Yine sabah... Yine istanbul... Yine kuşlar...
Yine şiir... Yine beste... Yine hikâye...
Hepsi yeni... Hepsi taze... Hepsi alımlı...
İç içe ve göz göze bir yolculuk; eski/yeni...
Lodos, yağmur, martılar... uçarı bir genç gibiydi İstanbul.
Kattı, karıştırdı, savurdu; İstanbul olmanın keyfini yaşıyordu.
İstanbul... konuşuldukça
dalgalanan şehir.
Dilim varmıyor şehir demeye: Hangi şiir, hangi roman, hangi hikâye...
Öyle bir şeydâ, öyle bir umman, öyle bir devlet şehir...
Müebbet aşkları müjdeleyen...
Ben İstanbul’u yağmurla tanıdım; yetmişli yılların sonuydu.
İstanbul, daha İstanbul’du; parayla tanışmamıştı bu kadar.
Kendi halinde bir şehirdi; gemileri gemi, trenleri trendi...
Birinci mevkî, ikinci mevkî... bilet kontrolleri vardı.
Işıkları bağırmazdı geceleri; sokakları, caddeleri mütevazı...
Geç kaldığımda eve; tatlı bir ürpertiydi gece.
Bir şiir şehirdi İstanbul... şairlerin dediği şehirdi geldiğimde.
Ne oldu birdenbire anlamadım; beni bırakıp nereye diye soramadım.
Ey gençliğimin şehri; sana doyamadım.
Şimdi bir yağmurda, eskiyi hatırladım.
Seni bunca seveceğimi nerden bilirdim!
Nerden bilirdim sana bunca üzüleceğim!
Saçını başını yolduk; tanınmaz
oldun şimdi.
Taşın toprağın altın diye soyduk; başına gelmeyen geldi.
Seni sıradan şehirlerle anamam seni.
Seni çok hırpaladık, çok yorduk, seni.
Önceden ben gurbetteydim sende; tam alıştım sana; sen düştün gurbete.
Sen artık İstanbul değilsin; şantiyesin, rantiyesin, puantiyesin.
Her şeye rağmen... bi’ çay söyler gibi bana bir İstanbul söyle!
Oturalım şöyle karşılıklı, masal aşklardan konuşalım, İstanbul besteleri dinleyelim.
İstanbul bu; bir başladı mı... sen de İstanbul’a benzersin; dalgalanır gemilerin.
Hele karıştı mı ezanlara martılar, vapur düdükleri, güvercinler...
Söyle İstanbul söyle; o kadar çabuk değişiyorsun ki...
Her seferinde unutuyorum ezberimi!
Sen İstanbul... allı pullu, serin sevdâlı bir şehir...
İçimde Cennet misali akan bir nehir...
Mısra-ı berceste...
İrticâlen söylerim türkülerini.
İşte, yine sabah, yine İstanbul...
Kuşlar... hele şen şakrak gökyüzünü uçuran martılar...
Merhaba... sabahı özleyenler!
Gece yorganını sıyırdı gizli bir el.
Biliyorum; senin de gecelerin var.
Geceler; sabaha kadar.
Ufukları kızıl bir İstanbul!
Ey telâşeler şehri, ey gece gündüz rüya...
Ey aldırmayan kepçelere, betonlara...
Adın İstanbul bir kere...
Sende yaşadığını unutanlar var ya...
Sana göre hava hoş; onlar düşsünler kaygıya...
Biliyorum senin İstanbul olduğunu.
Gözlerinin içine bakar; konuşurum seninle.
Kâh bir şiir, kâh bir şarkı gibi dinlerim seni.
Ve ne zaman karşılaşsak...
Ben İstanbul âşığı... nasıl bakarım gözlerine!
*
Rivayet bu ya: “Cennet burası...” demiş padişah, Uludağ’dan şehri seyrederken. Sonra bu, “Cennet Bursa” oluvermiş. Hoş; bu yeşil Cenneti de betondan nasibini çokça aldı alıyor; Bursa da ölüyor. Değil padişahın; Tanpınar’ın dünkü Bursa’sı bile yok. Yine de “Bursa” dendi mi Uludağ gibi serinler, Ulucami’nin ruhaniyetine sığınırım. Billur zamanların sesini duyarım. Bursa’da Zaman’ı daha fazla kurcalamayın. Orası ilk İstanbul...
*
Şiire, estetiğe, tarihe, mûsıkîye uzaklık; nezaketsizliğe, gelişi güzel yaşamalara kapı aralar. Yollara, evlere baksanıza... Meselâ sıfır estetik okullardan Sinanlar bekliyoruz; belki de beklemediğimiz için ikinci bir Süleymaniye yok.