28 Ocak 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali OKTAY

Kâzım Karabekir Paşa’nın bilinmeyen bestecilik yönü


A+ | A-

Geçen gün medyada Kâzım Karabekir Paşa’nın bir anma programı ile hatırlandığını okumuşsunuzdur. Hatta ilk kez bu programa Genelkurmay Başkanı düzeyinde bir katılım olduğu belirtiliyordu. Kâzım Karabekir Paşa haberlerini okuyunca aklıma Paşa’nın aslında pek bilinmeyen bir yönü geldi. Sanırım bir çok kişi Kâzım Paşa‘nın bir zamanlar bir beste yaptığını, hatta anlamlı bir beste yarışmasına katıldığını duymamıştır. Bakınız nasıl?

Millî Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un yazdığı şiir, 12 Mart 1921 yılında büyük bir coşkuyla İstiklâl Marşı olarak kabul edilince, sıra artık bu marşın bestelenmesine gelmiştir. Maarif Vekâleti İstanbul Maarif Müdürlüğü’nden bir beste yarışması açılmasını ister. Kurulan komisyona 55 marş bestesi katılır. Yarışmaya katılan bestekârlar arasında kimler yoktur ki: Giriftzen Âsım Bey, Hüseyin Sadeddin Arel, Lem’i Atlı, Mustafa Sunar, Rauf Yekta Bey, Hâfız Saadeddin Kaynak, Zati Arca, Zeki Üngör, Bimen Şen -ki kendisi gayrimüslim, Ermeni bir bestekârımızdır- Suphi Ezgi, Santuri Ethem Efendi, Leyla Saz. İşte bu önemli ve ünlü bestekârlar arasında biri daha vardı ki oldukça dikkat çekmekteydi: Kâzım Karabekir Paşa.

Yarışma sonunda İstanbul Şark Musikîsi Heyeti Reisi Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi birinci olarak seçilir ve Karabekir Paşa’ya da İstiklâl Marşı beste yarışmasına katılmanın onuru kalır.

İki Damla Gözyaşı

Lise çağlarımın baş ucu tarih kitaplarıydı merhum Mustafa Müftüoğlu’nun “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” serisi. İlk kez burada okumuştum ‘O’ yürek burkan şiiri. Millî Mücadele’ye katılmış pek çok komutan İzmir Suikasti bahane edilerek emekli edilmişti. Bu paşalar emekliliğe sevk edilince ne yazık ki büyük geçim sıkıntısına uğramışlardı. Meselâ Cafer Tayyar Paşa, Beşiktaş’ta bir odun deposunda satış memurluğu yapmış, Ali Fuad Paşa yamalı pantolonla gezmek durumunda bırakılmış ve Kâzım Karabekir Paşa ise, o ıztıraplı yılları domates yetiştirerek geçirmiştir. İşte bu geçim sıkıntısının üzerine bir de hanımının hastalığı eklenince bir aile reisi için dayanılması oldukça zor bir durumla karşı karşıya kalmıştı. 15 Ocak 1928 yılında kendi yazdığı şiiri ile sizi başbaşa bırakırken, şiirin mısraları arasından dökülen ıztırabı eminim sizler de hissedeceksiniz.

İki Damla Gözyaşı

Yetmiş lira ile bir müteâkid adam

İken, ikiz kızımız da doğdu olduk tamam.

Tam bu sırada hastalık saldırdı bize

İki yavrumla anneleri diz dize

Sancılar altında kıvranıyorlardı

Hayatımın kalmamıştı artık tadı

Kalmamıştı elimde hiç satacak

Peki, ya bu hastalara kim bakacak?

Satmıştım elimde olanı

Yemiştik maziden kalanı

Düşünüyordum, iki elimde başım

Dalmışım bunalmışım. Seslendi refikam:

-Paşam! Paşam! Nedir bu ye’sin?

Nerede her günkü neş’en?

Hastalığım artar seni böyle görürsem

Bu günler de geçer üzülme sakın,

Nerede ise gelir doktorlar vakit yakın.

-Doktorlar mı gelecek dedin?

Acı, pek acı bir şeyler söyledin!

Söylemeğe bulamıyorum mecal

Verecek vizita param yok İclâl!..

Borç felâkettir şuna buna

Giremem bu tehlikeli oyuna

Yanıyordu ellerimde başım,

Cevap verdi yüksek arkadaşım:

-Dedelerimden kalma yadigâr

Bir pırlanta ile bir saatim var.

Gönderin bedestana sattırın

Bu ağır yükü benden attırın.

Taşı, saati uzattı bana

Ben de gönderdim sat salonuna

Birkaç yüz lira geldi geriye

Sıkıntıyı attık biz ileriye

Fakat refikam, döndürürken duvara başını

Gördüm iki damla göz yaşını.

Kalbimi deldi o iki damla yaş

Haksız yere idi bu çetin savaş.

28.01.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Ali FERŞADOĞLU

Savunma mekanizmaları ve sırat-ı müstakîm


A+ | A-

Kâinatın küçük bir örneği, nümûnesi olduğumuza göre; maddî-mânevî bütün unsurlar ve enerji boyutları bedenimize yerleştirilmiştir. Dolayısıyla kâinatta cereyan eden olaylar, ruhumuz ve kalbimiz, duygularımız, his ve lâtifelerimiz sürekli bir irtibat ve alışveriş hâlindedir. Kâinat büyük bir insan, insan küçük bir kainat; Kur’ân, kâinatın ezelî tercümesi; kâinat Kur’ân’ın mücessem hâlidir. Ruh/kalp, kâinat, maddî varlık ve bedenle hep bir uyum süreci içinde olmalıdır. Ruhun istikametini bulacağı yol ise, “sırat-ı müstakîm”dir.

Bediüzzaman’ın, İşaratü’l-İ’câz isimli eserinde Fatiha Sûresi’nde geçen “sırat-ı müstakîm” terimini tarif ederken ortaya koyduğu ölçüler, psikoloji ve ruh sağlığı açısından da temel kriterleri ihtiva etmektedir. Savunma mekanizmaları içinde kuvve-i gadabiyenin (öfke/savunma gücünün) istikametli, yani doğru kullanılması vasat mertebesi olarak ortaya konmaktadır. Fatiha Sûresi’nin tefsirinde yer alan bu hüküm, aslında insan hayatına ve ruhuna onu Yaratan tarafından getirilen ölçüleri ifâde eder. Savunma mekanizmaları, istikametli yolda, yani sırat-ı müstakîm üzerinde işletildiğinde pek çok problemin üstesinden gelmek, en zor durumlarla bile başa çıkabilmek mümkün.

“Sırât-ı mustakîm”, düşünce ve inançta “imân esaslarını”, fiil ve uygulamada “İslâm şartlarını”, duygu bazında “ulvî duygu”ları ihtivâ eder. Bundandır ki, en büyük, en emin, en kestirme, en kısa, en mükemmel savunma mekanizmaları “imân, ibâdet, duâ ve ihlâs” gibi şartlar ve ulvî hasletlerdir. O yüzden her an zikir ve tefekkür eder; her gün en az kırk kez bizi o yoldan ayırmaması için âlemlerin Rabbi’ne yalvarırız. Çünkü, ruhun istikameti özündedir, mâneviyata dönüştedir. Onun yolu da “sırât-ı müstakîm”dir.

Düşünce ve duygulardan gelen stres, dıştan gelen tepkiler karşısında çeşitli savunma mekanizmaları geliştiririz. Bunlar insiyakî, fıtrî, tabiî, gayr-i şuûrî ve genellikle de olumsuzdur. Bediüzzaman; insanın iç dünyasını ve dış âlemle aralarındaki alışverişi tahlil eder. Sonsuz kapasitede verilen gadap/savunma mekanizmasının “ifrat ve tefrit” denen aşırılıklarını ve “vasat” ismi verilen “orta” mertebelerini belirleyerek “sırat-ı müstakîm” üzere, yâni “orta” ve olumlu savunma mekanizmaları geliştirmenin yollarını gösterir.

28.01.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Cübbeli Hoca fazilet gösterdi


A+ | A-

Gazetemizin dünkü (27 Ocak) sürmanşet haberinde de yer aldığı gibi, çokça tanınmış bir muhterem hocaefendi, Üstad Bediüzzaman ve Risâle–i Nur'lar hakkında yeni ve son derece dikkat çekici bazı açıklamalarda bulundu.

Meşhûr olmuş lâkabıyla "Cübbeli Ahmed Hoca"nın iki radyo tarafından aynı anda yayınlanan sohbetini canlı olarak biz de dinledik.

Dinledikçe de sevindik; memnun ve mesrûr olduk.

Zira, Cübbeli Hoca, burada bir ilke imza atıyordu. Şimdiye kadar, hep başkasının sözlerinden hareketle, hep başka kaynaklardan nakiller yaparak Üstad ve Risâle–i Nur hakkında konuştuğunu, şimdi ise, ilk defa olmak üzere—itirazlara medar olmuş noktaları—kaynağından okuyarak müsbet bir kanaate vardığını itiraf ediyordu.

Bu itiraf, aynı zamanda bir fazilet gösterisiydi. Tebrikler hocam...

Bizzat dinleyerek hülâsaten tesbit edebildiğimiz kadarıyla, Muhterem Cübbeli Hocaefendi şunları da söyledi:

* "Bediüzzaman Hazretlerinin Hıristiyanlar, tarikatlar, şehitlik, İsevîlik ve Hz. İsa'nın nüzûlü hakkındaki görüşlerini tam mânâsıyla bilmiyordum. Bu konularla ilgili olarak, daha ziyade başkasının naklettiği bilgilere dayalı olarak konuştum. Kendi görüş ve kanaatim şeklinde değil, onların görüşüdür diye naklettim. Burada bir hatam varsa, özür dilerim. O nakillerin yalan yanlış şeyler olacağına ihtimal vermiyordum.

* "Şimdi ise, meselenin doğrusunu yerinden okuyarak görüyorum ki, Ehl–i Sünnet itikadına göre, Üstad'ın ifadelerinde bir yanlışlık, bir aykırılık söz konusu değil. Söylediklerinden hiçbiri, İmâm–ı Eşârî'nin tarif ettiği itikadî ölçü ve prensiplere ters düşmüyor. Hepsi de hak ve hakikat sözlerdir.

* "Demek ki, Bediüzzaman Hazretlerinin sözlerini doğru anlamak için, iyi bir muhakemeye de sahip olmak lâzım. Aksi halde, ters mânâlar çıkarılabilir, yanlış şekilde anlaşılabilir.

* "Ayrıca, şunu da gördüm ki, Risâlelerdeki muğlak veya yanlış anlaşılmaya müsait bir ifadenin izahı, bir başka Risâlede var. Bunları birlikte okuyarak değerlendirme yapmak lâzım. Dolayısıyla, medar–ı tenkit noktaları tesbit ederek, bu tarz bir izahatlar eşliğinde bir ilmî çalışmanın çok faydalı olacağına inanıyorum.

* "Netice olarak şunları söylemek istiyorum: Beni bilen, tanıyan, sohbetlerimi dinleyen, bunları kayda geçiren ve söylediklerime itibar edenlerden istirham ediyorum ki, Bediüzzaman Hazretleri hakkında şimdiye kadar aktardıklarımı nazar–ı itibara almasınlar. İstifhamların oluşmaması için, silsinler, bugüne kadar olanları yok saysınlar. Zira onlar, bana ait şeyler değil; başkasının nakil sözleriydi. Kendi görüşümü ve hükmümü bugün açıklıyorum: Üstad Hazretlerinin söz ve izahları arasında dinin esasına ve Ehl–i Sünnet itikadına ters düşen herhangi bir noktaya rastlamadım. Kendine has yorum farkıyla, söyledikleri hak ve hakikat şeylerdir."

Bir kez daha tebrik ve duâlar hocam... Fazilet gösterdiniz. Mütevazı davrandınız. Din kardeşliğinin, hakiki dostluğun ve kadirşinaslığın icabına uygun örnek bir davranış sergilediniz.

Böylelikle, hem yanlışçılara ve iftiracılara iyi bir ders verdiniz, hem de fitne kazanı kaynatanların hevesini kursaklarında hapsettiniz.

Bu yaptığınızın, münekkit ve muteriz diğer bazı hocaefendilere de örneklik teşkil etmesini diliyoruz.

Ölçülü mukabelenin hikmeti

Daha evvel, bazı televizyon programlarına çıkarak, ardından bazı cami kürsülerinden cemaate hitap ederek Üstad Bediüzzaman ve Risâle–i Nurlar hakkında Nur Talebelerini rencide edici konuşmalarda bulunan Cübbeli Ahmet Hocaya, biz de bu köşeden mukabelede bulunmuş, doğru cevapları dikkat nazarlarına sunmaya çalışmıştık.

Hizmetine ve sıfatına hürmeten, isim vermeden karşılık vermiştik.

Ayrıca, ilmî cevapların yanı sıra, mümkün olduğu kadar, aradaki tansiyonu düşürmeye ve yatıştırıcı bir üslûp kullanmaya gayret göstermiştik.

Hatta, bu noktada bazı okurlarımızın tenkidine mâruz kalmıştık; onlar, daha sert bir üslûpla mukabele etmemizi istiyorlardı.

Ne var ki, bizim bu gibi meselelerde esas aldığımız ölçüler, yine Risâlelerde yazılıydı. Oraya bakmalı ve orada ortaya konan düstûrlara riayet etmeliydik.

Biz de o hikmetli ölçü ve esaslara uyduk. Şükürler olsun, zaman bizi haklı çıkardı. Aradaki husûmet ateşinin sönmesi ve dostluk rüzgârlarının yeniden canlılık kazanması, o hakikatli düstûrlara riayetin bir tezâhürü olsa gerektir.

Bu vesileyle, 04 Ocak 2010 tarihli yazımızın sonunda naklettiğimiz hakikatli bir ölçüyü, burada bir kez daha hatırlatarak bitirelim: "Risâle–i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl–i ilim ve imansa, dost olsunlar, 'Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl–i imanla kardeşiz' deyip yatıştırsınlar." (Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s. 189.)

Akıbeti vahim olanlar

Bu dehşetli zamanda hatasını tamire çalışanların yanında, bir de hatada ısrar, hatta inat edenlere de rastlıyoruz.

Bütün sermayesini "Üstad Bediüzzaman'ın Seyyid olmadığı, dolayısıyla Mehdi olmadığı" tezine binâ edenlerin başına gelenleri, bugünlerde ibretle seyrediyoruz.

Emirdağ Lâhikası'nda (sayfa: 75) belirtildiği üzere, Bediüzzaman Hazretlerinin siyâdet ve şerâfetini tenzil ve teb'id etmeye, onun bir hikmete binâen setr ve ihfâ ile perdelemiş olduğu hakiki hüviyet ve milliyetini inkâr veya ihlâl etmeye çalışmak, kimin haddine düşmüş?

Burada açıkça bir kez daha ihtar ile ilân ediyoruz ki: Bütün hayatını imân–Kur'ân dâvâsı uğrunda harcayan Hz. Bediüzzaman'la uğraşanlar, ona düşmanlık, ya da ihanet edenler, asla cezasız kalmazlar. İki cihanda da rezil ve zelil duruma düşmekten kurtulamazlar.

Şimdiye kadar yaşanan örnekler bu hakikati teyid ve tasdik ettiği gibi, bundan sonra yaşananların da aynı hakikati tebârüz ettireceğinden şüphemiz yoktur.

28.01.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ateşin mertebeleri


A+ | A-

Abdullah Bey: “Ateş yakıcı olduğu halde Hazret-i İbrâhim’in (as) ateşte yanmamasının hikmeti nedir?”

Kur’ân-ı Kerîm gerçekleri bildirir. Hazret-i İbrâhim Aleyhisselâm’ın Nemrut ve adamları tarafından ateşe atılması ve Allah’ın ateşe olan emri Kur’ân-ı Hakîm’in bildirdiği haberlerdendir. Nemrut düşmanlık yapmış; Cenâb-ı Hak da “Halîl”ini korumuştur.

Hazret-i İbrâhim (as), Nemrut ve adamları karşısında dimdik bir duruş sergilemişti. Onlara, yapa yalnız olmasına rağmen, inandığı doğruları apaçık, dosdoğru, eğip bükmeden, kırılıp dökülmeden söyledi. Ama onlar yola gelecek cinsten değillerdi. Gözlerini zulüm ve ölüm bürümüştü. Hazret-i İbrâhim’e (as) tahammülleri kalmamıştı. Vücudunu ateşte yakarak ortadan kaldırmaya karar verdiler. Büyük bir hazırlığa giriştiler. Bir ay boyunca odun topladılar, dağ gibi yığdılar. Ateşi gören hâkim bir noktaya da mancınık kurdular.

Bu esnada melekler, “Yâ Rabbi, Senin dostun ateşe atılıyor! Bize izin ver de yardım edelim!” diye yalvarıyorlardı. Hazret-i İbrâhim (as) ise, yalnızca Allah’a güveniyor, ‘Hasbünallâhi ve ni’me’l-vekîl’ (Bize Allah yeter! O ne güzel Vekîl’dir!)” diyordu.

Ateşler yakıldı, odunlar tutuşturuldu. Azgın alevler ortalığı kasıp kavurmaya başlamıştı. Hazret-i İbrâhim (as) mancınığın üzerinde ateşin gökleri tutan alevleri ortasına bırakılıverdi.

Oysa ateş, Allah’ın, “Ey ateş! İbrâhim üzerine soğuk ve selâmetli ol!”1 emrine muhatap olmuş; sînesini bir ana kucağı gibi açmış ve Hazret-i İbrâhim’in (as) kucağına inişini bekliyordu. Hazret-i İbrâhim (as) ateşin kucağına indiğinde ise ateş artık serin ve selâmetli bir hal almış bulunuyordu. Ateş, Hazret-i İbrâhîm’i yakmadı.

Ateş, derhal Allah’ın emrine boyun eğmişti. Ateş Allah’a itaatkârdı. Ateş, tabiatına aykırı olan bu fiiliyle, emirle hareket ettiğini bütün dünyaya göstermişti.

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, ateşin bu halini üç latif işâretle tefsîr eder:

Birincisi: Tabîata bağlı diğer maddeler ve sebepler gibi, ateş de kendi keyfiyle değil; emir altında hareket ediyor ki, ona “Yakma!” diye emrediliyor, o da yakmıyor. Emre boyun eğiyor.

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, “bürûdetiyle”, yani “soğukluğuyla” yakıyor. Cenâb-ı Hak sıcaklığı ile yakan ateşe “kûnî berden”, yani “soğuk ol!” diye emrediyor. Fakat hemen ardından, soğukluğu ile yakan ateşe de “selâmen” diye emrediyor ki, soğukluk da yakıcı bir tesir göstermesin ve ateş hem sıcak özelliğinden, hem soğuk niteliğinden arınsın ve “esenlikli” olsun. Öyle ki tefsîrlere göre, “selâmen” emri olmasaydı ateş soğukluğu ile yakacaktı.

Ateşin “soğukluk” mertebesi hem ateştir, hem “berddir”, yani soğuktur. Ateşin “nâr-ı beyzâ” (beyaz ateş) denilen bu derecesi, sıcaklığı etrafına yaymıyor; etrafındaki sıcaklığı kendisine çekiyor, yani sıcaklığı emiyor. Meselâ, suyu donduran şey, işte böyle soğuk ateştir; suyu soğukluğu ile yakıp donduruyor. Yine meselâ kıştaki “zemherîr”, soğukluğu ile yakan bir ateş nevidir. Ateşin bütün derecelerine sahip olan Cehennem içinde de, “zemherîr” derecesi vardır.

Üçüncüsü: Nasıl ki Cehennem ateşine karşı “eman” ve kurtuluş verecek “îmân” gibi bir mânevî madde ve “İslâmiyet” gibi bir zırh var ise, dünyevî ateşten de kurtaracak bir maddî madde vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak Hakîm’dir, bu dünya ise hikmet yurdudur. Nitekim ateşin, Hazret-i İbrâhim’in (as) ne cismini, ne gömleğini yakmayışı bize bir kapı açıyor. Bu haberin işâretiyle bu âyet insanlara mânen diyor ki: “Ey İbrâhim Milleti! Siz de İbrâhîm gibi olunuz. Tâ ki, gömlekleriniz ateşe karşı hem dünyada, hem âhirette bir zırh olsun. Rûhunuzdaki îmân, Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi; dünya ateşine karşı da zırh olabilecek bir madde yer altında vardır. Cenâb-ı Hak sizin için hazırlamıştır. Arayınız, çıkarınız ve giyiniz.”

İşte, insanlığın şu son asırda keşf ettiği ateşe dayanıklı “amyant gömlekler” bu âyetin işâretinden bir sır taşıyor. İnsanlık, Kur’ân’ın işâret ettiği gibi, ateşe dayanıklı gömleği dünyada bulmuş ve giymiştir. İnsanlığın dünyevî basîretini kucaklayan Kur’ân istiyor ki, insanoğlu aynı basîretle Cehennem ateşine dayanıklı olan “îmân elbisesini” de elde etsin ve kendisini âhiret ateşinden de uzak tutsun.2

Bedîüzzaman Hazretleri, yazın şiddetli sıcağında nâzik bitki yapraklarının havada aylarca esenlik içinde kalmasını ve yanmaktan korunmasını da bu âyetle irtibatlandırır. Nazlı ve ince yaprakların, ateş saçan hararete ve kavurucu sıcaklara karşı, İbrâhîm Aleyhisselâm’ın birer âzâsı gibi “Yâ nâru kûnî berden ve selâmâ” yani (Ey Ateş, serin ve selâmetli ol!) âyetini okuduklarını, bu İlâhî emrin tasarrufuyla güneşin yakıcı hararetinden korunduklarını beyan eder.3

Dipnotlar:

1- Enbiyâ Sûresi, 21/69

2- Sözler, s.237

3- Sözler, s. 13

28.01.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Iskartaya çıkmamak!


A+ | A-

Sondan evvel olsa da hâlâ hayat sürüyor.

Geçip gitmiş günlere bir bedel ödeniyor. Mukabilinde de bir şey alınıyor; bir şey!

Tecrübe.

Değmez mi?

İnsanlar özel, tüzel kurumda; sanatta, ticarette, tarımda çalışırlar, işlerler; bazen millet olurlar, bazen millete vekil; her ne hâl olursa olsun böyle gider bir ömür. Yaşanıyor, yaşatılıyor, çok şeyler paylaşılıyor.

Sonra?

Sona varıp emekli olunuyor. Bunlara, bir başka söyleyişle, “mütekâid” deniyor. Küpler bilgi doluyor.

Emekli, “emek vermiş” demektir. Bilgidir, görgüdür, olayları görmedir; yani, birikimdir.

Geçmişte elde edileni, ellere vermek gerek. Bunları paylaşmayı bir vazife bilerek.

Emeklinin emeğini arz etmesi bitmez ki. Dün fiîlen gördüğünü bugün fikre dökmeli, hayatla bütünleşmeli.

Ne yâni!

Bir köşede küflenmek bize yaraşır şey mi? Mutlaka yapılacak bir şeyler, belki çok şeyler vardır.

Emeklilik, bir bakıma “âhir gençlik” demektir; ama, gençlere benzemeden!

Biliyoruz, birçok kıymet tekrar döndü hayata. Örnekleri çok bunun. Mesela:

Nerede bir hizmet varsa, O. Bedrettin orada! Siyasette, diyânette, dirâyette, eğitimde, toplumda, gazetede, yayında, panelde, konferansta…

Yorulmayan bir nefes, heyecan dolu bir ses.

Saygı değer ağabey Ankara’nın Ergül’ü, Batıkent’in de gülü.

Moral pompalamakla geçen semere dolu yıllar… Çok şeyleri gördük ondan, çok şeyler kaldı dünde.

İşte, sana bir emekli örneği!

Yukarıdaki sayılanlar, “tekâüd”lükten sonra.

Demek ki, oluyormuş!

Daha başka, başkalar… Birçok örnek kişiler…

Emeklilik ıskartaya ayrılmak, çaptan düşmek değil ki. Bilâkis; bir kıymet manzumesi yani lüb, lüb.

Sözün azı, işin özü onlarda.

Bunların kadrini kıymetini bilmeli, bu güne ulaştıran Allah’a şükretmeli. Elden gelen ne ise hizmete arz etmeli. Doğrusuyla yanlışıyla dünü dünde koyarak, yarına meyletmeli.

Elde kalan sermayeyi hizmette tüketmeli.

Hem canına “can” gelir, hem ruha heyecan verir. Çünkü, hareket ve faaliyet hayatın emaresi. Madem hakikat budur:

Karıncadan geri kalmak câiz mi?

Kımılda tekâüdüm, kımılda.

Aksi hâlde, cenk edersin hanımla!..

28.01.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Hangi “plan”?


A+ | A-

Türkiye’de krizlerin üstü örtülüyor. “Darbe ifşaatları”yla demokratikleşmenin ikinci plâna itildiği bir garâbet yaşanıyor. Tablo ortada. Başbakan Erdoğan, Tekel işçilerinin eylemlerini eleştirirken “milletin bize emânet ettiği kasayı soydurtmayız” deyip, bankaların, yabancı sermayenin “sıcak para” ve faizle başka ülkelerin yüz katı rantları gözardı ediliyor.

Bir yıl içinde dökülen “duble yollar”ın her 30-40 kilometresinin ve her viyadükün bitiminde yeniden yapılan “açılış törenleri”nde olduğu gibi, polemikli politik nutuklarla, çarpıtmalarla kamuoyunu oyalanıyor. Zamlarla, yüzde 60’ları, 70’leri geçen vergilerle “teğet” geçmeyen ekonomik kriz ve azan pahalılığı nazarlardan kaçırılıyor.

Türkiye en pahalı akaryakıtı tüketen ülke. 100 lira alınan mazotta 67 lira vergiye gidiyor. “1.5 milyon kredi kartı borçlusu var; hükûmet borcu ödemeleri için sürekli süreyi uzatıyor. İşsizlik resmen yüzde 13’lerde ama gerçek işsizliğin yüzde 20’leri aştığı ve 7 milyonu bulduğu ilgili kuruluşlarca açıklanıyor. Tarım öldürülmüş. Tütün ve şeker sektörü, Derviş’in “15 günde 15 yasa”sıyla yabancı sermayeye peşkeş çekilmiş, özelleştirmelerle peşkeşe devam ediliyor…

İlhan Kesici’nin Meclis’teki bütçe görüşmelerinde verdiği bilgiye göre, 2010 yılı bütçesinin 57 milyar doları faize gidiyor ve 50 milyar doları açık veriyor. Böylece 287 milyar dolarlık bütçenin 107 milyarı, yani yüzde 40’ı daha baştan boşa harcanmış.

AKP’nin 7 yıllık döneminde 260 milyar dolar faize gitmiş. Bu rakam 60 adet GAP’ın ana umdesi Atatürk Barajının sökülüp yurt dışına gönderilmesi anlamına geliyor…

“DEMOKRATİKLEŞME”

GERİ PLÂNA İTİLİYOR

Diğer taraftan özel sektörün borcunu azalttığı, Türkiye’nin IMF borcunu ödediği gibi iddiaların da altı boş. Daha önce 43 milyar dolar olan özel sektör dış borcu yüzde 300 artmış, 177 milyara ulaşmış.

Türkiye’nin grubunda bulunduğu 1 milyar 300 milyon nüfusa sahip Hindistan yüzde 5.4, 1.5 milyarlık Çin, yüzde 9 büyüme kaydederken; Türkiye ekonomisi, her defasında küresel ekonomik krizin merkez üssü olarak gösterilen ABD’nin birkaç katı yüzde 6.5 küçülmüş.

Bir yıl içinde çarşıda-pazarda yüzde yüzlere varan zamlara, ek vergilere karşı, Başbakan, hükûmetin memura yüzde 5, emekliye 60 lira verdiğini söylemekle geçiştiriyor. Geçen yılki yüzde 1.8 maaş zammından sonra yüzde 4.6 zammı artışa örnek gösteriyor.

Kısacası, ekonomik krizin büyüme seyri Türkiye’yi şiddetle sarsıyor. Öylesine ki en son uğradığı bir taksi durağına uğrayan Başbakan, işsizlikten köye dönmek isteyen taksiciye “inek alma” sözü veriyor…

SORU İŞARETLERİ ARTIYOR

Bütün bunların yanında, yeni demokratik anayasa, yargı reformu, siyasetin demokratikleşmesi, demokratik eğitim, temel hak ve hürriyetler erteleniyor…

Ne AKP’ye “mağduriyet”le yüzde 10-15 oy getirdiği belirtilen gece yarısı “27 Nisan e- muhtırası”, ne Başbakan’ın “mezara kadar benimle sır olarak kalacak” dediği bu muhtırayı veren Genelkurmay Başkanı’yla Dolmabahçe’de başbaşa 1.5 saat süren görüşmesi. Ne ard arda patlatılan Başbakan’ın tanımlamasıyla “kirli plânlar” ve “karanlık senaryolar…” Hiçbiri aydınlanmadan sorular ve sorunlar üstüste birikiyor.

Soru işâretleri gün geçtikçe çoğalıyor. O denli ki “acaba bir ‘senaryo üretim grubu’ mu bütün bunları uydurup servis yaparak gündemi işgal ediyor?” istifhamları artıyor. En iyimser çevrelerde bile “Demokratikleşme’ ve ‘açılım’, bu taktikle ters yönden sabote mi ediliyor?” endişesi baş gösteriyor…

Ve bütün bu hayhuy ve muammanın ortasında Erdoğan, “Kimse bize gaz vermesin, biz ne yapacağımızı çok iyi biliyoruz; biz daha yola çıkmadan plânımızı yaptık, bu işler hukuk içinde olur!” diye sözde “yandaş medya”ya yükleniyor…

Peki, Başbakan’ın millet nezdinde sürekli vurguladığı ve AKP iktidarının en iddialı olduğu, “yeni demokratik anayasa,” gündeme gelip gelmeyeceği belirsiz “mini paketler”le geçiştirildiğine, “demokratik açılım” sıradan birkaç yetersiz yasaya ve komisyona indirgendiğine göre, Başbakan’ın ve AKP’nin “hukuk içindeki ‘plânı” ne?

Yedi yıl önce “Âcil Eylem Plânı”nda, seçim bildirgelerinde ve hükûmet programında millete taahhüd edilenlerin kaçtan kaçı yapıldı ki Başbakan hâlâ “plân” ve “program”dan bahsediyor. “Hukuk içinde ‘plân” varsa neden bekletiliyor?

28.01.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Cinnet manzaraları


A+ | A-

Gazeteleri kirleten “3. sayfa haberleri”ne bakılırsa, öncelikleri tesbit ederken hata yaptığımız akla geliyor. Gün geçmiyor ki akla ve hayale gelmez hadiseler yaşanmasın. Cinayet, intihar, soygun, kap-kaç gibi çirkinliklere ‘cinsel suçlar’ eklenmiş durumda. Maalesef, hatırlatmaktan hicap duyduğumuz çirkinlikler yaşanıyor ülkemizde.

Yayınlarıyla böyle çirkinliklere dolaylı olarak da olsa zemin hazırlayan bazı “büyük gazete”ler de bu haberleri “Memleketimden cinsellik manzaraları” başlığıyla duyurup güya tehlikeye dikkat çekmişler.

Maalesef ve maalesef geçmiş yıllarda “şehir efsanesi” gibi akla uzak görülen bazı hadiseler artık ülkemizde de yaşanıyor. “Batılı tasvir, safi zihinleri idlal eder” prensibi gereği bu haberleri duymamak ve duyurmamak gerekir, ama Türkiye’yi idare edenlerin dikkatini bu konuya çekmek için akla kapı açmak da gerekiyor. Gazete sayfalarını kirleten habere göre bir üniversite öğrencisi büyük bir şehirden ailesinin yanına dönerken otobüsün mola verdiği dinlenme tesisinin tuvaletinde bir bebek dünyaya getirmiş. Öğrenci anne, “utandığı için” olsa gerek, bebeği tuvaletteki “çöp kutusuna” bırakmış. Ağlama sesi üzerine bebek bulunup hastaneye kaldırılmış. “Anne” olduğu tartışılan öğrenci de gözaltına alınarak başka bir hastahanede tedavi altına alınmış. (Hürriyet, 26 Ocak 2010)

Ah, keşke böyle bir hadise hiç yaşanmasaydı, ya da ilk ve de son olsaydı. Ne yazık ki ilk değil, dua edelim de son olsun. Fakat ciddî tedbir alınmadığı sürece bu ve benzeri çirkinliklerle karşı karşıya kalacağımız görülmüyor mu?

Haberi ilk duyduğumda hakikaten üzüldüm ve gayr-ı ihtiyarî olarak, “Böyle çirkinliklerin yaşandığı bir ülkede, ekonomi, ticaret ve sanayi problemsiz olsa ne fayda?” demekten kendimi alamadım. Bu vesile ile Türkiye’yi idare edenlere de aynı hakikati hatırlatmak gerek: Lütfen önceliği sosyal ve ahlâkî konulara verelim! Milletin imanı selâmette olmadığı şartlarda, diğer konuların sağlam olması hem mümkün değil, hem olsa da bir kıymet ifade etmez!

Müstehcenlik gibi bir belâ ve musîbet başımızda varken hâlâ gençlerin bu yola sevk edilmesine nasıl müsaade edilir? Uzmanlar da her defasında ikaz ediyor: Mevcut haliyle televizyon yayınları, internet ve gazeteler; başta gençler olmak üzere bütün bir aileyi, milleti ve dolayısıy- la ülkeyi tehdit ediyor. Müstehcen yayınlar başta olmak üzere kumar, şans oyunları ve benzeri alışkanlıklar teşvik edilmemeli.

Bediüzzaman’ın Talebelerinden merhum Zübeyir Gündüzalp’in “Teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması gerekirdi” sözüyle ifade ettiği müthiş bir tehlike ile karşı karşıyayız. Gerçekten de bu çirkin haberleri duyan ve “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyen ‘insan’ olabilir mi?

İfsat şebekelerinin tuzağına düşen gençlerin bu belâ ve musîbetlerden korunması için Allah’a sığınalım, dua edip yalvaralım ve elden gelen diğer tedbirleri de gecikmeden alalım. Aksi halde tedbir almakta da geç kalmış oluruz...

28.01.2010

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

İstanbul Forumundan Londra Konferansına


A+ | A-

Önceki gün Türkiye’de tamamlanan Türkiye-Pakistan-Afganistan zirvesinden sonra, bugün Afganistan’ın geleceğinin belirlenmesine yönelik Londra Konferansı toplanıyor. Bu toplantıya İstanbul Forumu’na iştirak eden ülkelerin tamamı katılıyor. İstanbul’daki toplantıda Taliban’la uzlaşmaya varılması, Afganistan’da güvenliğin Afgan güçlerine devredilmesi ve bu amaçla Afgan polisinin Türkiye tarafından eğitilmesi, ekonomik alanda işbirliği yapılması kararlaştırılmıştı.

Şimdi Londra Konferansı’nda bu kez BM ve NATO temsilcileri de üst düzeyde temsil ediliyor. Bu toplantıda Afgan güçlerinin güvenlikteki rolünün arttırılması, Taliban mensuplarının topluma entegrasyonu sorunu, müttefiklerin ordu ve polis mensuplarının eğitimi ve ülkenin yeniden yapılanması konusundaki taahhütlerini yerine getirmeye teşvik edilmesi amaçlanıyor. Yine bu toplantıda ülkedeki yolsuzlukların önlenmesi ve malî yönetimin iyileştirilmesine yönelik tedbirler de tartışılacaksa da, yolsuzlukların asıl kaynağı olan Karzai’nin katıldığı bir toplantıda bu soruna nasıl çözüm bulunacağı meçhul.

İstanbul toplantısının önemi; özellikle Afgan Taliban’ına destek verdiği ileri sürülen Pakistan lideri ile Afganistan liderini yakınlaştırma çabasına sahne olmasıydı. Afgan yönetimi, Pakistan’ı, ABD öncülüğündeki müttefiklerin ülkeden çekilmesinden sonra, Hindistan’a karşı kullanmak üzere kendi nüfuzu altında bir Afganistan yönetimi oluşturmaya çalışmakla suçluyor. Bu sebeple iki ülke arasında gerginlik var. Zerdari ile Karzai’nin İstanbul buluşmasında Cumhurbaşkanı Gül, iki tarafı yakınlaştırma gayreti sergiledi.

Gerek Londra Konferansı gerekse İstanbul Forumu’nun Karzai için önemi, seçime hile karıştırması ve kurduğu kabinelerin sürekli mecliste veto edilmesi yüzünden yerlebir olan meşruiyetini güçlendirme fırsatı sağlaması.

Londra Konferansı’nda, Taliban mensuplarının silâh bırakarak topluma kazandırılması projesinin ayrıları konuşulacak. Ancak bu projenin başarılı olma şansı bize göre çok düşük. Bunun iki sebebi var. Birincisi; Taliban mensupları örgütlerini terk edip, sivil hayata dönme konusunda isteksizler. Bunda örgütün disiplin yapısı, silâh bırakanların can güvenliğinin garanti edilememesi gibi hususlar rol oynuyor. İkincisi; Pakistan’ın Taliban’a desteği bütün çabalara rağmen sürecektir. Taliban’a meşrû siyaset yapma imkânı sağlanmadıkça ve bütün yolsuzlukların kaynağı olan Karzai hükümeti devre dışı bırakılmadıkça Taliban’ın silâh bırakması imkânsızdır. Bu arada el Kaide’nin Afganistan’daki varlığı da bu ülkede çatışmaların sona ermesi önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. Bu arada BM’in barış görüşmelerine katılmaları için bazı Taliban mensuplarını terörist listesinden çıkarmayı düşünmesi olumlu bir gelişmedir.

Londra Konferansı’nın başarılı olması için Batılı ülkelerin Afganistan’daki askerlerini arttırmak yerine, ülkenin yeniden inşasına katkıda bulunacak sivil güçleri ve imkânları bu ülkeye göndermesi, bu konuda TİKA aracılığıyla ülkenin imarına önemli katkılarda bulunan Türkiye’yi örnek alması daha yararlı olacaktır. Afganistan’da siyasal uzlaşmanın sağlanmasında, bütün tarafların güvenine sahip olan Türkiye’nin arabuluculuğu, diğer ülkelerden daha verimli sonuçlar doğurabilir. Ancak bütün bu güzel çabaları gölgeleyen bir gerçek var: ABD’nin Afganistan’da bulunma sebebi –el Kaide’yi ortadan kaldırmaktan değil, enerji yollarını kontrol altında tutmaktan söz ediyoruz- ortadan kalkmadıkça, Afganistan’da savaş bitmez.

28.01.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Allah: Sadece savaşta mı?


A+ | A-

Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay karargâhında ilk kez yapılan ve—dayandırıldığı temele yönelik eleştirilerimiz olsa dahi—bu yönüyle takdire şayan olan “Kâzım Karabekir’i anma” programının ardından, gündemdeki balyoz darbe planıyla ilgili olarak yaptığı değerlendirmeler içinde en çok “Allah Allah diye taarruz eden bir ordu nasıl olur da Allah’ın evi olan camiyi bombalar?” sözü dikkat çekti.

Bu tepki, söz konusu iddialara TSK adına verilmesi gereken bir reaksiyon ve infialin ifadesi.

Millet, “Peygamber ocağı” olarak görüp bağrına bastığı ve mensuplarını Peygamberimizin (a.s.m.) adına izafeten “Mehmetçik” olarak isimlendirdiği ordusundan böyle bir tavrı bekliyor.

Ancak mesele, “cami bombalama” iddiasına eksenli ve onunla sınırlı böyle bir çıkışla bitmeyecek kadar derin ve kapsamlı boyutlar taşıyor.

Bir taraftan askerî talimatnamelere taarruzların “Allah Allah” diye yapılmasına dair maddeler yazılır ve donanmadaki gemilerin en yüksek direğine Kur’ân-ı Kerim konurken, diğer taraftan TSK adına bu mânâlarla bağdaşmayan görüntüler verilmesi, problemin temelini teşkil ediyor.

Konuya “uzak” ve yakın tarihten ve günümüzden bazı örneklerin ışığında bakacak olursak:

Meselâ “Dindar” Mareşal Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanı iken birçok yerdeki camiler ot deposuna çevrilip o şekilde kullanılmadı mı?

CHP’nin tek parti döneminde belki camiler bombalanmadı, ama meselâ Ayasofya Camiinin müzeye dönüştürülmesi sürecinde, minarelerini de havaya uçurma planları gündeme gelmedi mi?

28 Şubat sürecinin başlamasından bir yıl önce Jandarma Genel Komutanlığının genelgesiyle, kışlalarda yeni cami yapılması yasaklanmadı mı?

Osmanlı paşaları adlarına inşa ettirdikleri camilerle anılırken, Cumhuriyet dönemi komutanları, laiklik ve çağdaşlık adına camiye mesafeli, hattâ uzak bir duruşa konumlandırılmadı mı?

Rütbeli subayları camide cemaatle birlikte namaz kılmaktan alıkoyan ağır psikolojik baskı hâlâ devam etmiyor mu? Yakın tarihlere kadar, şehit cenazelerinde bile generaller namaz kılmaktan imtina edip cami avlusunun bir köşesinde dizilmiş halde beklemeyi tercih etmediler mi?

Kadınlarımızın büyük çoğunluğunca “dinin bir emri” olarak takılan başörtüsüne karşı, adı türban olarak değiştirilmek suretiyle TSK adına ortaya konulan ve yıllardır sürdürülen dışlayıcı ve yasakçı tutumda ısrar edilmesinin sebebi ne?

Gerek balyoz planının, gerek BÇG’nin, gerek EMASYA protokolünün kilit ismi olarak gündemde olan e. Org. Çetin Doğan’ın 1. Ordu Komutanlığı dönemindeki marifetlerinden birinin de, askerin eğitimi için hazırlanan bir kitaptan hadis-i şerifleri ve dinle ilgili ifadeleri çıkarttırmak olması ve karargâhın o konuda Doğan’a boyun eğmesi (Zaman, 26.1.10) ne anlama geliyor?

(Bu haber bize 19.8.94 tarihli yazımızı hatırlattı. Orada—2007 YAŞ’ında orgeneralliğe yükseltilip KKK Eğitim ve Doktrin Komutanlığına getirilen—Kara Kuvvetleri Komutanlığı Okullar Daire Başkanı Tuğg. Erdal Ceylanoğlu’nun orta dereceli askerî okul komutanlıklarına gönderdiği bir gizli emirle, Gazalî, Erzurumlu İbrahim Hakkı, İbn Haldun, Ali Fuat Başgil ve Şerif Mardin’in kitaplarını “yanlış yönlendirici ve zararlı” oldukları gerekçesiyle yasaklamasını eleştirmiştik. Bkz. Ordu ve Demokrasi kitabımız, s. 96-7)

Sayısı maalesef çok daha fazla arttırılabilecek olan bu örnekler, Genelkurmay’ın—TSK’nın değil!—dinle ilişkisinde son derece ciddî sorunlar bulunduğu acı gerçeğini gözler önüne sermekte.

“Vicdansızlar”a yönelik “Lânetliyorum” tepkisinde “ordunun tümü”nün sözü edilen iddia ve suçlamalara hedef yapılmasından rahatsızlığını dile getiren Başbuğ’un infialinin yerini bulması için, bu yanlışların bir an önce düzeltilmesi şart.

“Allah Allah” nidalarıyla ifade edilen mesaja sadece savaşta değil, hayatın her safhasında ihtiyacımız var. Bu, ordu mensupları için de geçerli.

28.01.2010

E-Posta: [email protected]



İslam YAŞAR

"Bu yazıyı benim mahir bir talebem yazmıştır"


A+ | A-

“Afyon hapsi benim için bir Yusufiye Medresesi oldu. Hapishanede Kur’ân harflerini öğrendim ve yazı yazmaya başladım. Tecvidi öğrenerek Kur’ân okumayı ilerlettim.”

Bir Medrese-i Yusufiye talebesinin ifadesi bunlar.

Mustafa Acet, gençlik yıllarında Said Nursî ile birlikte girdiği ve ‘Kader-i İlâhînin bir rahmeti’ addettiği hapishanenin, hayatının akışı üzerindeki tesirini böyle anlatmış.

Söyledikleri ayniyle vaki.

1924 yılında Emirdağ’da doğduğunda, memleketin içinde bulunduğu şartlar insanı hayata hazırlamaya pek müsait değildi. Devlette düzen, millette mutluluk, cemiyette huzur yoktu.

Her yer gibi Emirdağ’da da her şey karmakarışıktı. Okullarda yapılan resmî ideolojiyi methetme ve bazı devlet adamlarını tabulaştırma tahşidatı; onu ne mânen tatmin etmiş, ne de geliri ile hayatını idame ettireceği bir meslek sahibi yapmıştı.

Onun için ekser akranı gibi Mustafa da ailesinde gördüğü terbiye sayesinde yanlış yollara sapıp hayatını karartacak hadiselere karışmadı ve ailenin günlük işlerine yardım ederek büyüdü.

Zamanı gelince askere gitti ve yıllarca askerlik yaptı. Fakat zaman aynı hareketlerin tekrarından ibaret olan talimlerle, fiilî meşakkatlerle ve malayânî meşguliyetlerle geçtiğinden asker ocağında da hayatta lâzım olacak pek bir şey kazanmadı.

Askerden döndükten sonra, Emirdağ’da bir iş yapma arayışı içindeyken akrabası Ceylan Çalışkan, zamanını değerlendirmesi için ona Risâle-i Nur’dan bahsetti ve bazı kitaplar verdi.

Risâleleri okuyunca eserlerin tesirine ve müellifinin üslûbuna hayran kalan Mustafa ondan yeni kitap istedi. Ceylan, verdiği risâleleri tekrar tekrar okuduğunu görünce onu Bediüzzaman’ın yanına götüreceğini söyledi.

Günlerce Said Nursî’nin huzuruna çıkacağı günü bekleyen Mustafa, Ceylan’la birlikte onun evine gidip odasına girdiğinde heyecandan ne yapacağını bilemeyecek hâldeydi. Elini öpünce biraz sakinleşti ve yere diz çöküp sükûnet içinde verdiği dersi dinledi.

Bu ziyaret onun Bediüzzaman’a hayranlığını ve Risâlelere ilgisini arttırdı. Günlük işlerin ve meşguliyetlerin dışındaki zamanını risâle okuyarak ve Üstadına hizmet ederek geçirmeye başladı.

Bediüzzaman’a ve talebelerine reva görülen şiddetli baskının yanı sıra ânî baskınlar yaparak ona yakın olan herkesi yakalayıp karakola götüren emniyet mensupları, bir baskın sırasında kendilerine ihbar edilen Terzi Mustafa’yı bulamayınca onun yerine Mustafa Acet’i götürdüler.

Sadece isim benzerliğinden dolayı karakola götürülmesine ve günlerce işkence edilip sorguya çekilmesine bir mânâ verememekle birlikte fazla itiraz etmedi. Birkaç gün sonra Said Nursî ve talebeleri ile birlikte Afyon Hapishanesi’ne sevk edildi.

Bu hadiseleri kaderin tecellisi sayan ve pek üzülmeyen Mustafa, hapishanede ilk günlerin yabancılığını atlatıp hâle âşinâ olduktan sonra, Nur Talebelerinin verdiği Kur’ân derslerine iştirak etti.

Önceden hiç bilmemesine rağmen kısa zamanda Kur’ân harflerini ezberledi, heceleri söktü ve okumaya geçti. Ardından tecvit dersleri aldı. Sesi de güzel olduğu için Kur’ân-ı Kerim’i makamlı bir şekilde okumaya başladı.

Kur’ân okumayı öğrendikten sonra yazma safhasına geçti. Eli güzel yazıya yatkın olduğu için bir yandan risâle istinsah ederken diğer yandan bazı âyetleri, sûreleri yazarak hattını da hızla geliştirdi.

Bunlarla iktifa etmedi. Üstadının hapishâneye verdiği Medrese-i Yusufiye vasfını hayata geçirmek istercesine, hoca sıfatlı bazı Nur Talebelerinden adab-ı muaşeret, ilmihâl; bazılarından da fıkıh, akaid dersleri aldı ve kendini her hususta yetiştirmeye çalıştı.

Bunun yanı sıra zindana atılmak, falakaya yatırılmak pahasına, fırsat buldukça Said Nursî’nin yanına gidip hizmetlerini görerek veya hapishânede, mahkemede hâllerini, hareketlerini dikkatle takip edip sözlerini dinleyerek onun her hâlinden hayatî dersler çıkardı.

Meselâ, o güne kadar namazların çoğunu vaktinde kılmazken; Bediüzzaman’ın bir muhakeme esnasında namaz vaktinin geçmek üzere olduğunu anlayınca hakimden namaz kılmak için müsaade istediğini, o vermeyince “Biz namazın hukukunu müdafaa için burada bulunuyoruz. Başka bir suçumuz yoktur” diyerek namazını kıldığını görünce, namazlarını vaktinde kılmaya itina gösterdi.

Said Nursî’nin metanetine, cesaretine, şefkatine, merhametine ve daha nice hârika hâllerine şahit olup Risâle-i Nur’u okudukça, bütün milletin, hassaten gençlerin onlardan ders almaya muhtaç olduklarını gördü.

Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde yaptığı müdafaada “Benim gibi milyonları aşan Türk gençliğinin imanlarını kurtarıp vatana nâfi birer uzuv olmaları için Üstadımı ve Risâle-i Nur’u daima serbest bırakınız. Risâle-i Nur’a ihtiyacımız, kapalı zindanda kalmış bir kimsenin havaya ve zifiri karanlıkta bulunan bir adamın ziyaya ve çölde aç, susuz kalmış bir insanın suya, gıdaya ve denizde boğulmak üzere bulunan herhangi bir kimsenin cankurtaran gemisine olan ihtiyacından binlerce derecede daha ziyadedir” diyerek bu kanaatini resmî sıfat taşıyan insanların huzurunda açıkça dile getirdi.

Böylece Afyon Hapishânesinde kaldığı on bir aylık zaman içinde, normal şartlarda her türlü imkânı hâiz olsa da on bir yılda kazanamayacağı bilgi, görgü, kabiliyet, maharet sahibi oldu.

Cahil olarak girdiği hapishâneden âlim bir san'atkâr olarak çıkan Mustafa Acet, orada öğrendiği bilgiler ve kazandığı maharetler sayesinde Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı olarak Emirdağ’da imamlık yapmaya başladı.

Bütün bunların, ‘Üstadla bir olmanın, ona gönülden hizmet etmenin ve Risâle-i Nur’u okumanın, sadece dünyada görülen küçük bir meyvesi’ olduğunu bildiğinden hizmetlerine daha büyük bir gayret gösterdi. Bediüzzaman da onu kardeşi ‘Abdülmecid hükmünde’ hizmetine kabul etti.

Mustafa, imamlık vazifesini ifa ettiği Çarşı Camii’nin asma kattaki mahfelinde, Üstadı için küçük bir inzivâ ve ibadet menzili yaptı. Bundan haberdar olan kaymakam yıktırıncaya kadar, zaman zaman oraya gelip ibadetle, zikirle evradla meşgul olan Said Nursî de namazlarda onun imametine ittiba etti.

Bazen namazdan sonra onunla birlikte kırlara gitti ve risâlelerin telif, tashih, istinsah çalışmalarına yardım etti. Yolda gidip gelirken de ona çevrede yaşanan hadiseler hakkında bilgi verdi.

Bir gün söylediği bazı sözlerden dolayı eski hocası Hüseyin Efendi’yi şikâyet etmeye kalkınca Üstadı hiddetlendi. Böyle hadiselerde her zaman yaptığı gibi ‘O benim kardeşimdir. Sen benim kardeşimle aramı mı açacaksın?’ diye azarlayarak konuşmasına fırsat vermedi.

O, şartlarına hassasiyetle riayet ettiği imamlığın yanı sıra hüsn-ü hat çalışmalarını da sürdürdü. Kendine has özellikleri olan güzel bir hatla yazdığı Cevşen’i Ceylan’a gösterince o da çok beğendi. Onunla birlikte ziyaretine gittikleri zaman da Üstada verdi.

“Bu yazıyı benim çok mahir bir talebem yazmıştır” dedi Said Nursî.

Ceylan’ın kendisini göstermesi üzerine, ‘Keçeli’ diyerek yüzüne hafifçe vuran Üstadının kendisini talebesi sayıp yazısını takdir etmesine çok sevinen Mustafa, o ifadeleri bir teşvik kamçısı olarak gördü ve hattını camilere büyük levhalar, kubbe ve duvar yazıları hattedecek şekilde geliştirdi.

Emirdağ’daki vazifelerine ve hizmetlerine bu şekilde on yıl kadar devam eden Mustafa Acet, 1960 yılının başında kasabaya gelen Said Nursî’nin bir hayli hasta olduğunu ve her zamanki hâlinin aksine, ayrılırken herkesle vedalaştığını görünce endişelendi ise de kimseye bir şey söyleyemedi.

Emirdağ’dan Isparta’ya, oradan da Urfa’ya giden Bediüzzaman’ın, Ramazan’ın yirmi yedinci gecesinde orada vefat ettiğini öğrenince o da herkes gibi çok üzüldü ve hislerini mısralara döktü.

“Ağla ey koca sema, yaşın ıslatsın yeri,

Gitti o koca Üstad, dönmeyecektir geri.

Yıkıldı âlem demek, kolayca dolmaz yeri,

Allah u Ekber diye teyran etti Urfa’ya,

Sel gibi, tufan gibi millet aktı Urfa’ya.”

Ne var ki üzüntüsü sadece o hadiseye münhasır kalmadı. Said Nursî’nin vefatından iki ay kadar sonra ihtilâl oldu. Hükümeti devirip memleketin idaresine el koyan ihtilâlciler, onu da açığa alıp imamlık vazifesine son verdiler.

Bu hadise, Mustafa Acet’in hayatının en zor yıllarının başlangıcı oldu. Haksızlığa uğradığını söyleyerek karara itiraz etti ise de, önceleri sesini kimseye duyuramadı. Maaşının dışında bir geliri olmadığı, etrafındaki insanlar da yardım edemediği için pek çok maddî sıkıntılara katlanmak zorunda kaldı.

Aslında şahsı itibariyle sıkıntılara katlanamamak gibi bir kaygısı yoktu. O zaten Risâle-i Nur hizmetine girerken her zorluğu, eziyeti, sıkıntıyı göze almış, daha hizmetteki ikinci yılını doldurmadan hapse girerek de hizmetin zahirî meşakkatini aylarca yaşamıştı.

Fakat şimdi bakmakla mükellef olduğu bir ailesi ve yüksek okullarda okutmayı düşündüğü çocukları vardı. Bu yüzden de âcilen bir iş bulup çalışarak ailesinin nafakasını temin etmesi gerekiyordu.

Emirdağ’da iş bulma imkânının pek olmadığını düşündüğünden büyük şehirlere gidip çalışacak bir yer aramaya hazırlanırken daha önce yaptığı itiraz neticelendi ve tekrar işe alındı.

Mustafa imamlık vazifesine dönmeyi beklerken Diyanet İşleri Başkanlığı onu kurumun Ankara’daki kütüphanesine memur olarak tayin etti. Verilen maaş büyük bir şehirde ailesini geçindirmeye yetmeyeceği için eşini ve çocuklarını Emirdağ’da bırakarak Ankara’ya gitti.

İlk zamanlar, Zübeyir ve diğer Nur Talebeleri ile birlikte dershanede kaldı. O günlerde sık sık baskın yapıldığından, yakalandığı takdirde tekrar işten atılacağı için gece geç gelip sabah erken giderek ihtiyatlı hareket etmeye çalıştı.

Bir sabah işe gitmeye hazırlandığı sırada baskın yapan polisler kapıyı tuttular. O sırada odasından çıkan Zübeyir, polisleri nezaketle içeri dâvet ederken Mustafa’ya da âmirane bir tavırla işe gitmesini söyledi.

Böyle bir hareket beklemeyen polislerin bir anlık dalgınlığından istifade eden Mustafa hemen çıkarak işe gitti ve işten atılmaktan kurtuldu. Bir süre sonra kütüphane memurluğundan hattatlık kadrosuna alındı.

Orada hem işi daha rahat, hem de maaşı eskisinden bir miktar fazlaydı. Maddî imkânları biraz düzelince kenar semtlerde küçük bir daire kiraladı ve evini Emirdağ’dan Ankara’ya taşıdı.

Günlük hayatın işleyişi düzene girince hizmete ve san'atla meşguliyete daha çok zaman ayırdı. Bir yandan kendisine tekabül eden Nur hizmetlerini yaparken diğer yandan yeni yapılan camilerin kubbe, kemer, direk ve duvar cephelerine pek çok âyet-i kerime, hadis-i şerif hattı yazdı.

Yıllar, bu uhrevî meşguliyetler içinde akıp geçti.

Mustafa Acet’in hayattaki en büyük arzusu, ahir ömründe de olsa Mukaddes Mekânlara gitmek ve adını iftiharla taşıdığı Muhammed Mustafa’nın (asm) muhitinde ikamet edebilmekti.

Yıllardır hep Mekke-i Mükerreme’nin hasretini çeker, Ravza-i Mutahhara’ya gitmenin hayallerini kurardı. Bir gün o vuslat hayallerinin gerçekleşeceği ümidi ile için için yandı durdu.

Emekliye ayrıldıktan sonra ilk işi hacca gitmek oldu. Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da ve Kâbe-i Muazzama’da hac farizasını eda etmenin hazzını yaşadıktan sonra Medine-i Münevvere’ye geçti.

Artık yıllardır hasretini çektiği cinân diyarındaydı. Orada da zamanının tamamına yakınını Ravza-i Mutahhara’da geçirdi. İbadet, zikir, evrad ve risâle okuyarak vuslat hazzını hissetmeye çalıştı.

Lâkin, yaşanan mekân mukaddes menziller de olsa, dünya vuslat yeri değildi. Hatta oralara hâkim olan ruhanî ahvâl, vuslat iştiyakını ziyadeleştiriyordu. O da ruhunu saran iştiyakın an be an artışına şahit oldu.

Bu iştiyak zamanla öylesine arttı ki Mustafa Acet; bedeni, ruhu ve bütün benliği ile kabre müteveccih, Cennete müheyya nurânî bir akış hâlini aldı. 17 Ocak 1990 yılında da orada Hakkın rahmetine kavuştu.

Şimdi Cennetü’l-baki’de, hayatın ebedî vuslat faslının başlamasını beklemekte.

28.01.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl