın da büyük hissesi var.

Eskiden beri fısıltı gazetesiyle alttan alta seslendirilip, bilhassa Ergenekon sürecinde daha da yaygın şekilde dile getirilmeye başlanan ve çok daha düşündürücü ve vahim olan bir başka iddia ise, Apo kozuna rağmen PKK’nın bitirilmeyişinin altında derin kasıtlar bulunduğu yönünde.

Bu meyanda, sıkı asker kontrolünde tutulan Apo’nun, İmralı’dan örgütü yönetmeye ve dışarıya mesajlar göndermeye devam edebilmesinin nasıl mümkün olduğu, hep kafaları kurcalayan bir soru işareti olarak bu şüpheleri güçlendirdi.

PKK ve terör fitnesinin arkasındaki dış destek işin ayrı bir vechesi; ama bu fitnenin devamında etkili olan iç faktörler hâlâ aydınlatılmış değil.

Keza silâh ve uyuşturucu ticareti ile terör eylemleri ve örgüt arasındaki bağlantıda “devlet içi çeteler”in rolü de. Bakalım, bu noktada, gizli ve karanlık ilişkilerin açığa çıkarılması açısından büyük ümitler bağlanan Ergenekon sürecinden, beklentileri karşılayacak sonuçlar çıkabilecek mi?

1999 fiyaskosundan on yıl sonra, yine Apo’nun talimatıyla Kandil’deki PKK militanlarından ve Mahmur kampı sakinlerinden bir grup, yine “barış elçisi” sıfatı verilerek Türkiye’ye gönderildi.

Terör örgütünden verilen mesajlar, “Önderliğimiz istediği için bu arkadaşları gönderiyor ve tıkanan açılım sürecini böyle açıyoruz” şeklinde.

Teslim olan grubun dokuz maddelik bir talepler listesi getirdiği de dikkate alındığında, örgütün “Gelişmelerin seyrinde belirleyici olan asıl faktör biziz, çözüm için bir şans ve fırsat daha veriyoruz” mesajı vermeye çalıştığı gayet aşikâr.

Ama işin arkaplanındaki gerçek daha farklı.

Özellikle, örgütü bugüne kadar kendi hesapları çerçevesinde Türkiye'yi zora sokmak için kullanagelmiş olan dış dinamiklerin, artık buna ihtiyaç duymadıkları yeni bir sürece girilmiş durumda.

Bilhassa, Irak’tan çekilme hazırlıkları içindeki ABD’nin, arkasında Ankara-Bağdat-Erbil üçgeninde sürekli gerginlik kaynağı oluşturacak bir PKK problemi bırakmak istemediği söyleniyor.

Konuyla bir şekilde irtibatlı olan diğer dış aktörlerin de aynı çizgide tavır alması neticesinde, örgütü tasfiye süreci hızlanmış gibi görünüyor.

Bu sürecin bize yönelik arkaplanında, Türkiye’yi bu konuda rahatlatarak, Obama ABD’sinin küresel projeleriyle uyumlu “görevler”e yönlendirme hesaplarının varlığı da işin ayrı bir ciheti.

Hafta sonu Münih’e giderken uçakta elimize geçen International Herald Tribune gazetesinde gördüğümüz Stephen Kinzer imzalı ve “Türkiye’ye yeni rol” başlıklı yazıdaki “ABD giremediği ve diyalog kuramadığı bazı ülkelere karşı Türkiye'yi devreye sokacak” mesajı bunun ifadesi gibi.

Dışişleri Bakanı Davudoğlu’nun “Dış politika hedeflerimiz Obama’nın açıkladığı yeni ABD stratejileriyle örtüşüyor” şeklindeki beyanı da.

Nitekim gelişmeler bu çizgide şekilleniyor.

Böyle olunca, yeni bölgesel dizayn projelerinde PKK’ya da; hem ona hayat veren, hem de onu bahane ederek kendi varlığını sürdüren derin Ankara çetelerine de yer olmadığı ortaya çıkıyor.

Dağdakilerin düz ovaya iniş sürecinin başlaması, bunun hayli önemli göstergelerinden biri.

Ve görünen o ki, her aktörün kendisine biçilen rolü oynayacağı bu süreç gelişerek sürecek.

Neticeleri inşaallah hayırlı olur.

21.10.2009

E-Posta: [email protected]



Abdullah ERAÇIKBAŞ

Ilgın buluşması şevk verdi


A+ | A-

Önümüzdekİ dönemin neşriyat hizmetlerinin masaya yatırıldığı Sonbahar-2009 büro ve temsilci buluşması Konya-Ilgın’da gerçekleştirildi. Hedeflenenin üstünde bir başarıyla gerçekleşen Ramazan kampanyamızın değerlendirilip, gelecek altı ayda yapılacak kampanyaların konuşulduğu toplantıda temsilcilerimizden yeni taahhütler alındı.

Grand İpek Termal Otel’de yapılan ve iki gün süren toplantıya yoğun bir katılım gerçekleşirken, temsilcilerimiz bu tür buluşmaların, yapacakları çalışmalarda moral ve motivasyonlarını üst seviyeye çıkardığını belirttiler. Toplantıda, müessemiz birim sorumluları tam kadro hazır bulunurken, açılış konuşmasını Yeni Asya AŞ Genel Müdürü Recep Taşcı yaptı. Taşcı yaptığı konuşmada, Kızılcahamam buluşması ile başlayan toplantıların gelenekselleşme yolunda olduğunu belirtti. Bu buluşmaların önümüzdeki dönemlerde de devam etmesi temennisinde bulunan Taşcı “Güzelliklere güzellik katan da bu buluşmaların her türlü masraflarının reklâmlarla karşılanıyor olmasıdır” dedi.

“2 yıldan beri sürekli olarak gerek illerde yapılan yönetim kurulu toplantılarında bölgelerden gelen teklifler, tenkitler, gerekse neşriyat kurulu toplantılarından gelen talepler, teklifler bir bir değerlendirilmeye alınmakta ve imkânlar ölçüsünde hayata geçirilmeye çalışılmaktadır” diyen Taşcı, dünyayı sarsan ekonomik krize rağmen işletme faaliyetlerinin bir aksamaya mahal vermeden sürdüğünü anlattı. Ramazan’da hediye edilen üç kitaplık setle birlikte ay boyunca yüzde yüze varan bir tiraj artışı yaşadıklarını anlatan Taşcı, bunun yüzde yirmisinin de kalıcı artış olarak satışlara yansıdığını belirtti. Basın-İlân kurumu kanalıyla gelen ilân tariflerinde de önemli oranda artış sağlandığını kaydeden Taşcı, gösterdikleri gayret dolayısıyla emeği geçen herkese teşekkür etti. Geçen Cuma gazetemizle birlikte verilen “Bediüzzaman kimdir?” broşürünün büyük bir rağbet gördüğünü belirten Taşcı, kalplerin buluşmasının önemine işaret etti.

Bütün bir yılı sezon ilân ettiklerini belirten ve “Bundan böyle altı aylık projelerle karşınızda olacağız” diyen Taşcı, önümüzdeki dönem kampanyalarını açıkladı. Altı ay boyunca hemen her ay bir hediye ile okuyucuyunun hizmetinde olacaklarını belirten Taşcı, 21 Şubat, 23 Mart ve 20 Nisan ilâvelerine ek olarak 13 Kasım’da “Said Nursî ve Demokratik Açılım” kitapçığının gazeteyle birlikte verileceğini söyledi. Taşcı, Kurban Bayramı için planlanan Kurban ve Hac ekinin yanı sıra, Aralık’taki Hastalar Risâlesi, Ocak’taki Uhuvvet Risâlesi ve Mayıs’taki Tabiat Risâlesi projelerimiz hakkında da bilgi verdi.

Ardından kürsüye gelen gazetemiz yazarı Şaban Döğen, hizmet ve gayretin önemini anlatan ve neşriyatımızın icra ettiği tesire dikkat çeken konuşması ile katılımcıların şevk ve motivasyonunu arttırdı.

Daha sonra değerlendirme yapmak için söz alan temsilcilerimiz, geçmiş kampanyada yaptıkları orijinal çalışmalardan örnekler sundular. “Başarı öyküleri”nin paylaşıldığı konuşmalarda, saha çalışmalarının önemi bir kez daha vurgulandı. Bire bir çalışmanın, yakınlara, eski abonelere, mevcut abonelerin yakınlarına ulaşmanın gerekliliği üzerinde durulan konuşmalarda kalıcı abone bulmak için hal ve kal dilinin iyi kullanılması istendi.

Değerlendirme ve müzakerelerin ardından yeni dönem taahhütleri alındı. Temsilcilerimiz taahhütte bulunmak için birbiri ile yarışırken, ekler ve kitapçıklar için yapılan taahhüt rakamlarının geçmiş dönem satışlarını yüzde yüz katladığı görüldü.

Toplantının ikinci gününde ise birim sorumluları, birimleri hakkında bilgi vererek soruları cevaplandırdı. Gazeteyi temsilen Yayın Koordinatörü Abdullah Eraçıkbaş, Risâle-i Nur Yayıncılık Müdürü Malik Atom, Neşriyat Müdürü Alaaddin Temur, Risâle-i Nur Enstitüsü Genel Sekreteri Şener Boztaş, Kitap ve Dergi Grubu Satış Pazarlama Müdürü Faik Altun ve Reklâm Koordinatörü Mesut Çoban bölümleri ile ilgili çalışma ve ileriye dönük projeleri hakkında kısa bir bilgilendirme yaparak, temsilcilerin sorularını cevaplandırdılar; talep, tavsiye ve temennilerini not aldılar.

Toplantı, başarılı temsilcilerimizin ödüllendirilmesi ve toplu bir hatıra fotoğrafının çektirilmesi ile son buldu.

21.10.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.