BİR EĞİTİM VE TERBİYE YUVASI OLARAK SARAY...
Okuyucu bağışlasın ama, diziye atıfta bulunmadan geçemeyeceğim, hatta bu bölüm biraz da atıflarla şekillenecek. Dizide acemi cariye Hürrem’e, Nigâr Kalfa “etme-yasak” dedikçe, Hürrem, “ne biçim yer burası o yasak, bu yasak” diye cevap verir, bir de “bana yasak yok” diye diklenirdi. Gerçekten de saray tam bir disiplin mekânıydı. Osmanlı Sarayı siyasetin birinci derecedeki şahsının “Padişah-ı Al-i Osman”ın eviydi ve burada gayr-ı ciddî ve mahremiyete aykırı hiçbir şey kabul görmezdi. Yukarıda çok yönüyle izah etmeye çalıştığımız harem, personeliyle, teşrifat kaideleriyle, sakinlerin ve müstahdemlerinin rütbeleriyle bir askerî kışla veya disiplinli bir okul hüviyetindeydi. Hiç kimse bulunduğu mevkiden bir yukarı kendi isteğiyle çıkamaz, haddini aşamazdı. En alt kademedeki bir cariyenin padişah dairesine girmek şöyle dursun geçtiği yolda karşısına bile çıkamadığı gibi, bu gün de bir şirket yöneticisinin ofisine, bir müstahdemin sırf o şirkette çalıştığı için elini kolunu sallayarak giremediğini biliyoruz. Saray dairelerinde, odaların tefrişatından (en güzel döşenmiş ve en aydınlık ve büyük olanı valide sultanınkidir) emirlerine verilen hizmetkâr sayısı ve bağlanan maaşlarda hatta mutfaktan çıkan yemek tablalarına varıncaya kadar hep rütbe ve mevki gözetilirdi. Fakat bu hiyerarşinin en altında olana kabiliyete göre en yükseğe çıkma imkânı verilmişti. Tarihçi İlber Ortaylı, hem yukarıda yazılanların bir özeti hem de haremin gerçek yönü ile ilgili bakınız nasıl bir tesbitte bulunuyor; “Harem için ne yazılsa boş, gerçekler o kadar ilginç değil, herkes erotik muhayyilesini yazılmış görmeyi tercih ediyor gibi. İngiltere’nin ihtilâlleri malûm, boynu vurulan kralları ve saray hayatlarını hatırlayalım, hele Fransa malûm; bu iki ülkedeki saraylar, eğlence ve muaşakada Osmanlı Haremi’yle mukayese kabul etmez. Haremi konu edinen filmler ve kaleme alınan ve çok satan ikinci sınıf romanlar hep tartışma meydana getirmiştir... Halk arasında ağzını yaya yaya haremden bahseden insanların burada yaşanan çetin hayatı, ama aynı zamanda buradaki yetenekli ve zeki kadınların meydana getirdikleri kültürel ortamı tanıyıp anlamadıkları ve tarihteki bir topluluğu bilir bilmez hafife aldıkları çok açıktır. Harem özgür, eğlencelik alan değildir, herşeyden önce bir evdir, hiç değilse her ailenin evi kadar saygı gösterilmesi gerekir” demekte ne kadar da haklıdır.
Saraya gelen acemi kızlara öncelikli olarak Türkçe, sonrasında Kur’ân-ı Kerim, dinî bilgiler, musikî, dikiş-nakış ve güzel sanatlar öğretilirdi. Ancak bu derslerin pratikte ruh inceliğine ve bunun dışa zerafet ve nezaket olarak yansıması da adab-ı muaşeret kaidelerine riayetle olurdu. Sultan Reşad döneminde saray muallimeliği yapmış Safiye Ünüvar Hanımefendi’nin, vazifesine başlamak üzere saraya geldiğinde kendisini karşılayanlarla ilgili ilk intibası saraylıların konuşmalarında ve hareketlerindeki nezaket olmuştur. Dar’ül- Muallimat’ı bitirip yeni diploma almış bir genç kız olarak başladığı görevinde, ilk muhatap olduğu saray hizmetlilerinden hazinedar ustadaki asaletin, kendisi üzerinde uyandırdığı tesir bakınız nasıldır: “Altmış yaşlarında kadardı. Topuklarına kadar uzun bir entari giymişti. Üstüne Salta tabir olunan kısa bir ceket atmıştı. Böyle, ayakta pür ihtişam bir Hanımefendi ile karşı karşıyaydım. Rişkidil Kalfa beni takdim etti. Bana doğru iki adım attı ve gayet müşfik bir sesle; -Kızım dedi. Şevketmeab Efendimiz sizi, sultanefendilere ve mektep zamanı gelinceye kadar iki şehzademize muallim tayin buyurdular. Müsait zamanlarınızda da arzu eden kalfalara din dersleri vermenizi irade eylediler. Ona göre çalışıp, şevketmeab Efendimizin teveccühlerine mazhar olmanızı temenni ederim. Selefiniz Kur'ân-ı Azimüşşan okuturken bazı hürmetsizliklerde bulunmuş, bu yüzden vazifesine son verilmiş. Siz ise ulema evlâdısınız. Bu ciheti bizden iyi takdir edersiniz. Cenâb-ı Hak muvaffakiyet ihsan buyursun. -Rişkidil Kalfaya dönerek- Kalfacığım muallime hanımı kendilerine tahsis edilen daireye götürünüz. Her ikimiz de hazinedar ustayı selâmlayarak odayı terk ettik. Tuhaf değil mi? Ancak o zaman rahat bir nefes alabilmiştim.”
Hizmetine tayin edilen Piyalerü isimli kalfanın; zamanında padişah haremlerinden birinin hizmetkârı olduğu, sonrasında ise şehzade Necmeddin Efendinin hizmetine verildiği, onun ölümü üzerine ise yaptığı hizmetlere bir vefa borcu olarak görevine son verilmeyip dairesinde tutulduğu maiyetinde ise üçü acemi olmak üzere beş görevli bulunduğu bilgilerinin yer aldığı hatıratı, yukarıda anlattığımız askerî hizmet hiyerarşisinin sağlaması gibidir. Kendisine yapılan “beyan-ı hoş amedi” merasiminden de çok memnun kalan muallime, saraylılar hakkında şunları söylemekten kendini alamamıştır: “Kızların terbiye ve nezaketini görünce paşaların, beylerin evlenme işinde neden saraydan çıkan hanımları tercih ettiklerini anlamış ve kendilerine hak vermiştim.”
Şehzadelerin, sultanların yetişmesine emek veren kalfaların, onlardan büyük saygı gördüğüne de dikkat çeken yazar, saraydaki adab-ı muaşereti ise şöyle sıralıyor: Elbisesi buruşuk, yırtık, çıplak ayak hatta kısa çorapla bile gezmek, şamatalı aksırmak, sümkürmek ayıptı. Koridorda ve büyük sofalarda yaşlılara tesadüf ederlerse ya durup onun geçmesini beklerler veyahut müstavel işleri varsa desturun demeden yani müsaade almadan geçmezler. Saraya giriş ve misafir kabulünde ise yaşmakla ferace ve uzun etekli elbise giyilmesi şart koşulduğu, gelen misafirin yaşmak ve feracesinin acemi kızlar tarafından alınıp ütülendikten sonra bohçalanıp, dönüş zamanı getirilip onlar tarafından giydirildiği gibi bin türlü teşrifat usûlü verilen bilgiler arasındadır. 1
Eskidenberi “sarayda terbiye olmayan başka yerde olamaz” sözünü boşa çıkartmayan türden inceliklerdir bunlar. İlber Ortaylı da bu saraylı hanımların halk arasından evlenmelerinin muhite tesirini ise şu sözlerle ifade ediyor; “...Oturduğu semtte saraylı hanım olarak bilinir, görgü ve davranışlarıyla etrafından saygı görürdü. Bir mahallede saray terbiyesi almış bir hanımın bulunması o mahallenin saray terbiyesi ve saray Türkçesini öğrenmesi için yeterliydi. Bu hanımların yanlarında bulunanlar bu güzel adab ve erkânı nesiller boyu sürdürmüşlerdir.
Diziye atıf meselesini unutmadık. Buraya kadar yazılanlar da zaten dizideki imajların tashihidir. Yani neymiş? Öyle, “Sülüman” diye ortalıklarda dolaşan, Sümbül Ağa’yla yılışık konuşan, arkadaşlarıyla her dakika lâf dalaşında olan tiplerle dolu değilmiş saray!
1- Osmanlı’da Harem - Prof. Dr. Ahmet Akgündüz
SARAYIN MAHREMİYET KAİDELERİ
Diziyi izleyenlerin, kafasını kurcalayan konulardan biri de hanımların kıyafetleridir. Orada giyilenler daha çok, Rus veya İngiliz klâsiklerinin sinemaya uyarlanmış filmlerinde gördüğümüz kadınlarınkine, ne kadar da benzer. Tesettür denilen şey ise nerdeyse hiç akla gelmez. Geldiğinde de uydurmadan bir tülle saçın üstü kapatılıverir. Olacak o kadar, adı üzerinde dizidir! Osmanlı Harem Teşkilâtı, homojen bir yapıda değildir. Klâsik dönem tabir edilen ve Kanuni devrini de içine alan 16. yüzyıl Osmanlı Saray yapısı ile, Meşrûtiyet dönemi protokollerinde, sistemin özü aynı kalmakla beraber, bazı değişikliklerin görülmesi tabiîdir. Padişah portrelerinde gördüğümüz kıyafetler ve başlıkların zaman içindeki değişimini gözlemliyoruz. Bu durum saray kadınları için de geçerlidir. Giyilen kıyafet, başa takılan hotoz, sırta alınan ceket, askerî bir üniforma gibi, bir bakışta saray kadınının mevkisini belirlemeye yeter. Teorik olarak, cariyelerin başı açık gezmesinde şer’i bir sakınca olmasa bile, teamüllerin buna izin vermediği veya başka bir deyişle “Hürrem’in kızdığı ayıp listeleri”nin çokluğundan bellidir. Yukarıda adı geçen muallime hanımın tesbitine göre; “Sarayda hırka giymek ayıptır, içlerine kalın fanila giyerler. Efendilerinin karşısında hiçbir Çerkez cariyenin hırka giydiğini görmedim. Saray adatına çok itina ederler, odalarında ne isterse giyinebilirlerdi.”
Her halde işin atlanan başka tarafı da şu olmalıdır. Günde beş vakit okunan ezanların, duâlarla, âyet ve hadislerle tezyin edilmiş odaların içinde özellikle Ramazan aylarında topluca yapılan ibadetlerin yaşandığını bildiğimiz haremde, padişahın ev halkının, Avrupa prensesleri gibi salınarak gezmedikleri belgeler olmasa da anlaşılabilir. Belki bugün riayet edilmiyor, ama geçmişte babalarının eve gelmesiyle üstü başını toparlayıp, öyle karşılayan, eğer müsait değilse odasına kaçan kız çocuğunun durumunu bilen bunu da anlar. Fakat son döneme sirayet eden Batı hayranlığından saray kadınları da nasiplenecek, birbirleriyle şıklık yarışına girercesine, alafranga giyinmeye başlayacaklar, açık saçla poz verip fotoğraf çektirmekte bir beis görmeyeceklerdir. Devlet siyasetindeki Batıcı-İslâmcı tartışmalarının saray kadınlarındaki izdüşümü “alaturka -alafranga kıyafet ve hayat” tarzıdır. Pertevniyal Valide Sultan örneğinde olduğu gibi gelenekçi tutumundan taviz vermeyip, alaturka tarzı devam ettirenler olduğu gibi, Paris modasının sıkı takipçisi olanlar da vardır. Özel hayat sınırları içinde kaldığı düşünülüp, gevşetilen tesettür kaidelerine riayetin saray dışında eskisi gibi devam ettirildiğini görürüz. Ancak saltanatın ilgasıyla başlayan ve genelde büyük Avrupa şehirlerinde devam ettirilen sürgün hayatının hanedan kadınlarının tesettür anlayışını büyük ölçüde erozyona uğrattığı da bir gerçektir.
Bir diğer kafa kurcalayan konu ise, saray kadınlarının namahrem erkeklerle görüşmelerindeki sınırdır. Osmanlı Sarayı’na bırakın yabancı erkek girmesini, yüksek rütbeli diplomat eşlerinin hanımları bile bin güçlükle izin kopararak, çok merak ettikleri saraylı hanımlarla görüşme imkânı bulmuşlardır. Hareme ancak harem ağaları ve doktorlar girebilir. O da padişahın özel iznine tabidir. Padişah evinin bir gazeteciye açılması ise ancak 1910 yılında gerçekleşmiştir. Tarihçi Abdurrahman Şeref Bey, haremle ilgili tetkiklerini “Topkapı Saray-ı Hümayunu” başlığı altında “Tarih-i Osmanî Encümeni” dergisinde yayınlayacak ve kamuoyunu bilgilendirecektir. Görevleri zaten saray muhafızlığı olan, harem kadınlarının sarayın diğer daireleriyle ve dış dünyayla irtibatını sağlayan harem ağalarının bile, görev mahalleri dışında, asıl harem dairesine girmeleri yasaktır. Kösem Sultan’ın sert ifadeli bildirisi bunun delilidir; “Harem kapısı önünde oturmaktan başka işiniz yoktur. Size tayin olunan harem kapısı önündeki odalardır. Eğer harem kapısından içeri izinsiz bir adım girdiğiniz veya yazı gönderdiğiniz işitilir ise katlolunursunuz. Şayet mühim bir iş olup tarafımıza bildirmek icap ederse bir tezkire ile kethuda kadına ifade edersiz. Ol dahi bize ifade eder.” 1
O halde saray kadınlarının, sarayın diğer erkek personeliyle öyle yollarda gelip geçerken teklifsiz konuşamadığını anlamak çok kolaydır. Hele hele, meselâ; Hürrem Sultan’ın Şehzade Mustafa’yı tuttuğu için düşman kesildiği İbrahim Paşa’nın karşısına, Kanunî’nin yanında giydiği kıyafetle çıkamayacağı ise besbellidir. Yenilikçi Padişah olarak bilinen Sultan Abdülmecit’le ilgili şu anekdot, mahremiyet kaidelerinin nasıl bir zerafet halinde tecelli ettiğini göstermek açısından dikkat çekicidir: Oğullarından Sultan Mehmet Reşad’ın annesi olan hanımı Gülcemal Kadınefendi’nin tedavisi için Viyanalı doktor Schipitzl’i çağırır padişah. Sonrası ise doktorun ifadesiyle şöyledir; “Zat-ı Şahaneyi hissedilir derecede üzgün gördüm. Reşad Efendi’nin validesi 3. Kadınefendi’den bahisle; -Bu kadın kendisine karşı en hakikî muhabbet duyduğum yegâne zevcemdir. Bütün ömrüm, gençliğim beraber geçti, kurtarılması için ne mümkünse lütfen yapın, tek ricam tedavi ediyoruz diye onu hırpalamayalım- dedi. Hareme birlikte gittik. Odanın ortasındaki yatakta cibinliğin altında yüzü şalla örtülü kadınefendi yatıyordu. Padişah ona; -Rahatsızlığınız nasıl efendim? diye sordu. O tatlı, sevimli bir sesle; -Kendimi iyi hissediyorum efendim- cevabını verdi. Padişahın; -Doktorumu getirdim, istiyorum ki; sizi tedavi etsin, ona nabzınızı veriniz- sözü üzerine; “Emredersiniz” hitabıyla şalın altından bir el uzandı. Üzücü hastalığın bütün belirtilerini yansıtan zayıflık görünür hale gelmişti. Hastanın dilini de görmem icap ettiğini söyledim. Abdülmecit onun yüzündeki örtüyü kendisi kaldırdı. İşte o zaman öyle güzel bir kadın çehresi gördüm ki ne tarif edilebilir, ne hayal edilebilir.”
Bırakınız yabancı erkekle görüşmeyi, saray kaideleri, padişahın, hanımları ve kızlarıyla görüşmesini bile resmiyete dayanan bir üslûba bağlamıştı. Bu gerçeği ise sarayın içinden bir isim, 2. Abdülhamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu şu sözlerle ifade ediyordu; “Hatıralarımın daha önceki kısımlarında daima cazip renkleriyle anlatmaya çalıştığım Osmanlı Haremi’nde aslında gerek hükümdar gerekse onun kadınları için bir itidal rejimi hüküm sürerdi. Hükümdar ile haremleri arasında çok ciddî kaideler ile sınırlanmış münasebetler vardı.”
DEVAM EDECEK
ZEYNEP ÇAKIR