Başörtüsü kavgasında zararlı düştük. Savaşı kazandık gibi, ama kaybeden biz olduk. Aynen ‘İstiklâl Mücadelesinde’ olduğu gibi…
Görünüşte kazanmak, hakikatte kaybetmek.
Bizim suçumuz neydi?
Biz, ‘Başörtüsü de başörtüsü’ deyip feryat ettik. Zannettik ki başörtüsüyle tesettürü sağlayacağız.
Başörtüsü serbest. Ama tesettür nerede?
Sokakta ‘Keşke şu başını örtmeseydi’ dediğiniz oluyor mu?
Başörtüsünün vakarına uymayan “başını örtmüşlere” rastladıkça içimden “başlarını da örtmeseydiler keşke” diye geçiyor.
Ve işin en can incitici yönü: Başörtüsü –maalesef- ahlâksızlığı örtmüyor, örtemiyor. Başı örtülülerin giyim ve başörtülülere yakışmayan davranışları, başörtüsünü tesettürün yerine koyuşumuzun acı faturası olarak karşımızda duruyor.
Örnekler bir beş değil, çoğunluk. Tam tesettüre uyan başörtülülerin sayısı çok az maalesef.
Sonuçta, başı örtülülerle başı açıklar tesettürsüzlükte eşitlendi.
Tesettür yerleşir korkusuyla başörtüsüne karşı çıkanlar da harcadıkları enerjiye pişman; başörtüsüyle tesettürü yerleştirmek isteyenler de…
Kadını yuvasından uçuran medeniyet, başına bir bez parçası bağlatarak onu vicdanen de rahatlatıyor. Aslında bu, vicdanı rahatlatma değil, susturma yöntemidir. Sokağın ‘Hay.. Huy..’ları içinde zaten vicdanın sesi duyulmaz.
Sokaktaki insan sokakların gürültü ve hengâmesinden vicdanın feryadını duyabilir mi? Sokaktaki insandan bunu beklemek safdillik olur.
Mecrayı kaybettik.
En üzücü olan, bu umumî afetten cemaat ehlinin de nasibdar olması, bu büyük belâdan kendini kurtaramaması.