"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Siyer-i Nebî

17 Temmuz 2011, Pazar
Siyer; sîret'in çoğulu olup sözlükte sîretler, ahlâk, yüksek vasıflar, yol, gidiş, hâl ve hareket demektir. Peygamberlerin hayatlarını her safhasıyla anlatan ve onların ahlâkından bahseden eserlere “siyer-i enbiya” denilir. Konusu, Hz. Muhammed’in (asm) hayatı, yüksek ahlâkı ve yaşayışı olan, onun gaye ve cihanı irşad eden mesleğinden bahseden eser(ler)e de “Siyer-i Nebi” veya “Siyer-i Seniyye” denmektedir.

Resul-i Kibriya Efendimizin (asm) hayatı siyer kitaplarında genel olarak iki ana bölümde ele alınmaktadır: Mekke hayatı ve Medine hayatı.
Mekke dönemi, siyer kitaplarında yeterince teferruatla anlatılmış, Medine döneminin önemli bir kısmı ise ihmal edilmiştir. Hâlbuki Resul-i Ekrem’in (asm) Medine hayatı her bakımdan önemli olaylarla doludur. Peygamber Efendimiz (asm) orada bütün kişiliği ile mü’min insanı oluşturmuş, İslâm toplumunun temellerini atmıştır. Resulullah (asm), orada, her aileye örnek olacak bir aile hayatı yaşamıştır. “Sahabe-i Kiram” veya “Ashab-ı Kiram” adıyla bildiğimiz ve Resul-i Ekrem (asm) ile birlikte yâd ettiğimiz ebedî arkadaşlığın sırlarını da burada bulmak mümkündür. Orada, toplumdaki ahlâk anlayışı kökten değişmiştir. Yine İslâm’ın farklı dünya görüşleri ve çeşitli devletlerle karşılaşması da bu dönemdedir.
İslâm Mekke’de doğmuş ve Medine’de yayılmaya başlamıştır. İslâm’ın Arabistan’da ve Arabistan dışında yayılması daha çok Medine döneminde gerçekleşmiştir. 23 yıllık dönemi kapsayan Peygamberlik hayatı, dünyaya her yönüyle örnek alınması gereken bir “Asr-ı Saadet” modelinin sunulduğu dönem olmuştur. Bu dönemde İslâm’ın her alanda yaşanılabilir olduğu bütün insanlığa uygulamalı olarak gösterilmiştir.
Bütün bunların merkezinde yer alan Resul-i Ekrem’dir (asm). Bir siyer kitabı, bu bağlamda çok geniş kapsamlı olmalıdır. Bu arada bir üzüntümüzü de belirtmek istiyoruz. Siyer kitaplarında gaza/gazvelerin (savaşlar) ön plana çıkması üzüntü vericidir. Sanki Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz, hicretin ardından hemen savaşlara başlamış gibi, siyer yazarları hicret konusunu bitirir bitirmez hemen onun gazvelerini ele alırlar.
Siyer kitaplarında Medine dönemi ele alınırken şu başlıklar ilk anda dikkatimizi çekmektedir:
Hicretin ikinci yılında Büyük Bedir Savaşı,
Hicretin üçüncü yılında Uhud Savaşı,
Hicretin dördüncü yılında Beni Nadir Gazvesi,
Hicretin beşinci yılında Hendek Savaşı,
Hicretin altıncı yılında Hudeybiye Antlaşması,
Hicretin yedinci yılında Hayber’in Fethi,
Hicretin sekizinci yılında Mekke’nin Fethi ve Mute seferi,
Hicretin dokuzuncu yılında Tebük seferi,
Sonra Arabistan’ın çeşitli yerlerinden Müslüman olmak üzere elçilerin gelmesi,
Daha sonra da Resul-i Ekrem’in (asm) vefatı.
Bu başlıkları görünce insanın aklına ilk önce neler gelir dersiniz?
Sanki Peygamber Efendimizin (asm) hayatı peş peşe devam eden savaşlardan ibarettir! Sanki İslâm savaş dinidir(!) Hâlbuki İslâm, “selm” kökünden gelmektedir. Selm ise, barış, barışıklık ve sulh demektir.
Yapılan savaşlar elbette ki sırasıyla anlatılacaktır; fakat savaşlar kadar önem taşıyan manevî fetihlere de yeterince yer verilmelidir. Burada hemen şunu ifade edelim ki:
O zamanda yapılan savaşlarda kılıç, mızrak, ok ve yay kullanılmaktadır. Karşılaşmalar da uzun sürmemektedir. Karşılıklı birkaç defa hücumdan sonra sonuca ulaşılmaktadır. Birkaç saat sonra savaşın mağlûbu çekilmekte, galibi belli olmaktadır.
Meselâ, şu örneklere bir bakalım:
Uhud Savaşı belki en çok bildiğimiz ve detaylı anlattığımız savaştır. Bu savaş bile, peş peşe yaşanan karşılıklı üstünlük ve çekilmelere rağmen sadece bir gün sürmüştür. Her şey Şaban ayının 15’ine rastlayan Cumartesi gününde tamamlanmıştır.
Hendek Savaşı, Peygamber Efendimizin (asm) en uzun gazvesi olmakla birlikte birkaç haftada bitmiştir. Uzun sürmesinin gerçek sebebi, adı üstünde, hendek kazılmakla geçen zamandır.
Resulullah’ın (asm) hayatında savaşların toplam süresi iki ayı bile bulmamaktadır. Mute Savaşı gibi bazı savaşlara kendileri değil, görevlendirdiği sahabeler komutanlık yapmışlardır. Seriyye dediğimiz küçük birliklere de Resulullah (asm) komuta etmemiştir. Yapılan savaşlarda Müslümanların şehit sayısı 139 iken, düşmanlarının ölü sayısı 112’dir. Günümüzde yapılan savaşlarla kıyaslandığında günümüz savaşlarında ortaya çıkan vahşet görüntülerinden dolayı dehşete kapılmaktan kendinizi alıkoyamazsınız.
Peki, bu zaman dışında Resul-i Ekrem (asm) Efendimiz ne yapmıştır, nelerle meşgul olmuştur?
Peygamber Efendimiz (asm) savaşlara giderken bile fert ve toplumun terbiyesiyle meşgul olmuş, her fırsatı değerlendirerek insanları Allah’a, imana ve İslâm’a dâvet etmiştir. Vahşi ve âdetlerine mutaassıp bir toplumdan medenî bir toplum çıkarmıştır. Meselâ Hudeybiye Antlaşması Müslümanlar aleyhine görülmekle birlikte İslâm tarihinin önemli bir fütuhat başlangıcıdır. Bediüzzaman, Hudeybiye Antlaşmasını şöyle değerlendirmiştir:
“Çendan zâhirî İslâm aleyhinde görülmüş ve Kureyşîler bir derece galip görünmüş olduğu halde, mânen, Sulh-u Hudeybiye mânevî büyük bir fetih hükmünde olacak ve sair fütuhatın da anahtarı olacak diye ihbar ediyor. Filhakika, Sulh-u Hudeybiye ile çendan maddî kılıç kılıfına muvakkaten konuldu. Fakat Kur’ân-ı Hakîm’in bârika-âsâ elmas kılıcı çıktı; kalbleri, akılları fethetti. Musalâha münasebetiyle birbiriyle ihtilât ettiler. Mehâsin-i İslâmiyet, envâr-ı Kur’âniye, inat ve taassubât-ı kavmiye perdelerini yırtarak hükmünü icra ettiler. Meselâ, bir dâhiye-i harp olan Hâlid bin Velid ve bir dâhiye-i siyaset olan Amr ibnü’l-Âs gibi, mağlûbiyeti kabul etmeyen zatlar, Sulh-u Hudeybiye ile cilvesini gösteren seyf-i Kur’ânî onları mağlûp edip, Medine-i Münevvere’ye kemâl-i inkıyad ile İslâmiyete gerdendâde-i teslim olduktan sonra, Hazret-i Hâlid, bir seyfullah şekline girdi ve fütuhat-ı İslâmiyenin bir kılıcı oldu.” 1
Resul-i Ekrem (asm) Efendimiz, “Şu cezîre-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukùl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.” 2
Asr-ı Saadet’te gördüğümüz savaşları yalnızca sebep-sonuç ilişkileri açısından ele alsak bile, İslâmiyet’in savaş dini olmadığı ortaya çıkacaktır. Aslında savaşlar son çare olmuştur. Bu savaşlar; ya bir savunma ve huzurun/güvenliğin sağlanması içindir, ya da Allah adının yüceltilmesine ve adaletin sağlanmasına yöneliktir.
Burada mevcut siyer kitaplarını teker teker ele alıp tenkit etmek gibi bir niyetimiz de yoktur. Eksikler ve yanlışlar olabilir. Bunların Resul-i Ekrem’i (asm) tanımak ve tanıtmak için iyi niyetle yapılmış çalışmalar olduğunu kabul ediyoruz. Bu yönüyle her çalışma ayrı ayrı tebrike lâyıktır.
Peygamber Efendimizin (asm) hayatını anlatan kitaplarda genellikle “nebi” ve “resul” kelimeleri pek sık kullanılmaktadır. “Peygamber” kelimesi ise dilimize Farsça’dan geçmiştir. Peygamber sözlükte, haber getiren, haber ulaştıran, haberci, Allah'ın elçisi, Allah tarafından haber getirerek İlâhî emir ve yasakları insanlara tebliğ eden elçi, nebi, resul anlamına gelmektedir.
Nebî kelimesi, haber anlamına gelen nebe’ kökünden alınmıştır. Lügatte; haber getiren, peygamber olarak geçer. Nebî; kendisine melek tarafından vahiy veya kalbine ilham olunan, ya da, salih rüyâ ile uyarılan zât demektir.
Resûl kelimesi ise, yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile ümmete veya bütün beşeriyete Allah tarafından İlâhî hükümleri tebliğ etmek için gönderilen zat (mürsel) manasındadır.
Nübüvvet de; akıl sahibi kulların üzerlerindeki dünya ve âhiret işleri hakkında, Allah ile kulları arasında yapılan elçilik demektir.
Bazı âlimlerimiz resul ile nebi kelimelerini eş anlamlı olarak kabul etmişlerdir. Bazı âlimlerimiz de, “manaları farklıdır, fakat kullanışta aynı şey için kullanılmıştır” demişlerdir. En doğrusu, aralarında genel ve özel farkı olduğudur. Bunun için "Her Resul, Nebî'dir; fakat her Nebî, Resul değildir." denilmiştir. 3
Nebîlik ve Resullük Allah vergisi olduğu, bunu da Allah'ın kullarından dilediğine ve lâyık olanına verdiği Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle açıklanmaktadır:
“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir. İşte böylece sana da emrimizle Kur'ân'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.” 4
“Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. (Peygamberi) mü'minlerden henüz kendilerine katılmamış bulunan diğer insanlara da göndermiştir. O, azîzdir, hakîmdir. Bu, Allah'ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” 5
“Onlara bir âyet geldiğinde, Allah'ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız, dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından aşağılık ve çetin bir azap erişecektir." 6
Kur’ân-ı Kerim’de bazı âyetlerde resul ile nebi kelimesi ayrı ayrı zikredilerek birbirine atfedilmiştir. Birinin diğerine atfı ise, ayrı ayrı mefhumlar olmalarını gerektirmektedir. Fakat bazen bu iki kelimenin Kur’ân’da aynı anlama geldiği yerler de vardır.
Peygamber Efendimiz (asm) hem nebidir, hem de resuldür. Çünkü o bütün nebilerin ve resullerin en sonuncusudur.

Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 56-57.
2- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 374.
3- Kadı lyaz-Şifâ l : 206.
4- Şûra Sûresi, 51-52.
5- Cuma Sûresi, 2, 4.
6- En'am Sûresi, 124.


--------------


SORU-CEVAP

SORU:
Bediüzzaman seyyid midir? Seyyid ise niçin "Ben seyyid değilim ve seyyid olanın 'Değilim' demesi günahtır" diyor?
 
CEVAP:
Öncelikli olarak Bediüzzaman eserlerinin hiçbir yerinde "Ben seyyid değilim" dememiştir. Fakat, "Ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor" demiştir. "Seyyid değilim" sözüyle "Kendimi seyyid bilemiyorum" sözü arasında ise çok fark vardır. Bu açıdan Bediüzzaman’ın tavrıyla "Seyyid olmayan 'Seyyidim' ve seyyid olan 'Değilim' diyenler, ikisi de günahkâr… (Muhakemat, s. 46)" sözü arasında herhangi bir çelişki yoktur.
Ayrıca, Bediüzzaman eserlerinde "Ahirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beytten olacaktır" diyerek "Âl-i Beyt"ten olmanın genel çerçevesini çizer. Yani, iki türlü Âl-i Beyt vardır. Biri Peygamber Efendimiz’in (asm) soyundan gelmek anlamını taşıyan ‘Nesebi Âl’dir. İkincisi ise, Peygamber Efendimiz’in (asm) risâletinin, peygamberliğinin mirası olan değerleri taşımak, sünnet-i seniyyeyi yaşamak noktasındaki ‘Manevî Âl’den olmaktır. (Lem’alar, s. 85) Bediüzzaman ‘Âl-i Beyt’ hakikatinin çerçevesini geniş bir dairede çizerek, bir anlamda Peygamber Efendimiz’in (asm) hadisine de farklı bir yorum getirerek, kendisini ve Nur Talebelerini o dairenin içinde görür.
Bu zamanın şahıs zamanı olmadığını, cemaat zamanı olduğunu ve Nurun mesleğinde ise benlik, makam, şan, şeref gibi şeyler yerine ihlâs hakikatinin öne çıktığını dile getiren Üstad, Mehdilik vb. makamlara göz dikilmemesi gerektiğini ve bu zamanda ahiret makamlarının dahi terk edilmesine mecburiyet bulunduğunu söyler. (Emirdağ Lâhikası, s. 232-233) Yirmi sekiz senelik sürgün, mahkeme ve hapislerle dolu hayatını değerlendirdiği "Konuşan Yalnız Hakikattir" başlıklı mektubunda bu gerçeği şöyle dile getirir: “Şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannidlere kat'î kanaat verecek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur'ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın, herkese kat'î kanaat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husûle gelebilir." (Emirdağ Lâhikası, s. 317)
Emirdağ Lâhikası’nda geçen Hasan Feyzi Ağabeye ait tahlili bir mektupta Bediüzzaman’ın hem şerif hem de seyyid olduğu açık bir şekilde ifade edilmiştir. Bediüzzaman’ın bu mektuba Emirdağ Lâhikası’nda yer vermesi aynı görüşü paylaştığını gösterir. Eğer, Bediüzzaman seyyid olmadığını düşünseydi bu mektubu kitabına koymazdı ve mektubu yazan talebesini şiddetli bir şekilde azarlardı.
“Ona 'Kürdî' denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali'de (ra) görülen 'Yâ müdriken’ kelimesinin hazf ve kalbiyle 'Kürt' ima ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delâlet etmez ve onun manevi silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb'idini icap ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lâkapla maruf ve meşhur olan bu zatın Risâletin-Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürtlüğünü ispat etmek için değildir. Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakiki hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum." (Emirdağ Lâhikası, s. 75)
Bu mektupta yer alan ifadelerden şu sonuçlar çıkarılabilir: 1- Bediüzzaman hem seyyid, hem de şeriftir 2- Kürtlerin içinde doğması ve yaşaması, imtihan sırrının bir gereği olarak gerçek kimliğinin gizlenmesi içindir. 3- Bediüzzaman’ın, herhangi bir değiştirme yapmadan bu mektubu orijinal şekliyle eserine alması, mektupta yer alan düşünceleri onayladığını göstermektedir.
Ayrıca, Bediüzzaman’ın özel sohbetlerinde, Emirdağlı Osman Çalışkan ile Urfalı Salih Özcan'a vb. talebelerine (Son Şahitler, Cilt 3, s. 114, 238) hem anne tarafından Seyyid, hem de baba tarafından Şerif olduğunu söylediği hatıra notlarında yer almıştır. Bu iki Nur Talebesine özel ve istisna bir şekilde Bediüzzaman’ın böyle bir açıklamayı yapmasının sebebiyse, büyük bir ihtimalle onların üstatları hakkındaki bir kısım tereddütlerini izale etmek içindir.
Bir başka mektubunda Bediüzzaman asıl vatanının Isparta olduğuna dair bir kısım tevafuklara dikkat çeker. Bunlardan ilki Bediüzzaman’ın doğduğu yer olan Nurs Köyünün Bitlis’in İsparit nahiyesine bağlı olmasıdır. İsparit’in aslı ise, büyük bir ihtimalle Isparta’dan göç eden insanlar olmalıdır ki, bu ismi almıştır. İkinci olarak, Ispartalı olan herkesin, başka şehirlerdeki insanlara göre daha fazla Bediüzzaman’la ve Risâle-i Nur’la ilgili olmalarıdır. Üçüncüsü ise, Bediüzzaman’ın hayatının projesi olan ‘Medresetü’z Zehra’nın çekirdeğinin Isparta’da yeşermiş ve netice vermiş olmasıdır. (Bkz: Kastamonu Lâhikası, s. 159)
Sonuç olarak Bediüzzaman’ın kendisiyle ilgili bir kısım konularda perdeli konuşmasının önemli gerekçeleri vardır. En birincisi, Cenâb-ı Hakk’ın kâinata koymuş olduğu bir kanun olan ‘hikmet-i ipham’dır. Yani, Cenâb-ı Hak Kadir gecesini Ramazan ayında, eceli ömürde, Kıyameti dünyanın ömründe sakladığı gibi Mehdi’yi de asırlarda ve insanlar içinde saklamıştır. Bu sır gereği bütün zamanlar ve insanlar değerlerini kaybetmek bir tarafa, o sırra mazhar olma ihtimaliyle değer kazanmışlardır. Dünya tecrübe ve imtihan yeri olduğu için akla kapı açıldığı ve özgürlüklerin kısıtlanmadığı bir yerdir. Bu sebeple ahirzamanda gelecek Mehdi ve Deccal gibi şahıslar, ancak dakik bir iman nuruyla görülebileceklerdir.
Sebeplerinden en önemli ikinci bir sebep ise, bu zamanda iman dersinin maddî manevî, dünyevî, uhrevî hiçbir şeye âlet edilmemesine mecburiyet olmasındandır. Mehdilik gibi en kudsî bir makam bile olsa, o makama âlet edilmesine dair en küçük bir vesveseye, kuruntuya bile yol vermemek ve iman dersini dinleyen herkesin direkt iman hakikatlerinin cazibesine kapılarak ihlâsı, tahkikî imanı kazanabilmesinin yolunu açmak için ‘perde’ye ‘perdeleme’ye ihtiyaç vardır. Bu konuyu özetleyen ve toparlayan Bediüzzaman’a ait son bir sözle yazımızı bitirelim:
“O gelecek zatın ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor; yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü’minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Yakîniyet-i bürhaniye dahi, kazâyâ-yı makbûledeki zann-ı galibe inkılâp eder; daha muannid dalâlete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 11)

Okunma Sayısı: 1855
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı