Sakarya Uygulamalı Bilimler Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Uzun : Bediüzzaman, Risale-i Nur hizmetinde kendi şahsını merci olarak göstermez. Risale-i Nur hizmetinin, şahıs odaklı değil, şahs-ı manevî odaklı olduğunu nazarlara sunar.
HÜSEYİN UZUN: Cemaatler asayişi bozacak bir davranış sergilemezler
Sakarya Uygulamalı Bilimler Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Uzun da kendisine yöneltilen “Günümüzde menfi örnekler dikkate alınarak cemaatlerin sosyal ve dinî meşrûiyeti sorgulanıyor ve devlet kontrolüne alınmasından söz ediliyor. Cemaatlerin gönüllülük esasına dayalı sivil yapılar olduğunu biliyoruz. Devletin denetimi ve kontrolü ve sivillik ilişkisi nasıl olmalı sizce? Bugün hali hazırda yaşanan problemlerin ortadan kalkması için cemaatler hangi vasıflara sahip olmalıdırlar? Risale-i Nur bize bu konuda nasıl bir yol haritası çiziyor?” sorularını cevaplandırdı.
Cemaat kelimesinin mana olarak dayanışmayı, yardımlaşmayı, maddî ve manevî paylaşımı, şahıs odaklı bir hizmeti değil, şahs-ı manevî odaklı bir hizmeti ve meşverete karşılık gelen ortak akılla hareket etmeyi ifade ettiğini söyleyen Hüseyin Uzun, bu manalar doğrultusunda birlik beraberlik içinde hareket etmenin aynı zamanda bir ibadet hükmünde nitelendirilebileceğini söyledi. Cemaati canlı bir organizmaya benzeten Uzun, her ferdin cemaat vücudunun azaları, organları hükmünde olduğunu söyledi.
İhlâs, Allah rızası gibi değerlerin de cemaat vücudunun ruhu hükmünde olduğunu, bu manaları maksat edinen cemaatlerin hakikî cemaat ruhunu taşıyabildiğini aktaran Hüseyin Uzun ideal anlamda cemaatlerin sahip olması gereken vasıfları şöyle sıraladı:
● İdeal cemaatler, büyük bir samimiyetle, hiçbir gizli ajandası olmaksızın ve şeffaf bir tarzda hareket ederler.
●Hiçbir maddî beklenti içerisinde olmazlar. Gönüllü fertlerin destekleriyle kendi yağında kavrulurlar.
● Çok daha fazla hizmet yapmak amacıyla esas maksatlarının dışına çıkarak ticarileşmez veya siyasileşmezler.
● Savundukları fikirlerini, hizmet tarzlarını, kavl-i leyinle anlatırlar veya neşrederler.
●Kesinlikle şiddete müracaat etmezler. Asayişi bozacak bir davranış sergilemezler. Bediüzzaman’ın ders verdiği müsbet hareket prensipleriyle hareket ederler.
● Kanunların ve hukukun dışına çıkmazlar.
● İslâm’a ve ahlâkî değerlere zarar verecek davranışlardan kaçınırlar.
● İdeal cemaatler, insanların manevî hastalıklarını, şüphe ve vesveselerini tedavi edebileceği manevî terapi merkezleri hüviyetinde olmalıdırlar.
● Allah’a daha güzel bir kul olma yolunda fertleri teşvik eden, ahlâksızlıktan veya kötü alışkanlıklardan uzaklaştıran manevî bir dayanışma meclisi konumunda olmalıdırlar.
● İdeal cemaatler tek bir kişinin veya bir kanaat önderinin riyaseti altında değil, meşveret sistemini esas alarak hizmet etmeyi hedeflemelidirler. Nitekim Bediüzzaman da Risale-i Nur hizmetinde kendi şahsını merci olarak göstermez. Risale-i Nur hizmetinin, şahıs odaklı değil, şahs-ı manevî odaklı olduğunu nazarlara sunar.
Bir örnek teşkil etmesi bakımından Bediüzzaman’ın Kastamonu Lâhikası’ndaki bir mektubunda Risale-i Nur hizmetinin vasıflarını şöyle tanımlar: “Hizmetimiz, emniyet ve hürmet ve merhameti tesisle hem âsâyişi, hem inzibatı, hem hayat-ı içtimaiyeyi anarşilikten kurtarmaya çalışıp, sizin hakikî vazifenizin temel taşlarını tesbit ediyor, takviye ve teyid ediyor.”
Sorunuza cevap olması açısından cemaatlerin devletle münasebetlerinde de dikkat etmesi gereken hususlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
● Dinî cemaatlerin, siyasî bir güce, devletin veya iktidarın kuvvetine veya imtiyazına dayanarak değil, Allah’ın inayeti ve tevfiki ile hareket etmeyi esas alması gerekir.
● İ’lâ-i kelimetullahı asıl maksat yapan cemaatlerin, menfaat eksenli hiçbir dünyevî ve siyasî akımlara alet olmaması gerekir. Aksi takdirde, hiçbir dünyevî menfaat talep etmeme prensibine sahip olması gereken cemaatlerin, samimiyetleri sorgulanır hale gelir. Hizmetlerine gölge düşer. Bediüzzaman, Kur’ân’a hizmeti, imana hizmeti gaye ve dâvâ edinen cemaatlerin, hiçbir dünyevî cereyanlara tabi ve alet olmaması gerektiğini hatırlatır. Siyasetin menfaate yönelik kirli maksatlarının, cemaatlerin ulvî gayelerini kirletmemesi gerektiğini dile getirir.
● Dinî cemaatler devleti yönetmeye, yetki sahibi olmaya ve bürokrasiye talip olamazlar. Onlar, sırf Allah rızasını kazanmayı esas alarak iman ve Kur’ân hizmetine taliptirler.
● Hakikî cemaatler, doğrudan siyaset yapmakla iktidara talip olmazlar. Hizmetlerini daha kolay yapabilme veya bazı maddî imkânlardan kolayca faydalanabilirim düşüncesiyle, partilerle, iktidarla çok yakın dirsek temasında olmamalıdırlar. “Bugün maddî destek alan, yarın emir alır” kaidesini unutmamalıdırlar.
● Hiç kimse hiçbir cemaati, daha kolay işe girerim, daha çabuk makam sahibi olurum, ticarî kazancımı arttırırım, kolaylıkla ihale alabilirim, idarî görev sahibi olabilirim, yerel yönetimlerin imkânlarından faydalanabilirim gibi düşüncelerini yerine getirebileceği bir zemin olarak görmemelidir. Cemaatler de böyle bir intibahı uyandıracak bir görünümde veya konumda olmamalıdırlar.
Bu bağlamda devlet veya iktidarın da cemaatlerle ilişkilerinde dikkat edeceği bazı hususlar olmalıdır:
● İktidar gerek adliyede, gerek askeriyede, gerek emniyette gerek diğer bütün devlet kurumlarında görev alabilecek fertler için hiçbir cemaat mensubuna ayrıcalık, imtiyazlık tanımamalıdır. Cemaatler de kendi cemaat fertleri için böyle bir ayrıcalık peşinde koşmamalıdır.
● İktidar kurumlara personel alırken liyakat, ehliyet, uzmanlık, tecrübe ve yetkinlik esasları üzerine bina edilmiş ve hiçbir inanç, cemaat, parti veya fikir ayrılığı gözetmeksizin eşit şartlarda yarışılan ve şeffaf seçim kriterlerinin yer aldığı hukukî bir zemin veya sistem hazırlamalıdır. Başarılı olan kişiye görev verilmelidir.
● Devlet veya iktidar, bütün cemaatlere hukuk çerçevesinde eşit mesafede olmalıdır. Cemaatler, siyasî partiler tarafından, siyasî rant malzemesi veya potansiyel oy kaynakları olarak görülmemelidir.
Bunlar ışığında sonuç olarak şunları söylemek istiyorum. Tarihi süreç içerisinde dinî cemaat yapılanmaları, Cumhuriyet rejimine karşı veya Cumhuriyet rejimini yıkmak isteyen yapılanmalar şeklinde algılanmasına sebep olan kötü örneklerle anılabilmiştir. Şeyh Said isyanı bu örneklerden biridir. Bediüzzaman’ın tavsiyelerine kulak verilmemesi on yıllarca dinî guruplar üzerinde bir baskı oluşturacak devlet anlayışını ve uygulamalarını doğurmuştur.
Yine menfi örnek olabilecek hususlardan biri cemaat perdesi altında gizli ajandası olan ve cemaat olarak adlandırılan bazı yapılanmaların bürokrasiyi ele geçirerek illegal yollarla iktidara sahip olmayı hedeflemesidir ki bunun sonuçlarını da bütün cemaatler menfi olarak yaşamaktadırlar. Burada da Bediüzzaman’ın tavsiye ettiği cemaatleşme sürecine uyulmadığının altını çizmekle yetinelim.
Ne yazık ki kötü örnekler ve bazı menfi girişimler, maalesef cemaat manasını yaşamaya çalışan hakikî cemaatlerin de aynı kefeye konulmasına sebep olmuştur. Ancak yine de “Kötü emsal, emsal değildir” kaidesince, cemaatler içerisinde hukuka aykırı faaliyetlerde bulunan fertler yüzünden, samimî güzide cemaatleri reddetmek ya da onları hedefe almak doğru değildir.
Devlet, emniyet ve asayişi bozabilecek bir faaliyet söz konusu ise hukuk mekanizmasını işlettirip, hukukî çerçeve içinde gerekli cezaî müeyyidelerin uygulanmasında etkin rol almalıdır. Bunun dışında genellemeci bir yaklaşımla uhrevî amaçlarla kurulmuş bu sivil oluşumları tehdit olarak görmemelidir.
Bu noktada şuna da dikkat çekmek isterim: Cemaat mensupları veya cemaat faaliyetine iştirak eden fertler, devlet kontrolünü, kötü maksatlar için kullanılabilecek “fişlenme” olarak algılamaktadırlar. Oysa insanlar, fikir ve düşüncelerinden dolayı fişlenmek istemiyorlar. Çünkü insan fıtratı, boş zamanlarını değerlendirdiği, manevî bir hizmet olarak gördüğü ve gönüllülük esasıyla vazife yapmaya çalıştığı, ücretini ahirete bıraktığı bir manevî hizmet ve faaliyetten dolayı, memuriyet veya ticaret hayatının sorgulanmasını arzu etmiyor. Nitekim tarihî süreç içerisinde bu tür menfi fişlemelerin yapıldığı ve insanların özlük haklarına müdahale edildiği ile ilgili örneklerle karşılaşılmıştır.
Nitekim hukukun siyasallaştığı, demokrasinin içselleştirilemediği, korku atmosferinin yaygınlaştırıldığı, ötekileştirmenin siyasî bir malzeme olarak kullanıldığı, katılımcı demokrasiden uzaklaşıldığı bir ortamda, devletin cemaatleri tekelleştirmesi veya faaliyetlerini durdurması, gönüllü çalışanını kayıt altına alması, bir kısım hak ihlâllerini gündeme taşınacağı endişesini doğurmaktadır. Bu sebeple cemaatlerin gönüllülük esasına dayanan sivil ve sosyal yapısının bozulmasına sebep olunabilecek müdahalelerden sakınılmalıdır.
Sonuç olarak işin özü her yönüyle hukuk devleti olmaya dayanmaktadır. Bütün kurumlarıyla devlet demokratikleşirse, insan hak ve hürriyetlerinin sözde değil özde korunması sağlanabilirse, siyasallaşmayan güçlü adalet mekanizmasına sahip olan bir demok- ratik hukuk sistemi işlerlik kazanabilirse cemaatlerle ilgili endişeler de ortadan kalkacaktır.
DEVAM EDECEK