Cuma namazını kıldıktan sonra semt pazarına girmiş, üzerindeki bunca nimetleri gözümle tarayarak birkaç tezgâhı geçmiştim.
Bir satıcı dikkatimi çekti, sakallı ve sâkin.
İlerlediğim istikamete göre sağ tarafta, arada, iki ya da üç boş kasanın üzerine açtığı az miktar ve az çeşitle bir şeyler satma gayretindeydi.
Tezgâhının önünde durup, benden yaşlı yahut emsal gibi görünen satıcıya, tam, “Muhterem! Maydanozun fiyatı ne kadar” diyecektim ki, o, daha önce bana soru yöneltti:
“Nâbî’yi biliyor musun, Nabi’yi?”
“Biliyorum. Urfalı Şair Nâbî” nedim. Henüz kendisinden maydanozun fiyatını öğrenememiştim, ama onun bir Peygamber âşığı olduğunu öğrenmiştim.
Başladı, Nabi’nin, Surre alayıyla ve devlet ricali ile birlikte Hacca giderken, konakladıkları yerde bir paşanın gafil davranarak ayaklarını şehre, yani Ravza-i Mutahhara istikametine uzatmasından müteesir olup kaleme aldığı na’tın bir beytini okumaya:
(Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın) manasına gelen;
“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı İlâhî’dir, Makam-ı Mustafa’dır bu”.
Hem bu beyti, hem de arkasından tekrar tekrar salâvat-ı şerife okuyordu. Peşi sıra da, bu na’tın sabah namazı vakti, Medine-i Münevverede, minarelerden okuduğunu da anlatmayı ihmal etmedi.
Konunun daha ilerisini bilmiyordu; ama bildikleri, onda heyecan, bende hayret uyandırıyordu.
Kafile, sabah namazına yakın Medîne-i Münevvere’ye yaklaştığında Nâbî, henüz yazdığı na’tın minârelerinden okunduğunu; müezzini bulup sorduğunda, müezzinin, Hz. Peygamberimizi (asm) rüyasında gördüğünü ve Efendimizin (asm), müezzine; “Ümmetimden Nâbî adında bir şair beni ziyarete geliyor. Bu zât bana son derece aşk ve muhabbetle doludur. Bu aşkı sebebiyle onu, Medine minarelerinden kendi na’tı ile karşılayın!” buyurduğunu özetledim, bu muhterem insana.
Karşılaştığım bu hâl karşısında hem şaşırdım, hem de duygulandım.
Gönlü sevdâ sarınca, zaman, mekân dinlemiyor demek ki!
Bu sevdâ, bir de, Peygamber sevdâsı olursa…
Geç de olsa, bu muhâvereden sonra, fiyatları öğrendim; birkaç kalem alış veriş yapıp, o tezgâhtan ayrıldım.
Daha sonra, semt pazarında karşılaştığım Nâbî meftunu, Peygamber sevdâlısı satıcıyla hayal dünyamda dolaşırken, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin, “Harabat ehline hor bakma Şâkir / Defineye mâlik viraneler var” beytini hatırladım ve kendi kendime, “hâşâ” dedim; hâşâ!
Kimde ne var, kim de ne yok, onu ancak O, bilir?
Ve burada, o günden bugüne yeri, değeri değişmeyen ve gölgesinin gölgesi olamayacağım divan şairi Nâbî ustanın muhiblerinin mâzur göreceklerini umarak, bu fakirin naçiz bir şiirinin tam yeri diye düşündüm:
ONU ANMAK
Onu anmak, ne güzel; anlamaksa, vefâdır
Anmaz ise Onu, dil; dünya - ukbâ, cefâdır
Dersen, “anladım”, eğer; sünnetine ver, değer
Edep ile ta’zîm et; salât eyle, her seher
Çünkü sebep âlemin, varlığına, ol Nebî
Cemi’ enbiyâların, hâtemidir, şol Nebî
Ona yanmak ne devlet; ömür boyu, meşk ile
Vird eyleyip, dilinde; od’a dönmüş aşk ile.