Said Nursî’nin hayatında Ağustos ayı önemli bir yer tutar. Bunlardan ilki 1915 yılında talebeleriyle gönüllü alay teşkil edip eğitime başlamasıdır. Bediüzzaman talebelerini hem imanlı, âlim ve cesur, hem de gayet güzel nişancı yetiştiriyordu. Ermeni Taşnak komitesi mensupları onlardan çekinip dağılıyor ve başka yerlere çekiliyorlardı. Bu konu Risale-i Nur’da şöyle anlatılmaktadır:
“Eski zamanda Eski Said’in talebeleri, Üstadlarıyla şiddet-i alâkaları fedâilik derecesine geldiğinden, Van-Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedâileri çok faaliyette bulunmasıyla, Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup, medresesi bir vakit asker kışlası gibi, silâhlar, kitaplarla beraber bulunuyordu.” (Tarihçe-i Hayat, s. 518)
Daha sonra Ruslara karşı çetin mücadelelere girişti. Başarılı hizmetlerde bulundu. Bazı talebelerini şehit verdi, kendisi de esir düştü. Sibirya’ya sürgün edildi. Bediüzzaman esir edildiğinde düşman kumandanına, “Bitlis’i geçemeyeceksiniz ve burayı da kısa zamanda terk edeceksiniz” diyordu. Söyledikleri gerçek oldu. Bediüzzaman’ın gönüllü alay komutanı olarak talebeleriyle birlikte gösterdikleri kahramanlıkları yakından takip eden Enver Paşa, bu esnada yazılan İşaratü’l-İ’câz tefsirinin basımı için gerekli olan kâğıdın parasını şahsî gelirinden ödemiştir. Bediüzzaman’ın, Rusya esareti dönüşünde Enver Paşa’nın girişimleriyle, hükümetin ortak oyu ve şeyhülislamın teklifiyle padişahın onayına sunularak, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye azalığına seçilmesi sağlanmıştır. Enver Paşa, Bediüzzaman’a Harbiye Nezareti adına ordunun iftihar madalyasını takdim ettiği gibi, ilmiye sınıfının en yüksek ikinci rütbesi olan “mahreç mevleviyeti” payesinin verilmesine de önayak olmuştur.
Risale-i Nur’un gittikçe yayıldığını, îman ve İslamiyetin kuvvetlenmeye başladığını anlayan gizli din düşmanları, “Bediüzzaman; gizli cemiyet kuruyor, rejim aleyhindedir; rejimin temel nizamlarını yıkıyor” gibi uydurma ve hükûmeti aldatıcı tertip ve ittihamlarla 1935 senesinde Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde, îdam kastıyla ve muhakkak sûrette mahkûm edilmesi direktifiyle hakkında dava açtırılıyor. Bunun üzerine, İçişleri Bakanı ve Jandarma Genel Komutanı, teçhiz edilmiş askerî bir kıt’a ile birlikte Isparta’ya geliyorlar. Isparta-Afyon yolu boyunca süvari askerleri yerleştiriliyor. Isparta vilayeti ve etrafı askerî birliklerle kontrol altında bulunduruluyor.
Bir sabah vakti, Bediüzzaman talebeleriyle beraber, elleri kelepçeli olarak kamyonlarla Eskişehir’e sevk ediliyor. Yolda, Bediüzzaman ve talebelerine yakın bir ilgi duyan Müfreze Komutanı yüzbaşı Ruhi Bey, kelepçeleri çözdürüyor. Bu sûretle, namazlar kazaya bırakılmadan yola devam ediliyor. Gerçeği ve Bediüzzaman’ın masumiyetini idrak eden Müfreze Komutanı, Bediüzzaman ve talebelerinin bir dostu olmuştur. Yüz yirmi talebesiyle Eskişehir Hapishanesine getirilen Said Nursî, tam bir tecrid-i mutlak içerisine alınarak, kendisine ve talebelerine dehşetli işkenceler tatbikine başlanıyor. Bediüzzaman, kendisine yapılan bu işkence ve azaplara rağmen, Otuzuncu Lem’a ve Birinci ve İkinci Şuaları yazıyor. Hapisteki birçok kimseler Bediüzzaman hapse girdikten sonra ıslah-ı nefs ederek dindar bir hale geliyorlar. Gizli dinsizler, Isparta havalisinde “Bediüzzaman ve talebeleri îdam edilecek” diye propagandalar yaptırarak, korku ve dehşet saçıyorlar. Diğer taraftan Bediüzzaman’ın hapse konulmasından doğabilecek muhtemel bir isyan hareketinin meydana gelmesinden korkan istibdat ve zulüm devrinin başbakanı, doğu illerine seyahate çıkıyor. Hâlbuki Bediüzzaman, ömrü boyunca müsbet hareket etmeyi düstur edinmiş, “Birkaç adamın hatasıyla yüzer adamların zarar görmesine sebep olunamaz” demiştir. Bunun içindir ki, yapılan o kadar gaddarane zulümler sırasında bir tek olay meydana gelmemiş ve Said Nursî, talebelerine daima sabır ve tahammül ve yalnız îman ve İslamiyete çalışmayı tavsiye etmiştir.
19 Ağustos 1935 tarihinde Eskişehir mahkemesi Bediüzzaman’a Tesettür Risâlesi bahanesiyle kanaat-ı vicdaniye kullanarak 11 ay hapis ve Kastamonu’ya sürgün cezası verdi. Bediüzzaman tahliye edildiğinde polis gözetimi altında mecburi ikamet için Kastamonu’ya gönderildi. Hâlbuki isnat edilen suç sabit olsaydı, Bediüzzaman’nın îdamına ve arkadaşlarının da hiç olmazsa ağır hapsine hükmedilecekti. Nitekim bu yersiz karara Bediüzzaman îtiraz etmiş ve bu cezanın bir beygir hırsızına veya bir kız kaçırıcısına lâyık olduğunu belirterek, kendisinin ya beraetine veya îdamına veyahut yüz bir sene hapse mahkûmiyetine hükmedilmesini ısrarla istemiştir. Bediüzzaman hapiste iken harika olaylar olur. Üstad Kastamonu’da iken, Isparta’daki talebeleriyle irtibatını sürekli devam ettirmiştir.
Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin Haziran 1944’te berâet kararı ile hapisten tahliye edilen Nur talebeleri memleketlerine gitmişler; Bediüzzaman ise, Ankara’dan bir emir alıncaya kadar Denizli’de kalmıştır. Adliyede bazı kimseler Nurlara yakın ilgi göstermişler ve Denizli’de neşrine çalışmışlardır. Daha sonra Nur dairesinde “hâkim-i âdil” ünvânıyla anılan mahkeme başkanı, üyeleri ve hizmetleri dokunan hamiyetperverler, âdilâne karar ve gayretleriyle bütün ehl-i îmânın sevinçlerine vesîle olmak gibi mânevî ve ebedî parlak bir makam kazanmışlardır. Said Nursî, Denizli’de iki ay kaldıktan sonra, 1 Ağustos 1944 tarihinde Emirdağ’da zorunlu ikamete tabi tutuldu. Üstad ilk önce bir otelde kaldı, sonra kira ile bir eve yerleşti. Ev kirasını da kendisi öder.
Emirdağ’ında devamlı gözetim altındadır. Üstadın, bahar ve yaz mevsimlerinde mutlaka kırlara çıkmak âdeti idi. Yalnız başına gider, birkaç saat kalır, sonra evine dönerdi. Kırlara çıktığı zaman, çok defa arkasından takip ettirilirdi. Bazen bekçiler, bazen jandarmalar takip ederdi. Hattâ bir defa arkasından kurşun attırılmış, fakat isâbet etmemiştir. Birgün, bir resmî memur, arkasından koşarak, “Dışarı çıkmak yasak. Başına bere koyamazsın, sarık saramazsın” diye kölelere bile söylenmeyecek ifadeler kullanmış ve Üstad da geriye dönmüştür. Denizli hapsinin bir aylık sıkıntısını, bazen bir günde Emirdağ’ında çekiyordu. Üstad ile görüşebilmek pek zordu. Emirdağ’ında ilk defa Üstadla yakından ilgilenen Çalışkan’lar ailesi, kasabalarına sürgün edilen bu âlim ve fâzıl ihtiyar zâta yakından dostluk göstermişler ve hizmetine koşmuşlardır. Sırf Allah rızası için olan bu irtibatlarını kötü yorumlayanların yalan ve iftiralarına aldırmayarak, ilgilerini gevşetmemişlerdi. Çalışkan’larla birlikte Emirdağ’ında birçok sâdık mü’minler Nura talebe olmuşlar, Üstadın nurlu hizmetine katılmışlar; Nur Risâlelerini okuyup yazmaya ve etrafa neşre başlamışlardı.
Said Nursî, Emirdağ’ını bir dershâne-i Nuriye mânâsında kabul ettiğini söyler. Sav, Barla, Emirdağ, Eflâni gibi Nurların ekseriyetle yayılıp okunduğu kasaba ve köyleri, birer dershâne-i Nuriye ünvânıyla yâd ederdi. Kendi köyü olan Nurs gibi, sağ ve ölü bütün halkına, mâsum çocuklar ve mübârek hanımlarına duâ eder, mânevî kazancına hissedar ederdi.
Said Nursî, “Benim îdâmıma çalışanlar dahi eğer Risâle-i Nur’la îmanlarını kurtarsalar, Risâle-i Nur’a sarılsalar, kardeşlerim, siz şâhit olunuz, ben onlara hakkımı helâl ediyorum” demiştir. (Bkz. Tarihçe-i Hayat, Şualar, Lem’alar, Kastamonu ve Emirdağ Lahikaları)
23 Ağustos 1953 tarihinde Bediüzzaman Isparta’ya yerleşmek üzere geldi. Burada açılan bir dava daha sorgu hâkimliğinde iken reddedilmesi üzerine Bediüzzaman’la ilgili mahkemeler devri kapanmıştır.
AHMET ÖZDEMİR
[email protected]