Osmanlı’da “Hürriyetin ilânı” olarak bilinen ve 23 Temmuz 1908’de ilân edilen 2. Meşrutiyet’in yıldönümü - 2
Ahmet DURSUN
[email protected]
Çoğulculuğun, çok sesliliğin, bârika-i hakikati doğuracak müsademe-i efkârın önü kesilip tek adamlığın önü açıldığında su-i istimaller çoğalır, kuralsızlık ve kayırmacılık kural hâline gelir. İstibdat “insaniyetin mâhisi” olarak yalan ve riyakârlığa revaç verirken fazilet, ahlâk ve doğruluk gibi değerleri de öldürür.
Ancak Bediüzzaman’ın Meşrutiyet yaklaşımını asıl kıymetli yapan şey, onun düz çizgide ilerleyen klasik tarih anlayışını reddeden yaklaşımıyla meseleyi ele almasıdır. O, insanın nefs-i emmaresinin esiri olunlmasını da bir çeşit kölelik olarak değerlendirdiği hürriyet yaklaşımıyla birlikte garaz ve husumeti kullananların, kibirle üstünlük taslayanların, safsatanın peşinde koşanların, menfaat ve kuvvete dayananların -hangi dönemin insanı olursa olsun- Cahiliye dönemini; fazilet, ahlâk, akıl ve hikmete dayananların ise her dönemde Asr-ı Saadet’i temsil ettiklerini ifade eden tarih yaklaşımıyla hak, hukuk, adalet, hürriyet, meşveret, ahlâk ve fazilet taraftarlarını Asr-ı Saadet uygulamalarından örneklerle gerçek cumhuriyetçi ilân eder.
***
İSTİBDAT CEBİRDİR, “REY-İ VAHİDDİR”
O halde Bediüzzaman’ın meşrutiyet ve hürriyetin karşısında düşmanlaştırdığı ve Cahiliye döneminin bir kalıntısı olarak tanımladığı kavram istibdat olmalıdır.

Ona göre İstibdat tahakkümdür. Zorbalığın her türlüsünü içine alan tahakkümün kurumsallaşması, her alanda gerilemeyi beraberinde getirir. “Muamele-i keyfiye” anlamına gelen istibdat ile demokrasinin tüm denetim mekanizmaları adeta felç edilir. Zira istibdat aynı zamanda “kuvvete istinad ile cebirdir” ve “rey-i vâhiddir.” Oysa demokrasi çok sesliliktir. Çoğulculuğun, çok sesliliğin, bârika-i hakikati doğuracak müsademe-i efkârın önü kesilip tek adamlığın önü açıldığında su-i istimaller çoğalır, kuralsızlık ve kayırmacılık kural hâline gelir. Zira istibdat “insaniyetin mâhisi” olarak yalan ve riyakârlığa revaç verirken fazilet, ahlâk ve doğruluk gibi değerleri de öldürür. Bu ölüm istibdat denilen bir canavarın eliyle insanın, insanlığın zillet ve sefalet derelerine yuvarlanışıdır.
Bediüzzaman bu çöküşü, esfel-i safilîne yuvarlanışı tüm milletlerin saadet sebebi olarak gördüğü, bütün âlî hislerle birlikte şevkleri uyandıracak olan Meşrutiyet ile durdurmayı planlar. Zira insanı hayvanlıktan kurtaran Meşrutiyet, “İslâmiyet’in bahtını, Asya’nın tâliini açacak” özelliklere sahiptir.
Bediüzzaman Said Nursî, sonradan cumhuriyet olarak güncellediği ve böylesine önem verdiği Meşrutiyet’i şöyle tanımlar. “Meşrutiyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.”
“Beşer esir olmak istemediği gibi ecir [ücretli] olmak da istemez” diyerek insanın hürriyete olan düşkünlüğünü ifade eden Bediüzzaman’ın bu tanımı zamanın ruhuna da uygundur. “Hürriyet insaniyet âlemine galebe çalmaya başlamıştır” sözleriyle bu ruhu ifade eden Bediüzzaman, hürriyetçi yaklaşımların eninde sonunda galip geleceğini müjdelemektedir.

“Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?” sorusu ışığında bazı insanların fikren Ortaçağda yaşadığını ifade eden Bediüzzaman, “Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyet”i hürriyetin gerçekleşmesinin önündeki engeller olarak sayar. Hastalık denebilecek düzeydeki bu engellerin ortadan kaldırılışı elbette hürriyet-i Şer’iye, ahlâk-ı hasene, fazilet ve doğruluk gibi Kur’ânî değerlerin tesisi ile mümkün olacaktır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin Meşrutiyet tanımında olmazsa olmaz diyebileceğimiz üç ana husus karşımıza çıkmaktadır. Bunlar adalet, meşveret ve kanun hâkimiyetidir.
ADALET, KUR’ÂN’IN 4 TEMEL ESASINDAN BİRİDİR
Kur’ân’ın dört esasından biri olan adalet “doğrudan ayrılmamak, hakka riayet etmek, herkesin hakkına tamamıyla riayet etmek, insaf, hak tanırlık ve doğruluk” gibi çeşitli anlamlarıyla insan olmanın bir gereği olarak görüldüğü gibi, devlet yönetiminin en temel şartı olarak kabul edilmiştir.
“Nev-i beşere rahmet olan Kur’ân’ın ancak umumun, laakal çoğunluğun saadetini tazammun eden bir medeniyeti, kabul ettiğini” ifade eden Bediüzzaman’ın Kur’ân medeniyetinin hakka ve onun gereği olan adalete dayandığını belirtmesi hürriyet ve demokrasi tartışmaları içinde önemli bir farklılıktır. Herkes için hürriyet, herkes için adalet, herkes için saadet… Yine Kur’ân’ın adalet-i mahzayı esas aldığını vurgulayan Bediüzzaman’ın “Bir masumun hakkı bütün halk için dahi iptal edilemez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez.” şeklindeki “tam adalet” tanımı, devletin bekası da dahil hiçbir gerekçeyle masumların hakkının zayi edilemeyeceğini ve adaletten vaz geçilemeyeceğini ifade eder.

MECLİS, MİLLETİN KALBİ HÜKMÜNDEDİR
Devlet adına alınacak kararların seçilmiş kimseler tarafından alınması İslâm’ın ilk devirlerinde tam manasıyla yapılan bir uygulamadır. “İşlerde onlarla istişare et” (Âl-i İmran: 159), “Onların aralarındaki işleri meşveret iledir” (Şûra: 38) ayetlerini parlamenter sistemi ifade eden Meşrutiyet’e delil olarak getiren Bediüzzaman Said Nursî, fikir hürriyetine ve şer’î meşverete dayanan meclisi milletin kalbi hükmünde görür. Milletin kalbini temsil eden bir meclis elbette ki milletin hissiyatını da temsil eden manevî değerlerin koruyucu olacaktır. Modern demokrasilerdeki “millet iradesi”, “hâkimiyet-i millet” gibi temel kavramların yüzyıl öncesinden “meşrutiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz” şeklinde seslendirilmesi, “Meşrutiyetin ağası haktır, kanundur, efkâr-ı âmmedir” sözleriyle yine son sözü kanun hâkimiyetine ve kamuoyuna vermesi çağını aşan bir yaklaşımı ifade etmektedir.
MEŞRUTİYETİ HÜRRİYET-İ ŞER’İYE İLE SÜSLER
Özetle; Bediüzzaman’ın adalet, meşveret, kanun hâkimiyeti, din ve vicdan hürriyeti ve fikir hürriyetine dayandırdığı Meşrutiyet/cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyettir. Bediüzzaman bunu hürriyet-i Şer’iye, ahlâk ve fazilet ile süsler. Bu bağlamda, İkinci Meşrutiyet’in ikinci asrını ifade eden bir yıldönümünde Bediüzzaman’ın hakikî bir demokrasinin de temellerini ifade eden hürriyet, adalet, meşveret ve kanun hâkimiyeti kavramlarına yüklediği anlamların çok gerisinde olduğumuza şahit olmak son derece üzücüdür
Adına ne denirse densin, temel hedefi adalet, hürriyet ve insan haklarını ifade eden bir hukukun üstünlüğünü hâkim kılmak olan demokrasi, başta sorduğumuz sorular ışığında çoğunluğun azınlığa ya da belli grupların çoğunluğa tahakkümünü engelleyerek demokratik değerler çerçevesinde bir arada yaşayabilme imkânını sunan bir yönetim biçimini ifade etmektedir.
Demokrasiyi küfür rejimi ilân edenlerin kulakları çınlasın! Bu tür yaklaşımların İslâm âlemini getirdiği nokta bellidir, Bediüzzaman’a kulak verilemeyişinin bedeli de. “Fikrimce meşrutiyetin düşmanı, meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilâf-ı Şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir” sözleriyle Meşrutiyet’in düşmanlarını teşhis eden Bediüzzaman, “Asya’nın ve âlem-i İslâmın istikbalde terakkisinin birinci kapısı meşrutiyet-i meşrua ve Şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûrâdır.” diyerek mukadderatımızdaki saadetin adresini de bizlere gösterir.
Evet… “Asya’nın bahtını, İslâmiyet’in taliini açacak yalnız meşrûtiyet ve hürriyettir. Fakat, Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla.”
–Son–