"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Reyhanlı'nın Reyhanı - Nurettin Tokdemir Ağabeyin vefatının 4. sene-i devriyesi münasebetiyle...

14 Ağustos 2022, Pazar
YAZI: FEYZULLAH ERGÜN - YASİR ÖZER

Zaman baş döndürücü bir hızla akıp giderken, yılları da tesbih taneleri gibi art arda sıralamaktadır. ömür sermayemizin de o hızla tükendiğinin gerçek anlamda farkına vardığımız ve hazırlandığımız söylenemez. Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) mecmâ-ı ahbâbâ olan davetine icâbet eden dostlarımızı yâd-ı cemil ile hayallerimizde canlandırdığımızda, geçen zamanı ve yaşanan hatıraları hüzünle tekrar yaşamak, kalb ve ruha mânevî tatlı bir huzur hâli yaşatmaktadır. Özellikle, aramızdan ayrılışının beşinci yılında, okuduğu dersler ve Risâle-i Nûr’a yaptığı hizmetleriyle hafızalarımızda unutulmaz izler bırakan REYHANLI’NIN REYHANI olarak kabul ettiğimiz Nurettin Tokdemir ağabeyimizin, mecliste hitap eder gibi “Değerli arkadaşlar...” diye başlayan, katılanların dikkatini canlı tutarak, kendine has üslûbu ile yaptığı ders ve sohbetler unutulmayacaklar arasındadır. Güzel ruhuna fâtihalarımızla birlikte güzel bir dersini okuyucularımıza, huzur-u mânevî alarak takdim ediyoruz.

***

Değerli arkadaşlar, maalesef temâyüz etmiş bazı insanlar, Üstad Hazretleri ve eserleri ile ilgili ileri geri konuşmalarını ulu orta yerlerde yapıyorlar. Elbette bunlar hoş şeyler değil. Hâlbuki Üstad Hazretleri hiçbir zaman bunları, temellük etmemiş. Bu eserlerin sünûhât ve ilhâmât nev’inden olduğunu gâyet açık ve net olarak söylüyor.

İlhâm-ı İlahî olan bu eserlerin kıymetini Ömer Nasuhi Bilmen ki gaybbîn bir zattır, kendisi ile yapılan heyet halindeki görüşmelerde “İnşâllah bu Risâle-i Nur eserleri ileride âlem-i İslâm’ın tek kaynağı ve me’hazı olacaktır.” diyerek dile getirmiştir. Ancak ne yazık ki Ali Bardakoğlu gibi temâyüz etmiş insanlar eliyle, bazen bazı menfi şeyler söylüyor ve bunu genelleştirmeye çalışıyorlar.

Halbuki kendisi Diyanet İşler Başkanı olarak ziyaret için Şam Emeviye Camii’ne gittiğinde diyorlar ki “1911 tarihinde Bediüzzaman Hazretleri buraya gelmiş ve irticâlî anlamda bir hutbe irâd etmişti. Sizlerde 21. yüzyıl ulemâsındansınız. Sizin de bir hutbe irâd etmenizi bekleriz.” O da diyor, “Biz Bediüzzaman değiliz.”

Bediüzzaman Hazretleri, 1911 yılında Mevlid-i Nebevî gecesi için toplanmış, içerisinde yüzden fazla ulemâ da olan on binden fazla insana hitap etmişti. Üstadı oraya bizzat konuşma yapması için davet etmişlerdi.

Allah rahmet eylesin, Abdullah Yeğin ağabey de 1950 yılında Hutbe-i Şâmiye’yi almış götürmüş Üstada. Zaten Üstada eski eserleri hep bu şekilde gelmiş. Tahir Ağabey bulmuş götürmüş, başka bir ağabey götürmüş, ondan sonra da Üstad Hazretleri bunları dâvâya kazandırmış.

Demek ki Üstad Hazretleri yazdığı eseri meccânen dağıtmış arkasına bakmamış. Hutbe-i Şâmiye eline geçince 1951 yılında bizzat kendisi tercüme ediyor. “Benden siyaset-i İslâmiyeyi soruyorlar, işte benim onlara göstereceğim delil bu kitaptır” diyor

OMUZ OMUZA VERİLİRSE

Arkadaşlar, bakın biraz önce bir ağabeyimiz risâleden bir bölüm okudu. O bölümde Üstad Hazretleri tenkit meselesini, önce vücudumuzu tanıtarak sonra da çarklar örneği ile öğretiyor.

Bize diyor ki ister niceliğe tâbi olun isterse niteliği bulun. Dört tane adam yan yana gelirse eğer aralarında bu sır olmazsa on altı olur. Ama omuz omuza verirlerse dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde olur.

O zaman ne yapacağız? Ağzımızdan çıkan sözü ölçüp biçeceğiz. Tenkit etmek öyle kolay değil. Tenkit yapıcı olacak, insaf süzgecinden geçecek. Tenkit içine birazcık hissiyât karıştı mı her şey darmaduman oluyor. Geçenlerde arkadaşlarımızdan bir tanesi bir mesele ile ilgili bir şey söyleyince ona şunu okudum:

“Sen, ey mağrur nefsim, üzüm ağacına benzersin! Fahirlenme; salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış.”

Üstad hazretleri telif ettiği halde eserleri üzerine almıyor. Çünkü bu eserler İlâhî hakîkatlerin tefsîri.

“Sen ey riyâkâr nefsim! “Dîne hizmet ettim” diye gururlanma. Allah bu dini facir bir adamın eliyle de kuvvetlendirir.” (Buharî, 8:88.)

Bakınız, bu ifâdeler Buhârî’de geçiyor. Üstad Hazretleri, Buhârî ve Müslim ile ilgili Kur’an’dan sonra en sahih kaynaklar diyor. Çünkü bütün hadisleri süzgeçten geçirmişler sonra da yedi binin üzerinde bir rakama ulaşan hadis-i şerifleri neşretmişler. Onun için bir hadisi Buhâri’de Müslim’de gördük mü orada durmamız gerekiyor. İşte bu hadisin de teyidi ile Allah isterse bu dini bir fâcirin eliyle de teyit ettirir.

ÜSTADIMIZIN MANEVİ TASARRUFU

Değerli arkadaşlar fâcirdir, değildir; ama biz bu süreçte bunun bir örneğine şâhit olduk. Şu anda devlet tekeline girmiş olan risâleleri bugünkü konjonktürde çıkarmak mümkün gözükmüyordu. Allah öyle bir zamanlama yaptı ki senin fâcir gözüyle baktığın insanları orada istihdâm etti. Sonra da risâleler sivil hayatta hürriyetini kazandı. Bunu yapan da yaptıran da Üstadımızın mânevî tasarrufundan başka bir şey değil. Çünkü perdeler açıldı, hepsini gözlerimizle gördük.

Onun için Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade ettiği gibi “Dine hizmet ettim diye gururlanma. sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recûl-i fâcir bilmelisin.

Zira, her yerde tasarrufât-ı İlâhiye devam ediyor. Bakınız. Biraz evvel ağabeyimiz Hz. Yusuf (a.s) kıssasını okudu. Hz. Yusuf (as) “Ve ma überriü nefsi …” yani ben nefsimi tebrie etmem diyor. Beri etmek, her şeyden uzak tutmak. Ben asla nefsimi öyle şeyden teberri etmem. “İlla mâ rahimi rabbi.” Orada mealen “Cenâb-ı Hak rahmetiyle benim imdâdıma yetişmeseydi, Züleyhâ’ya karşı ben ne yapabilirdim?” diyor. Arkadaşlar, bunun Allah ile irtibâtını nasıl keseceksin?

ŞAMLI HAFIZ TEVFİK’E ‘YAZ’ DEDİ

Başka bir örnek de Risâle-i Nur’un telifi zamanında yaşanıyor. Bediüzzaman Hazretlerinin ilk yazdığı eser Haşir Risâlesi. Eğridir gölünün kenarında 40 defa “Fenzur ila asari…” âyetini okudu, sonra birden Şamlı Hafız Tevfik’e “yaz” dedi. Hâlbuki tam o sırada Ankara’da bir komisyon kararı alınmış. Haşir inkâr edilecek. Bu suretle de en temel mesele yok olmuş olacak. Böylece sekülerizmin içine bir şekilde düşeceksin. Bu eseri Abdullah Cevdet denilen adam bile okuyunca şüpheye düşmüş. O da haşri inkâr eden bir kitap yazmış ama Haşir Risâlesini okuyunca neşretmemiş.

Abdullah Cevdet, İttihat ve Terakki’nin de kurucularından aynı zamanda. Bu isimlerin çok iyi tahlil edilerek zaman içinde nur talebelerine anlatılmasında bir sakınca görmüyorum. Arkadaşlar, çünkü tanımak zorundayız, bilmek zorundayız. Külliyatta geçen her isim bizi ilgilendiriyor. Geçenlerde Feyzullah Bey Divân-ı Harb-i Örfi’de geçen Hurşit Paşa meselesini bir inceleyelim dedi. Çünkü bu isimler hakkında birkaç şey bilmemiz gerekiyor.

Üstad Hazretleri okuduğumuz yerde şöyle devam ediyor: “Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucb ve riyâdan kurtul. Ey nefsim! Mâdem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: “Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem. Rûhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim.”

Öyle bir sevgili ki sermedî olsun, ebedî olsun. Batan giden bir güneş olmasın ebedî olsun.

SÜNNET-İ SENİYYEYİ MUHAFAZA

Buradan bir mevzu okuduktan sonra başka bir husus da şu şekilde:

Hazreti Üstadı -yanlış olarak- başka bir varlık gibi anlatarak sünûhatlar ve ilhâmâtlar meselesini kendi çizgisinden çıkararak, bağlamından koparmak suretiyle en şen’i gıybetleri yapanlar var. Bu nokta da en ciddi şeyler en ciddi kimseler tarafından dile getirildi. Ulemâ’us-su bu noktalarda kullanıldı. Ne yazık ki aldatıldı.

Üstad Hazretleri diyor ki: “Senin içtihadında hatâ var diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım.”

Hatta bazı arkadaşlar söylüyor “Ne demek insana teşekkür?” diye. Demek mesleğimizde insanlara teşekkür etmek diye bir şey var ki Üstad Hazretleri yazıyor.

“Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda sırf ehl-i imânın imanını Risâle-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübra, Muhyiddin-i Arabî gibi, binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur’âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar?

“Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin!

Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak.”

DEHŞETLİ BİR HÜCUMA İŞARET

En dehşetli zamanlar arkadaşlar. 1930 ile 1935 yılları arası. Bütün inkılap ve devrimlerin yapıldığı bir dönem. Takrir-i Sükûn her yerde işliyor. Üstad 1935’te böyle bir devirde alınıyor. Eskişehir mahkemesinde iken birileri gidiyor, o şeyhle, ihtiyar hocayla ittifak ederek Bediüzzaman’ı nasıl İstanbul’a sokmayız, nazardan düşürürüz planı içindeler.

Bugün maalesef Ali Bardakoğlu, Bediüzzaman Hazretlerinin yanında Muhyiddin Arabî’yi de alarak “Kur’an’dan cifir ve riyazî hesapla kendine işârâtlar çıkarıyor bunlar.” diyor.

Dehşetli bir hal bu, biraz önce dediniz ya “tokat yer başına gelir.” diye. Halbuki dur bir yahu! Kitaplar var burada bir sürü, konuşmadan önce al oku. Ve Üstad “Sizden bir kimse, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” (Hucurat:12) âyet-i kerîmesini riyazî hesap ve ebcetle nazara vererek 1934-1935’ten 1943’e kadarki tarihlere işaret ediyor. Üstad bu tarihlerde İstanbul âfâkından gelecek dehşetli bir hücûma işaret ediyor.

Düşünebiliyor musunuz Üstad bunlarla uğraşıyor? İşte bu nifâkın, öyle bir hâsiyeti var ki her yere döner. Senin dostunla gider dostluk kurar birleşir gelir seni ezer. Onun için herkes yerinde durmalı. Bizim bu zamanda hizmetimiz budur.

Onun için Üstad Hazretleri bulunduğu çizginin doğruluğundan hareketle meydan okudu, “işte meydan!” dedi.

Bakınız, Bediüzzaman Hazretleri ifadelerine şöyle devam ediyor: “En mutaassıp ulemadan ve en büyük velîden tut, tâ en dinsiz feylesoflara ve müdakkik hükemalara, Risâle-i Nur’daki dâvâları ispat etmeye hazırım ve hem de ispat etmişim ki, benim mahvıma ve idamıma mütemadiyen çalışan zındık feylesoflar ve mülhidler, o dâvâları cerh edemiyorlar ve edememişler. Hem bütün hayatımda delilsiz dâvâları zikretmediğim, sizin gibi eski ve yeni arkadaşlarım biliyorlar.”

Yine Üstad Hazretleri bakın ne diyor, “İllâ bir şart ile helâl edebilirim ki: Bu Ramazan-ı Şerifte bana ve hâlis kardeşlerime verdiği endişe ve telâşı, hakperestlik damarıyla, büyüklere lâyık ulüvv-ü cenapla, enaniyet-i taassubkârânesini hakikate ve insafa feda edip tâmire çalışmasıdır; müşfik ve munsıf bir hoca tavrıyla, kusurumuz varsa bize lütufkârâne ihtar ve ikazdır.”

KUR’AN’IN DA HAKKI HUKUKU VAR

Bu şahıs hem de Ramazan ayında hitabede bulunuyor. Birinci Şua’yı alıp paramparça edip atıyor. Üstad Hazretlerinin hakkında ağzına geleni söylüyor.

Bediüzzaman Hazretleri ise müşfik tavrıyla ona ikaz da bulunuyor ve mealen ona “Orada bir gedik açtın, gel bunu kapat. Bu şartla affederim seni. Senle ben eski medrese arkadaşı değil misin? Gel bana söyle. ‘Said, böyle böyle hataların var.’ de. Zaten yukarıda da “hem teşekkür ederim hem de ruhu canımla minnettârım.” diyor.

Bediüzzaman Hazretleri ifadelerini şu şekilde sürdürüyor: “Cenâb-ı Hak, Settârü’l-Uyûbdur; hasenat seyyiata mukabil gelse, affeder. İman hizmetinde yüz binler insanın imanını tahkikî yapmak hasenesine karşı benim gibi bir biçarenin hüsn-ü niyetle, kuvvetli emarelerle inâyet-i İlâhiyeden tasavvur ettiği bir müjde-i Kur’âniyenin tefehhümünde bir yanlış, belki yüz yanlış varsa da o hasenata karşı gelemez, setr-i uyûb perdesini yırtamaz. Her neyse..”.

Zamanla Üstad Hazretleri diyor ki “Evet, ben ona hakkımı helal ettim ama sonradan Kur’an onu affetmedi.” Çünkü Kur’an’ın hakkı ve hukuku var. Orada ona tecâvüz ettiğin için o seni affetmiyor. Burada herkes bu gıybet meselesine çok dikkat etmeli. Bu kadar itibarı olan insanları böyle gelişigüzel itibarsızlaştırmaya gayret etmek gayretullaha dokunur.

Onun için biz de bu noktalara âzamî derecede imtinâ gösteriyoruz. Bu tecâvüzlerin neticesi olarak Risâle-i Nurun îtîbârını sarsmaya çalışıyorlar. Hâlbuki Risâle-i Nurları ademe mahkum ettiğiniz takdirde bu maarifi ıslah etmeniz mümkün değil. Bu pozitivizmin etkisinden maarif çıkamaz. Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki huzursuzluğun da ana sebebi Risâle-i Nur’u dinlemeyişimizdir.

DİKKAT, HER ŞEYE DİKKAT

Arkadaşlar, Üstad diyor ki Türk unsur içinde kâbil-i iltiyâm olmayacak yani kapanması mümkün olmayan öyle bir yara açılacak, öyle bir inşikâk çıkacak ki Allah korusun, iç savaş demek bu.

Bugün Üstadın ortaya koyduğu rakam şudur: Türk unsuru derken Türkiye’nin yüzde otuzu Türktür, yüzde yetmişi gayr-i Türktür. Allah korusun, Avrupa’yı dört yüz sene musibetlerin içine sokan fitne, Türkiye’nin içine daha müşahhaslaşarak girerse bu işin içinden biz nasıl çıkarız? Huzurumuzu nasıl kazanırız? Dikkat, her şeye dikkat.

Arkadaşlar, bugün ben size bir söz vermiştim ama zamanımız geçti. Onun için onu gelecek dersimize bırakalım.

26 Ocak 1970’te bir siyasi serüven başladı. Vallâhi de Billâhi de şu Risâle-i Nur’un hakkı için söylüyorum, bizim siyasi bir meselemiz yok. Ama Üstadın siyasî mesleğinin vûzûha kavuşması açısından “Üstadımız netice de haklı mı çıkıyor, haksız mı? Siyâset-i İslâmiyesiyle ve içtihatlarıyla doğru mu yapmış yoksa yanlış mı?” Bu mukâyeseyi insaflı ölçülerle yapmak gerekiyor.

Bütün ikazlara rağmen bizzat ağabeylerimiz dahi, canla başla girdikleri o siyasî hareketin içinden 1977’de Tevfik Paksu ayrı, yirmi kişi ayrı olarak teker teker maddeler halinde ortaya koyarak “hadi Allah’a ısmarladık!” demişler ve bir daha görüşmemek üzere ayrılmışlar.

Biz bunu söylerken sakın yanlış anlaşılmasın. Biz Müslümanların düşmanı değiliz. Kimseyle hasım değiliz. Yalnız biz, İslâmiyet’i ve imanı ilgilendiren meselelerde bir eksiklik olduğu zaman telaşlanıyoruz. Üstad nasıl demokratların devrilmesi ile ilgili İslâmiyet için telaşlanıyorum diyor. Bizim de telaşımız oradan geliyor. Yoksa biz kimseyi ne hasım ne düşman olarak görmüyoruz. Onlar bizim mümin kardeşimiz. Ama yöntem meselesinde bir yanlış varsa biz o yöntemin karşısında oluyoruz, izâh ediyoruz.

Cenâb-ı Hak inşâllah imkan ve sağlık verirse meselemize temâs eden maddeleri size okumak benim boynumun borcu.

Okunma Sayısı: 1384
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • İ. Seyda

    14.8.2022 17:17:03

    Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun: " Kimseyle hasım değiliz. Yalnız biz, İslâmiyet’i ve imanı ilgilendiren meselelerde bir eksiklik olduğu zaman telaşlanıyoruz. Üstad nasıl demokratların devrilmesi ile ilgili İslâmiyet için telaşlanıyorum diyor. Bizim de telaşımız oradan geliyor. Yoksa biz kimseyi ne hasım ne düşman olarak görmüyoruz. Onlar bizim mümin kardeşimiz. Ama yöntem meselesinde bir yanlış varsa biz o yöntemin karşısında oluyoruz, izâh ediyoruz."

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı