"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bediüzzaman’ın beşeriyete büyük hediyesi - Mustafa Sungur’dan Başbakana Mektup - 2

02 Aralık 2021, Perşembe 02:25
Öyle arzu ediyorum ki, hepsi birbirinden güzel olan bütün Nur eserlerini “işte Bediüzzaman’ın gittikçe parlayan harikası, işte Türk milletinin hakikî halaskârı!” diye arz edeyim.

MUSTAFA SUNGUR AĞABEYİN DÖNEMİN BAŞBAKANI ŞEMSEDDİN GÜNALTAY’A YAZDIĞI MEKTUP (2)

İSTANBUL - YENİ ASYA

Muhammed (asm) hakkında: “Bu Kâinat Sahibinin tezahür-ü rububiyetine ve sermedî ulûhiyetine ve nihayetsiz ihsanatına küllî bir ubûdiyet ve tanıttırmakla mukabele eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bu kâinatta güneşin lüzumu gibi elzemdir ki, nev-i beşerin üstad-ı ekberi ve büyük peygamberi (asm.) ve Fahr-i Âlem ve ‘Levlâke levlâke lemâ halaktül eflâk’ hitabına mazhar ve hakikat-i Muhammediyesi hem sebeb-i hilkat-i âlem, hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, bu kâinatın hakikî kemâlâtı ve sermedî bir Cemîl-i Zülcelâlin bâki âyineleri ve sıfatlarının cilveleri ve hikmetli ef’âlinin vazifedar eserleri ve çok mânidar mektupları olması ve bâki bir âlemi taşıması ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet ve âhireti netice vermesi gibi hakikatleri, hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) ve risalet-i Ahmediye ile tahakkuk ettiğinden, nasıl bu kâinat onun risaletine gayet kuvvetli ve kat’î şehadet eder; öyle de, başta âlem-i İslâm, bütün beşer ve bütün zîşuur, Cehennemden acı ve korkunç olan ademden, hiçlikten, idam-ı ebedîden, fenay-ı mutlaktan kurtulmak için, daimî aşk ve şevkle her zamanda ve câmi’ mâhiyetinin bütün kuvvetleriyle, bütün istidadat lisanlarıyla bütün dualar ve ibadetler ve ricalarının dilleriyle istedikleri hayat-ı bâkiyeyi kuvvetli, kat’î beşaret veren risalet-i Ahmediye (asm.) ve hakikat-i Muhammediyeye (asm) şehadet edip nev-i beşerin medâr-ı iftiharı, eşref-i mahlûkat olduğuna imza bastığı gibi, her zamanda üç yüz elli milyon ehl-i imanın ‘Essebebu kelfâil’ sırrınca, her gün işledikleri bütün hasenatlar ve hayırların bir misli Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın defter-i hasenatına girmesi ve o tek şahsiyet-i Muhammediye (asm), yüzer milyon, belki milyar âbid-i muhsin kadar küllî bir ubudiyete ve füyuzâtına mazhar bir makam kazanması, o zâtın risaletine pek kuvvetli şehadet edip imza basar.”

“Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temâşâgâh gibi tasarruf eden Sâniine ve Kâtibine ve Nakkâşına delâlet eder. Öyle de, kâinatın hilkatindeki makàsıd-ı İlâhiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbânî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilân edecek ve ‘Nereden geliyorlar? Ve nereye gidecekler? Ve ne için buraya geliyorlar, ve çok durmuyorlar, gidiyorlar?’ diye dehşetli suallere cevap verecek ve o kitab-ı kebîrin mânâlarını ve âyât-ı tekviniyyesinin hikmetlerini tefsir edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan Muhammed Aleyhissalâtu Vesselâm’ın hakkaniyetine ve bu Kâinat Hâlıkı’nın en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna kuvvetli ve küllî şehadet eder.”

“Evet, Muhammed Aleyhissalâtu Vesselâm’ın getirdiği nur ile kâinatın mâhiyeti, kıymeti, kemâlâtı ve içindeki mevcudatın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir, tahakkuk eder. Ve kâinat, baştan başa gayet mânidar mektubat-ı İlâhiye ve mücessem bir Kur’ân-ı Rabbânî ve muhteşem bir meşher-i âsâr-ı Sübhâniye olur. Yoksa, adem ve hiçlik ve zevâl ve fena karanlıklarında yuvarlanan karma karışık vahşetli bir virâne, dehşetli bir matemhane mahiyetine düşer.”

“Evet, bu kâinatta, gözümüz önünde bu muntazam tasarrufatı içinde adalet ve hikmetle ve rahmet ve inayet ve himayetle her zaman iyileri himaye ve fenaları ve yalancıları tokatlamak, rububiyetinin bir âdeti olmasından, ef’âl-i Rahmâniyet muktezasıyla bir Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânı, Muhammed’in (asm.) eline vermesi; ve bine yakın mu’cizelerin pekçok envaını ona vermesi; ve bütün hâlâtında ve en tehlikeli vaziyetlerinde şefkatkârâne himaye ve hattâ güvercin ve örümcekle muhafaza etmesi; ve büyük vazifelerinde onu tam muvaffak etmesi; ve dinini bütün hakikatleriyle idâmesi; ve İslâmiyetini zeminin ve nev-i beşerin başına geçirmesi; ve bütün mahlûkat üstünde bir makam-ı şeref ve meşahir-i insaniyenin fevkinde daimî bir rütbe-i makbuliyet ve dost ve düşmanın ittifakıyla en yüksek hasletleri taşıyan bir şahsiyeti vermekle, beşerin beşten birisini ona ümmet etmesi, gayet kat’î bir tarzda sadıkıyetine ve risaletine şehadet ettiği gibi; ef’âl-i rububiyet cihetinde dahi görüyoruz ki, bu âlemin Mutasarrıfı ve Müdebbiri, Muhammed’in (asm.) risaletini bu kâinata bir mânevî güneş yapıp, Nur Risalelerinde ispat edildiği gibi, onunla bütün karanlıkları izale ve nuranî hakikatlerini gösterip ve bütün zîşuuru, belki kâinatı hayat-ı bâkiye müjdesiyle sevindirdiği gibi; dinini dahi bütün makbul ehl-i ibadetin fihriste-i kemâlâtı ve harekât-ı ubudiyette sağlam bir program yapması gibi Muhammed’in (asm) şahsiyet-i mâneviyesi olan hakikatini, Kur’ân’ın ve Cevşen’in delâletiyle tecelliyat-ı ulûhiyetine bir âyine-i câmia yapması; ve sabıkan işaret ettiğimiz hakikatlerin; ve on dört asırda her gün ümmetinin bütün hasenatlarının bir mislini kazanmasının ve hayat-ı içtimaiye ve mâneviye-i beşeriyedeki âsârının delâletiyle, nev-i beşere en yüksek reis ve mukteda ve üstad yapması; ve onu büyük ve kudsî vazifelerle beşerin imdadına gönderip rahmet, hikmet, adalet, gıda, hava, mâ, ziya derecesinde insanları onun dinine, şeriatına, İslâmiyetteki hakikatlerine muhtaç yapması ile on iki küllî ve kat’î hüccetlerle risalet-i Muhammediyeye (asm) kudsî şehadet ettiği halde, acaba hiç mümkün müdür ki, sinek kanadının ve bir çiçeğin tanziminden lâkayt kalmayan bu Kâinat Sahibinin bu derece küllî ve geniş şehadetlerine mazhar olan risalet-i Muhammediye (asm), kâinatın mânevî bir güneşi olmasın?”

“Bu kâinatın Sahibi (celle celâluhu) o şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediyeyi (asm) saltanat-ı rububiyetine bir yüksek dellâl ve kâinat tılsımının ve hilkat muammasının bir doğru keşşafı ve lütuf ve rahmetinin bir parlak misali ve şefkat ve muhabbetinin bir beliğ lisanı ve âlem-i bâkideki hayat-ı daime ve saadet-i ebediyenin en kuvvetli müjdecisi ve elçilerinin en son ve en büyük bir resul eylemiş. Acaba bu mahiyetteki bir hakikate kanaat etmeyen veya ehemmiyet vermeyen, ne derece hasâret ve hata ve belâhet ve cinayet ettiğini kıyas edilsin!”

Kur’an’ın gayet ulvî tarifine ait yukarıda arz edilen parça Zülfikar mecmuasındaki Mucizat-ı Kur’aniye risalesinden bir veya iki sahife kadar bir mukaddimedir. Ve Risalet-i Muhammediye’ye dair yazılan kısım da üçüncü Medrese-i Yusufiye’de yani Afyon hapishanesinde telif edilen ve Yüksek Yargıtay’a bir nevi layiha-i temyiz olarak gönderilen “Elhüccetü’z-Zehra” risalesinin bir iki sahifesinden alınmıştır. Şimdi de Onuncu Söz risalesinden on iki hakikatin yalnız bir iki hakikatinin yalnız iki üç cümlelerini arz ediyorum. Öyle arzu ediyorum ki; hepsi birbirinden güzel olan bütün Nur eserlerini aylarca çalışayım. Ve hepsini de bir arada “İşte Bediüzzaman’ın hakikati, işte Bediüzzaman’ın hedefi, işte Bediüzzaman’ın beşeriyete büyük hediyesi, işte Türk lisanını diğer bütün lisanlar üstünde büyük bir makama mazhar ettiğinin nümunesi, İşte Bediüzzaman’ın hakikî çehresi, işte Bediüzzaman’ın gittikçe parlayan harikası, işte Bediüzzaman’ın hakkaniyetinin ve kemal-i sıdkının ve makbuliyetinin nişanesi, işte Türk milletinin hakikî halaskârı!” diye arz edeyim. Fakat ne çare ki zaman ve hal buna müsait değil. Hem zaten Risale-i Nur günden güne parlıyor. Ve inşaallah ebede kadar parlayacak. Şimdi benim burada yazdıklarım, Risale-i Nur kütüphanesinden bir sahifedir. Belki Nur deryasının birkaç damlasıdır.

Onuncu Söz’ün Üçüncü Hakikati: “Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla rububiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve o hikmet ve adalete iman ve ubûdiyetle tevfik-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dip etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor. Evet görüyoruz ki…”

Altıncı Hakikat: “Bab-ı haşmet ve sermediyet olup ism-i Celil ve Bâki cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki: Bütün mevcudatı güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir haşmet-i rububiyet, şu misafirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun; sermedî, bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âlî bir medar-ı rububiyeti icad etmesin?

Evet, şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat ve seyyaratın tayyare-misal hareketleri gibi azametli harekât ve arzı insana beşik, güneşi halka lamba yapmak gibi dehşetli teshirat ve ölmüş, kurumuş küre-i arzı diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilat gösteriyor ki perde arkasında böyle muazzam bir rububiyet var…”

Dokuzuncu Hakikat: “Bab-ı ihya ve imatedir. İsm-i Hayy-ı Kayyum’un, Muhyî ve Mümît’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki: Ölmüş, kurumuş koca arzı ihya eden ve o ihya içinde her biri beşer haşri gibi acib, üç yüz binden ziyade enva-ı mahlukatı haşir ve neşredip kudretini gösteren ve o haşir ve neşir içinde nihayet derecede karışık ve ihtilat içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini gösteren ve bütün semavî fermanlarıyla beşerin haşrini vaad etmekle bütün ibadının enzarını saadet-i ebediyeye çeviren ve bütün mevcudatı baş başa, omuz omuza, el ele verdirip emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve musahhar kılmakla azamet-i rububiyetini gösteren ve beşeri, şecere-i kâinatın en câmi’ ve en nazik ve en nâzenin, en nazdar, en niyazdar bir meyvesi yaratıp kendine muhatap ittihaz ederek her şeyi ona musahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm, kıyameti getirmesin? Haşri yapmasın ve yapamasın? Beşeri ihya etmesin veya edemesin? Mahkeme-i kübrayı açamasın? Cennet ve cehennemi yaratamasın? Hâşâ ve kellâ!

Evet, şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşan’ı, her asırda her senede her günde bu dar, muvakkat rûy-i zeminde haşr-i ekberin ve meydan-ı kıyametin pek çok emsalini ve numunelerini ve işaratını icad ediyor. Ezcümle: Haşr-i baharîde görüyoruz ki…”

İşte Risale-i Nur bütün imânî hakikatleri şüphe getirmez bir şekilde ispat ettiğinden bütün varlığımla bu âlî hakikatlere inandım. Ve benim bu dünyaya gönderilmemdeki maksadın ne olduğunu, vazifelerimin nelerden ibaret bulunduğunu öğrendim. Ve bu kısa dünya misafirhanesinde ve bu imtihan meydanında vazifesini yapanlar için daimî bir hayatın, ebedî bir saadetin mevcut olduğunu kat’î anladım ve inandım. Böyle çok yüksek ve ulvi bir müjdeye karşı bütün kalp ve ruhum minnettar oldu. Demek insan ölmüyor, demek ben ölümle toprak altında kaybolmuyorum, hiçliğe gitmiyorum. Demek bir bâkî âlem var, bir daimî saadet var. Demek ezelden ebede kadar uzanan bütün zamanlara ve içinde var olan bütün mevcutlara hakiki sahip olan ve kudretine her şey musahhar ve haşirde bütün insanları ihya etmek, bir sineği yaratmak kadar kudretine kolay gelen, hem nihayetsiz ihsan ve kerem sahibi, hem nihayetsiz kemalatı bulunan, hem beni ve bütün ehl-i imanı vazifelerimizi yaptığımız takdirde ebedî mesud edebilen bir Allah-ı Zülkemal, beni imtihan için buraya göndermiş olduğunu bildim ve inandım. Ve Risale-i Nur’un aziz müellifi, hakikî vefakâr, hakikî vatanperver ve bugünkü insanlığın medar-ı iftiharı kahraman Üstada bütün varlığımla minnettar kaldım. Onun tedrisinde yürüyen ve Kur’an hizmeti uğrunda koparılmaz, manevi bağlarla ona bağlanan iki yüz binler arasına ben de katıldım. Elhamdülillah.

DEVAM EDECEK

Okunma Sayısı: 1897
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı