Osmanlı’da “Hürriyetin ilânı” olarak bilinen ve 23 Temmuz 1908’de ilân edilen 2. Meşrutiyet’in yıldönümü
“İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adâlet ve Şeriattır.” (Bediüzzaman Said Nursî)
Bugün, 23 Temmuz 1908’de ilân edilen 2. Meşrutiyet’in yıldönümü. Osmanlı modernleşme sürecinde “Hürriyetin ilânı” olarak da anılan 2. Meşrutiyet’ten bu yana tam yüz on yedi yıl geçti. Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Kanun-ı Esasî ile Birinci ve İkinci Meşrutiyet denemeleri de göz önüne alındığında Türkiye’nin demokrasi serüveninin Batılı çağdaşları kadar eski ve köklü bir geleneğe sahip olduğu görülmektedir. Buna rağmen ülkemizin neden istenilen düzeyde demokratikleşmeyi gerçekleştiremediği, hukuk devleti ve insan hakları normları açısından çağdaş demokrasi kabul edilen ülkelerdeki gibi bir demokratik seviyeye ulaşamadığı bugün de tartışılan bir husustur.
ÖRNEK BİR DEMOKRASİ DENEMESİYDİ
Elbette bunun çok çeşitli ve çok yönlü sebepleri vardır. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren tartışılan Meşrûtiyet, “anayasalı ve meclisli saltanat-hilâfet rejimi” anlamında şeklen monarşiyi hatırlatan Padişahlı bir yönetim biçimidir. Buna rağmen Meşrutiyet, içeriği ve uygulanış biçimi itibariyle, bir çok siyaset bilimcinin de vurgu yaptığı şekilde, Cumhuriyet’in ilânından çok daha önce, tek partili cumhuriyet uygulamalarını geride bırakacak bir demokrasi denemesidir.

Otokrat yapısı sebebiyle “devr-i istibdat” olarak adlandırılan İkinci Abdülhamid Dönemi Meşrutiyet denemelerinin, 31 Mart sonrasında görüldüğü gibi, “devletin bekası” gibi bir amaca evrilerek özünden ve bağlamından koparılması, İttihat ve Terakkî yönetiminin eleştirilmesinin vatana ihanetle eş değer görüldüğü bir döneme girilmesi, Bediüzzaman’ın ifadesiyle akla husumet eden istibdadî bir yapıdan hayata husumet eden daha müstebit bir yapıya geçilmesi tarihî süreci içinde bir çok soruyu kendiliğinden tartışmaya açmaktadır.
Bu sorulardan ilki, Fransız İhtilâli’nin temel motivasyonu olan “hürriyet, eşitlik ve kardeşlik” kavramlarının başına gelenler gibi, bizde de istibdat karşıtı olarak kullanılan “hürriyet, adalet, meşveret ve müsavat” gibi kavramlara ne olduğu ya da bunların nasıl ve neden tedavülden kaldırıldığıdır. Bu kavramların ters yüz edilerek baskıcı yeni rejimlere nasıl malzeme edildiği bugün de tarihin ibret vesikaları arasındadır.
BEDİÜZZAMAN: NEREDE RAST GELSEM SİLLEMİ VURACAĞIM
Can alıcı sorulardan ikincisi, Bediüzzaman Said Nursî’nin “meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmâsına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım” sözleri bağlamında “adalet” külahıyla ortalıkta dolaşan Meşrutiyet ve Cumhuriyet libaslıları gerçeğinden nasıl ayırt edebileceğimiz ile ilgilidir. Bu bağlamda Cumhuriyet’i ilân etmekle övünen ve ilelebet yaşatma sözünü veren tek parti jakobenizminin ayak izlerine Meşrutiyet dönemlerinde rastlamak çok şaşırtıcı olacaktır. “Hürriyet” aşkına İkinci Meşrutiyet’in ilânı ve İkinci Abdulhamid’in tahttan indirilişi süreçlerinin başrol oyuncusu İttihat ve Terakki’nin daha sonra siyasî muhaliflerini sindirmek için politik cinayetler dahil bir çok yola başvurması, tarihe utanç vesikası olarak geçen “sopalı seçimler”e imza atması, kendilerini vatanın kurtarıcısı görerek “cemiyet-i mukaddese” olarak ilân etmeleri jakobenliğe yaslanan bir geleneğin ilk işaretleridir.

Bediüzzaman’ın “rast gelsem sille vuracağım” dediği de, devleti kutsayarak insanı öteleyen, devletin bekası ya da çoğunlukla iktidarın menfaatleri için tüm hak ve hürriyetleri teferruat olarak gören bu anlayıştır. Bu damarın demokrasimizin en büyük engeli olarak bugün de varlığını koruduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür. İttihat ve Terakki döneminin “müncî-i vatan,” tek parti döneminin “müncî-i millet” anlayışı, “Biz olmazsak…” şeklinde başlayan cümlelerle soyunulan bir kurtarıcılık rolü, zaman zaman ihtilâllerle kurumsallaştırılırken bugün de İslamcı-Milliyetçi bir ortaklığın elinde farklı ton ve renklerde pekâlâ sürdürülebilmektedir.
HÜRRİYET DİYE YOLA ÇIKANLAR MEŞRUTİYETİN GERİSİNDE KALDI
Bu noktada, ilk yıllarında çoğulcu demokrasi söylemleriyle iktidarını kuran ve liberal yaklaşımlarıyla övünen bugünkü iktidarın Meşrutiyet’ten bir buçuk asır sonra Meşrutiyet’in de gerisine nasıl düştüğü bir diğer önemli sorudur. Bu gerileme halinin, bir başka deyişle istibdadın/otoriterliğin asırları aşacak şekilde sürdürülebilir olmasının temel nedenleri de açık yüreklilikle cevaplanmalıdır.
Bu tür soruların cevabı iktidar/güç sahiplerinin millete yüklediği anlamla ilgilidir. Demokrasi süreçlerinde milletin hiçbir zaman özne olarak görülmemesi, millete rağmenciliğin hakim bir yönetim biçimi haline gelmesi, milletin de bu edilgenliği kanıksaması Batı demokrasilerinin aştığı, bizim aşamadığımız büyük bir probleme işaret etmektedir. Demokratikleşme hareketlerinin başlangıcından itibaren çoğulcu demokrasiyi ifade eden milli irade tam olarak ne meclise yansıtılabilmiş ve ne de millet bunun peşinde koşabilmiştir. Hâkim iradeler tarafından milletimize biçilen rol, tam bir “otoriteye itaat” halidir. Öncesinde Osmanlı münevverleri, paşaları ve yöneticileri tarafından yönlendirilmeye, eğitilmeye muhtaç olarak görülen milletin “talim ve terbiye” edilebilir yaklaşımıyla ele alınması, elitlerin ikram ettiği kadar “hürriyet”e lâyık görülmesi, “mutlak itaat” kültürünün genetik kodlarına aşılanması demokrasinin gerçekleşmesinin önündeki engellerdendir.

Bediüzzaman: “Ruh-u meşrutiyet şeriattandır...”
Bu duruma yüksek sesle karşı çıkanlardan biri hiç şüphesiz Bediüzzaman Said Nursî olmuştur. Cehaletle hukukunu bilmeyen bir milletin hamiyet sahiplerini de müstebit yapacağını ifade eden yaklaşımıyla Meşrutiyet tartışmalarına çağını aşan yaklaşımlarıyla katılan Bediüzzaman’ın söyledikleri bugünkü demokratikleşme tartışmaları içinde de son derece kıymetlidir.
Meşrutiyet’in Şeriata uygunluğu, “usul-i idare-i devlet” ve “usul-i meşveret” tartışmaları içinde Meşrutiyet’i İslam’a uygun görmeyen ya da Müslümanları Meşrutiyet’e lâyık görmeyen yaklaşımlar karşısında Bediüzzaman’ın “Ruh-u meşrutiyet şeriattandır…” diyerek bu kavramı sahiplenmesi ve Asr-ı Saadet uygulamalarını örnek göstererek sonradan cumhuriyet olarak güncellediği meşrutiyeti Kur’ân’dan getirdiği delillerle desteklemesi bu noktadaki tartışmaları bitirecek niteliktedir.
–Devamı Yarın–