"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Şeriat, tarikat ve san’at

09 Şubat 2014, Pazar
′Dede Efendi biraz da şairdir. Hem Fârisi, hem de Türkçe bir miktar şiirleri vardır. Vaktiyle sabâ âyîni üçüncü bendine ilâve ettiği, Ey maksudu âşıkan olan Mevlânâ Ey neş’eyi mü’minîn olan Mevlâna Bîçâreleriz halimize rahm eyle Bîçârelere muîn olan Mevlânâ

rubâisi pek başarılı olmasa da kalemini tecrübe anlamında ilk yazdığı manzume eseri idi…” 1
Rauf Yekta orijinal ismi “Esâtizi Elhan-Mûsıkî Üstatları” olan Osmanlıca yazılmış, Dede Efendi hakkındaki kıymetli tesbitlerine böyle devam ediyor. Bu eserinden öğrendiğimize göre, Dede henüz bir hamamcının oğlu sıfatını taşıyordu. Sıbyan mekteplerine yeni başlayan çocuklar için düzenlenen “amin alayı” merasimlerinde ilâhicibaşılık yapıyordu. O devrin mûsıkî üstatlarından Seyyid Mehmet Emin Efendi, çocuklarından birisinin Çamaşırcı Mektebi’ne başlaması esnasında küçük İsmail gibi bir dehâyı keşfetmiş ve onu talebeliğine almıştı.
Dede genç yaşlarında Mevlevîlik Târikatine muhabbet duymuş, Yeni Kapı Mevlevîhanesine devamla mûrid olmuş. Farraşlık yapmış, mutfak işleri gibi çeşitli kademelerde görev almış. Edep âdap öğrenmiş. Tennûre giymiş, çile doldurmuş, nefis terbiyesini ikmal etmiş, Derviş İsmail diye anılır olmuş, yine burada Mevlevî dedesi olmuştur. Dergâhta naathanlık yapmış, Mevlevî semaları için Mesnevî’den ve divanlardan manzumeler bestelemiş, hicaz makamında bestelediği,

“Ey çeşmi âhu hicrinle tenhalara saldın beni     Çün nâfe bağrım hûn edip sahralara saldın beni   Ey kâmeti servi semen salınmada ellerle sen
Haşr olalım dedikçe ben ferdalara saldın beni”

Bestesi İstanbul musıkî âlimlerince çok beğenilmiş o günlerde dilden dile dolaşır olmuştu. Bu ve benzer besteleri, bilinenden farklı form ve usûllerde olduğu için zamanın mûsıkî üstatlarınca erişilmez kabul edilerek, o çevrelerde nam salmış, besteleri konuşulur olmuş. Nâmı saraya kadar gitmiş. Mûsıkî zevki ve bilgisi olan II. Mahmut’un ihsan-ı şahâne ve iltifatına nail olmuştur.
Rauf Yekta eserinde, şu serzenişte de bulunmadan edemiyor. Dedenin, Batı’da Alman Musıkî dâhisi diye anılan Wagner seviyesinde bir bestekâr olduğunu belirtiyor. Ancak Wagner hakkında bir kütüphane dolusu araştırma olduğu halde, Dede hakkında çok az sayıda eser ve araştırmanın bulunmasının kendisini bir hayli üzdüğünü ifade ediyor. Sonunda, “Dede adeta unutulmaya terk edilmiştir” diyor.
***
Cumartesi günleri İlim, kültür, tarih, san’at ve lâtife yüklü Osmanlıca okumalarımız bu minval devam ederken, arkadaşlarımızdan bir dâvet alıyoruz “Arkadaşlar! Çarşamba günü Galata Mevlevîhânesi’nde semâ programı var. Müsait olanlar buyursunlar.” Zihnimden gitmeye karar vermiş ve İnşallah demiştim. O günü merakla bekledim. Akşam mevlevîhânenin kapısına ulaştım. Kapalıydı. Demir parmaklıklardan içeriye bir göz attım, kimsecikler yoktu. Telâşla kapının tam karşısında, basamakla çıkılan bir dükkâna girdim. Kapının açılıp açılmayacağını sordum. Müşterileriyle ilgilenen adam, anlayamadığım bir cevap verdi. İşinden alıkoydum düşüncesiyle hemen dışarı çıktım. Kapıya daha yakın olan vitrininde semazen bibloları bulunan yandaki dükkâna girdim. Kasadaki yaşlı beyefendiye sordum, “Onlar şov başlamadan önce kapıları kapatıyorlar, gelip gidenler rahatsız etmesin diye” dedi. Teşekkür ederek birkaç saniye önce önünde bulunduğum kapıya döndüm.
Zihnimden “Dergâh kapıları açılana kadar beklenilmesi gereken kapılardır. İçeri girmesem de sonuna kadar beklemeliyim. Hazreti Pîr’in kapısındaki sabır imtihanını kazanmalıyım” diye düşünceler geçiriyordum ki o sırada öğrenci olduğunu anladığım iki hanımefendi daha kapıya geldiler. Programa geldiklerini, internetten satın aldıkları biletlerinin de olduğunu söylediler. İçimden, “Eyvah! Demek biletle giriliyormuş, oysa ben camiye gider gibi gelmişim. Galiba işim daha da zorlaştı” dedim. Az sonra kapının arkasında resmî giysili bir güvenlik görevlisi belirdi. Ona, programa geldiğimizi söyledik, o da programın başladığını, bundan sonra da kimsenin alınmayacağını belirtti. Yanımdaki hanımefendilerin “Ama bizim biletimiz var...” demeleri üzerine, “O halde buyurun sessizce girebilirsiniz” sözünü duyar duymaz, biraz da kural tanımazlığımı gösterircesine çoktan Semâhane’nin yolunu tutmuştum bile...
Birkaç mermer basamağı çıkarak heyecanla ahşap kapıdan içeri girdim. Mevlevîhâne, Sultan II. Bâyezid tarafından İskender Paşaya yaptırılmış. Semâhâne bölümü sekizgen mimarî plân olarak, mihraplı minberli küçük bir mescit hüviyetinde. Dergâhın iç mekânı tamamen tahta döşemeyle kaplı. Tevhidhâne denilen yerde sema yapılıyor. Onu çevreleyen az yüksek korkuluklarla çevrili dar alan ise, izleyicilere ayrılmış, sandalyeler konulmuş. Üst kat mahfil, kafesli, “bacılar” bölümü olarak anılmakta. Sekiz köşeyi güzel bir hatla yazılmış, asılı Lafzatullah, Efendimizin (asm) ismi, dört halifeyle, Hasan ve Hüseyin Efendilerimizin ismi şerifleri süslüyor. Minberin üst kısmına gelen yer ise “Hünkâr mahfili” olarak ayrılmış. Çünkü, Osmanlı Sultanlarından III. Selim ve II. Mahmud  Hz. Mevlânâ  müntesibi olarak buradan zikir, semâ ve duâ meclislerine katılıyorlarmış.
Girdiğimde, içerisi sessizliğe bürünmüş, çıt çıkmıyordu. Ney, dere kıyısındaki kamışlıktan ayrıldığı günden bu yana çektiği hasretin hikâyesini hazin nâmelerle dâvetlilerin kulağına yayarken, ben de gözümü yummuş, onu ruhumda nasıl yankılandıracağımın planlarını kuruyordum. Ayakta, duvara yaslanmış vaziyetteydim. Bir ara gözlerimi açtım. Tam karşımda arkadaşlar beni yanlarına dâvet için işaret ediyorlardı. Hâlbuki benim kışlık botlarım, bulunduğum yerden kımıldasam ahşap döşemelerin ses çıkarmasına değil, âdeta bağırmasına sebep oluyordu. Terlemeye başladım. Nihayet çok küçük adımlarla uzun zaman sonra oturacağım yere ulaştım. Ama iki sebepten dolayı oturduğum sandalyede rahat edemiyor ”Âyin-i şerif”in zevkini hissedemiyordum.
Birincisi, telâşla cep telefonumu kapatmadığımı hatırladım. Şimdi kapatsam kapatma sesi çok yüksek çıkıyordu. Nihayet profilden sessize almak aklıma geldi. Oh! Rahatlamıştım. İkinci sıkıntım ise, içeriye Akşam namazını kılmadan girmiş olmamdı. Program Akşam namazından evvel başlamış olmasına rağmen, buradaki Müslümanlarda namaz telâşı görülmüyordu. Bu ihtiyacımı karşılamadan da bu programdan zevk alamazdım. Nihayet karar verdim. İzleyicilerin arkasına düşen mihrabın bulunduğu duvara döndüm. Dikkat çekmemek için oturarak Akşam namazımı kıldım. Gören bazı kişiler de aynı yerde namazlarını kıldılar.
Oh! Şimdi serinleyebilir, karşımda sergilenen güzelliklerden bediî zevk alabilirdim. Bak işte ney, inliyor ve inletiyor. Kudümün küçük tokmakları kuyuya atılan çakıl taşları misali düşünce kuyumu taşlamaya başladılar bile... Zevki selimimin halkalarını görür gibi oluyorum. Rebap, Evliya Çelebinin rivayetinden yola düşerek hayalimi Hz. Süleyman’ın önünde çalındığı çağlara götürüyor. Bak işte kanun, harika bir varlık olarak yaratılmış insanın sadece enstrümanlardan değil, parmaklarının dokunduğu her nesneden ruhları doyuracak nâmeler yayabileceğini söylüyor. Tambur, derdini o tok sesiyle bir ”âvâzeyi Dâvud” gibi âleme salıyor. Bendir ise, nice derviş zikirlerine eşlik etmiş olmasının mütevâzi keyfini çıkarıyordu.
Genç, yaşlı herkes Hz. Mevlânâ’nın semâsını tabir câizse nefes almadan, kendini nefis muhasebesine vermiş, bir kutsalı seyreder gibi izliyorduk. Kadın-erkek karışımı izleyenler nasibine göre bediî bir zevkin içindeydi. Lâkin bu zevk, hissettiğim kadarıyla nim zevk (yarım zevk) idi. Ruhların asıl dinginliğini, mutmainliğini, sağlayamamış bir zevk idi.

 Kısacası sadece bu dünyada gözümüze, kulağımıza hitap etmiş biraz sonra sönecek bir zevkti. Hâlbuki bizim inancımızda, meşrû ve mübâh bu tür zevklerin âhirete kadar uzanması da mümkündü. Bence, ortalıkta bir sükûnet vardı, ama sekînet oluşamamıştı. Niçin mi? Çoğunluğu İslâm cemaati olan bu seyirci, Şeriat’in iki ana unsurunu çiğniyorduk:
1- Üst katın hanımlara ait olduğunu bildiğimiz halde dergâhın hakkını vermeyerek kadın-erkek aynı alanı paylaşıyorduk.
2- Cemaatin tamamına yakını “farz-ı ayın” olan Akşam namazını kılmıyor veya kazaya bırakıyorduk.
Görünüşte bu sanatsal gösteri bir târikatın estetik tablosuydu. Ama bu târikat İslâm Şeriatının eseri olarak ortaya çıkmamış mıydı? Hâlbuki târikat Şeriati daha titiz yaşamak için açılmış bir yoldu. Bir târikatta Şeriatin hükmü asla çiğnenemezdi.
***
Çoktandır adetlerimiz gibi bediî zevklerimizi, algılamalarımızı da Batı standartlarına göre konuşlandırdık.
Mevlevîliğin veya diğer târikatların İslâm Şeriatı ile olan ilişkisini kestiğimizde, onların ritüelleri birer tiyatral gösteri olmaktan öte geçmez. Bu renkli tablolar, zevkler gel-geç olur. Meclisin zevki, gösteri dağılınca dağılıp gider. Bence bizim san’atlarımızı Batı san’atlarından, zevklerimizi Batı zevklerinden ayıran ince, fakat sağlam bağ, Şeriatla olan bu irtibat olsa gerek. Mevlânâ’nın semâsı tiyatral gösteri olamaz. Zikrin, duânın, tefekkürün kültür ve san’ata dönüşmüş halidir. Şeriata dayanan bu tür gösterilerin, motiflerin, figürlerin mü’minlerde aks-ı sedası olur. Bu haller meclis dağılınca da sürer gider. Günlük hayatın içine döndüğümüzde gecenin bir kısmında veya gündüzün bir yerinde o güzellikleri bize sunanlara teşekkür eder, o güzelliğin asıl sahibine, Rabbimize secde ederiz. Tıpkı Hz. Mevlânâ’nın sokakta aynı duygularla dolaştığı, Selahattin Zerkubi’nin bir demirci dükkânından gelen tempolu çekiç sesleriyle cûşu-hurûşa gelerek sokakta semâ ettiği gibi.
Bizim kadim zevklerimiz, meşrû ve mübah diye adlandırılan, içinde haramı olmayan, âdiyattan, nefsânilikten uzak, âliyattan zevkler idi. Geçici değil, bir ömürlük de değil, ta ahirete uzanacak muhtevadaydı.
Hz. Mevlânâ’nın Mesnevîsini okuduğumuzda onun semâsının insan fıtratına hitap ettiğini, aklı selim, kalbi selim, zevki selim üzerine kurulduğunu daha iyi anlıyoruz.
Dışarıda beyefendinin “Onlar ‘şov’ başlayınca kapıları kapatıyorlar” cümlesindeki nitelendirmesi asla doğru olamaz. Ama bizim de aslî değerlerimize bir an önce netleşerek dönmeye başlamamız gerekmez mi?                                                 
 
Kaynak: 1- Esâtîzü Elhân – Rauf Yekta Dârül Elhân’da Türk mûsıkîsi nazariyatı ve tarihi muallimi, 1924 İstanbul.
 
 
 
MUHSİN DURAN
[email protected]
Okunma Sayısı: 1267
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı