"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İslâm medeniyeti akıl ve bilgi üzerinde yükselmiştir (4)

17 Ocak 2020, Cuma
Esma-i İlahiyye’nin Keşfi ve Şerhi

İslâm açısından bakınca bilimler, el-Esmâü’l-Hüsnâ’nın ve İlâhî sıfatların tecellilerinin keşfedilmesi sürecidir. Başka bir deyişle, her ilim ve sanat dalı, Yüce Allah’ın bir ya da daha fazla ismini ve sıfatını şerh etmektedir. Bu sebeple her ilmin ve her sanatın teolojik bir değeri vardır. “Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyâtın, her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki o hakikat, bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi’ tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemâlât, o san’at, kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir sûrette nâkıs bir gölgedir. / Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehası Cenâb-ı Hakk’ın ism-i Adl ve Mukaddîr’ine yetişip, hendese aynasında o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşâhede etmektir. / Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahâne-i kübrâsı olan rûy-i zeminde Rahîmâne cilvelerini, edviyelerde görmekle, tıp, kemâlâtını bulur, hakikat olur.” 45

Bilim, insanın kemale ulaşma sürecinin bir ayağı olarak düşünülmelidir. İnsandaki doğuştan gelen kuvveler; bir denge oluşturacak şekilde verilmiştir. Ancak bu kuvveler, determinist şekilde birbirini dengelemezler. Bu kuvveler arasında dengenin oluşturulabilmesi, hakikat bilgisini ve doğru ölçütleri gerektirir. Din, vahiy bu bilginin temelini oluşturur ve insanı bu bilgiyi geliştirmeye yöneltir. İslâm açısından, din-dünya ayrımın olmayışı da aslında dinî ilimler ile tabiat bilimleri ve beşerî bilimler arasında belli bir ilişkinin varlığını gerektirir. Öncelikle vahiy kitabı ile kâinat kitabının aynı ilim, irade ve hikmet sahibine ait oluşu, tabiat ilimleri ile İslâm arasındaki ilişkinin çatışma ve çelişme gibi kavramlarla değil, farklılık ve uyum gibi kavramlarla ifade edilebileceği anlamına gelir. İnsanın gerek İslâmî ilimler gerekse tabiat ilimleri ve beşerî ilimlerle sorumluluk bilinciyle meşgul olması gereği de bütün bu bilgi alanlarının ortak paydalarındandır. Sorumluluk bilinci, hakikat arayışı, verileri doğru/objektif yorumlama, dinî-ahlâkî değer ve ilkelere uygun olarak kullanma gibi esasları kapsar.

Bilim, insana tabiatını ve dünyasını tanıtır, dünyadaki düzeni ve bu düzen içinde gerçekleşmekle birlikte çok mutat olmayan deprem, erozyon, sel baskını, kasırga, kuraklık, güneş tutulması gibi olayların sebeplerini açıklar. Ancak insanın hayatını asıl anlamlandıran bu bilimsel bilgileri de kullanan dindir. Din ile bilim arasındaki mutabakat, insanın çelişkilerden uzak olarak hayatı anlamlandırması için şarttır. Aksi hâlde insan zihninde fikrî bir şizofreni ortaya çıkar.

Beşerî Bilginin Sınırları ve Zamanın Ruhu

Kur’ân, Allah’ın, mutlak, her şeyi kuşatan ilmini vurgulamakta; hakikatin yegâne kaynağı ve mutlak ilim otoritesi olarak Allah’ı tanımaktadır. Kelâmcılar da İlâhî ilmin her sürecin dışında olduğunu belirtirler. Oysa beşerî bilgi; temelleri itibariyle Allah’a bağlıdır, bir süreçtir, görelidir ve kusurludur. 

Nitekim, “Allah bilir, siz bilmezsiniz” 46 âyeti de konumuz açısından son derece önemli olan aşağıdaki sonuçlara bizi ulaştırmaktadır:

Birincisi, hiçbir beşer, bilginin nihayetine ulaşamaz. Âyete’l-Kürsî’de vurgulandığı üzere, beşer, Allah’ın mutlak ilminden hiçbir şeyi kuşatamaz. Bu sebeple beşerî bir bilgi, mutlaklaştırılamaz, ona tek ve zorunlu hakikat niteliği verilemez. Çünkü insan muazzam bir bilme kapasitesine sahip olmakla birlikte, mutlak bilginin sınırlarını hesaplayabilme imkânına da ulaşamaz. Bir defa onun kâinatı mutlak değildir; varlıklar değişmekte, oluşlar karmaşık bir düzen içinde sürmektedir. Fizik alanında bile mutlak determinizm değil bir ölçüde rölativizm görülmektedir. Bu sebeple insanlık için ilim (hâdis ilim), tamamlanmış bir olgu değil, ucu açık bir süreçtir. Dolayısıyla, ilerlemenin evrensel bir aşamasına, tarihin sonuna ulaşıldığı iddiaları yanılsama ve saptırmadan ibarettir. Bilimsel bilginin özellikle beşerî ilimlerde mutlaklaştırılması, bilimin ilerleme ve yeni bilgilerle yanlışlarını düzeltme özelliğiyle de bağdaşmaz. Belli bir bilgi ve düşünce egemen olduğunda, bilimsel araştırma ve akıl yürütme duraklar, telif yerine yalnızca şerh ve haşiye ile kendini sınırlandıran bir tutum ortaya çıkar. Oysa insanoğlu, belli bir aşamada ilim faaliyetini dondurmak yerine sürekli ilerleme ve kemale ulaşma çabası içinde olmalıdır. Hakikat ve doğru bilgiyi esas almalı, ama aynı zamanda beşerî bilginin mevcut araştırma ve verilerle doğrulanmakla birlikte onu düzeltmeyi gerektirecek yeni bilgilerin de ortaya çıkabileceğini, bu açıdan mevcut bilgilerin izafiyet ve ihtimaliyet taşıdığını bilmelidir. Bu sebeple bilgi otoritedir, ama araştırma ruhu bilgi(nin) üzerindedir; bilgiyi önceler.

Zamanın bir açıdan gerek vahyî gerekse kevnî kitabın bir müfessiri oluşu, Müslümanın sürekli hakikat arayışı içinde olması; içinde bulunduğu zaman diliminde insanlığın kültürel birikiminden yararlanması gerektiğini ifade eder. Bu süreçte aslında iki taraflı ilişkilendirmeler yapılır. Müslüman ilim adamı, tabiat bilimlerinin ve beşerî ilimlerin verilerinden yararlanarak dinî metinleri yeniden yorumlar; dinî ilkelerin mevcut şartlarda en iyi nasıl gerçekleştirileceğine dair değerlendirmelere ulaşır. Bazen bu ilkelerin anlaşılması ve uygulanması konusunda Müslüman kültüründeki yanlışları ve kusurları fark eder. Bazen de vahyin kılavuzluğunda olguların bilgisine değerlerin bilgisini ekler; bilimsel verilerdeki teolojik işaretleri yorumlar.

İkincisi, İnsan hakikatin ölçüsü olamaz; hakikat kişilerle bilinmez, aksine kişiler hakikatlerle bilinir; hakikatler ölçüt alınmak suretiyle kişiler hakkında doğru yargı ve değerlendirmelere ulaşılabilir. Taklitlerin çarpışması, sonuçsuz bir kavga, fikirlerin çarpışması ise hakikatin açığa çıkması için fırsattır. Hak adına ve hakikat hesabına gerçekleşen fikir çarpışmasının maksatta ve esasta birleşen, ama furû’da ihtilâf eden fikirlerin çarpışmasıdır. Bu özelliğiyle o, meseleye farklı perspektiflerden bakmayı sağlar; hakikatin açıklık kazanmasına hizmet eder. 47 Bunun aksine, bir kimsenin ya da tarihin hakikatin kaynağı ve ölçütü sayılması, onun aşılamayacağı hatta ona ulaşılamayacağı fikrini de ima eder. Bu da anlama yeteneğinin körelmesi, düşüncenin donuklaşması ve zaman-dışı kalması demektir. Bu sebeple, ne tek bir aklın izlenmesiyle ne de geleneğin sunduğu bir birikimden hareketle tek taraflı bir akıl yürütmeyle ulaşılan ve tartışmaya karşı korunan sonuçlar, hakikat olarak dikte edilebilir. Dolayısıyla insan bilgisi, göreli, sınırlı ve kusurlu bir bilgidir; mutlak bir bilgi ve kesin bir hakikat olarak takdim edilemez. Çünkü “Her ilim sahibinin üstünde de daha iyi bilen biri vardır.” 48 Bunun yanında Kur’ân, “Rabb’inin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde tartış!” 49 ifadesiyle, ilmî-fikrî düzeyde tartışmayı öngörür. Tartışma karşıt fikirlerin ifade edilebilmesini gerektirir. Bilgi paylaşımı ve düşünce açıklaması başkalarının haklarını ihlâl eden bir eylem değildir. Nitekim “Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele!” 50 âyetindeki ‘en güzel (ahsen)’ ifadesi mukayeseyi; seçeneklerin varlığını ve varolması gerektiğine işaret eder. Çünkü farklı bilgi ve fikirler kaldırılırsa mukayese fiili boşa çıkar. Seçenekler kaldırıldığında da seçme yeteneği anlamsız ve atıl hâle gelir. Bu açıdan bakıldığında, anlayış ve düşünce farklılıkları, hakikatin keşfi ve doğrulanması için zemin hazırlaması ya da sosyal değişimler karşısında bir genişlik sağlaması sebebiyle yalnızca meşrû değil, aynı zamanda bir değerdir de. Kur’ân’ın akıl, ilim ve düşünceyi insan faaliyetinin merkezine koymasına ilâveten iyiliği emir esası da Müslüman bir toplumun böylesi bir yapılanmayı benimsemesini zorunluluğa dönüştürmektedir. Bu esas, özellikle siyasî iktidarın tanıması ve güvenceye alması gereken ferdî hürriyetler; din hürriyeti, bilim, fikir ve ifade hürriyetleri ile sağlanabilir.

Bu konuda yönetim ve iktidarın da bir ayrıcalığı yoktur; fertlere yasak düşünce alanları çizemez. Tartışma ve eleştiriye, farklı fikir ve önerilerin ifade edilmesine izin vermeksizin bir meselede başkaları adına karar vermek, yanılmaz ve her şeye hâkim olduğunu iddia etmektir. Oysa hiç kimse böyle bir iddiada bulunamaz.

TABİAT bilgisini değerler bilgisiyle tamamlamak

Vahyin rolü, varlık ve oluşları gözlemleme, kıyaslama, kavramlaştırma, tasnif ve formüle etme yoluyla gelişen bilgiyi değerler bilgisiyle tamamlamak, davranışlarına ahlâkî değerler yüklemesinde insana kılavuzluk etmektir.

İnsan tabiata, bir anlamda ona ait, ama çeşitli husûsiyetleri ile tabiattaki bütün diğer varlıklarınkinden ayrılan öznel bir role sahiptir. Bu rol ile tabiî olan ile medenî-beşerî olan ayrımı ortaya çıkmaktadır. Bu ayrım dolayısıyla insan için tabiata uyum farklı bir anlam kazanmakta; bu anlam tabiatı taklidin ve tabiat yasasının üzerine çıkmak gerektiğini açıklamaktadır. İnsan tabiatı keşfetmek zorundadır; ama bu zorunluluğu ikinci bir sorunluluk izler; beşerî/medenî olanı keşfetmek… İşte insanlığın mürşid-i kâmile yani peygambere ve vahyin kılavuzluğuna ihtiyacı bu noktada tebellür eder. Yani bilimsel çabalar, insanın hayatını ancak bir vahiy ve nebinin kılavuzluğunda gereken ölçüde anlamlandırabilir.

İslâm düşüncesinde nübüvvetin gerekliliğine ilişkin temellendirmelerden biri de Peygamberlerin insanlara bazı teknik bilgileri öğrettiği; mu’cizelerin de insanlara bir anlamda o mu’cizenin benzerini yapabilmeye imkân verecek bir bilim ve teknik tasavvurunu; bilimsel mu’cize fikrini insan zihnine yerleştirdiğidir: “İşte, enbiyâların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizâtlarından bahis dahi, onların nazîrelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmâm ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli, nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (as) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yûsuf’un (as) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate latîf bir işarettir ki san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ, gemiciler Hazret-i Nuh’u (as), saatçiler Hazret-i Yûsuf’u (as), terziler Hazret-i İdris’i (as).” 51

İslâm’ın medâr-ı bahsi “Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hemrahmetli bir san’at-ı İlâhî”dir. İslâm’ın medâr-ı beyânı da “Kör kuvvetin yerine, inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî“dir. 52 İslâm’ın kılavuzluğunda tabiatı inceleme, maddeci bir açıklamayla son bulmayacak, kâinat İlâhî ilim ve sanatın bir tezahürü olarak açıklanacaktır. Maddeye ilişkin bilgi değerler bilgisiyle tamamlanacaktır. “Nasıl ki nevâmis-i hikmet, desâtir-i hükûmetten müstağni değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtır. İşte, şöyle mevhume olan meleke-i tâdil-i ahlâk, kuvâ-yı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir. Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nâfiz olan mizan-ı adalet-i İlâhiyeyi tutacak bir nebîye muhtaçtır.” 53

Ayrıca farklı bilim dallarının insanlığın olgunlaşması için üstlenmesi gereken işlevler vardır. Bu işlevler, insanın farklı potansiyelleriyle paraleldir. “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” 54 Tabiat bilimleri insanın gücünü arttırır; doğuştan verili potansiyellerin gücünü arttıracak teknikler sunar. Din ise gücü Hakk’ın emrine verir; doğru, âdil ve iyinin gerçekleşmesine hizmet edecek ilkeler sunar. Bilimin insana doğuştan verili kuvveleri dengeyi bozacak şekilde geliştirmemesi; “tek gözlü deha”dan ibaret olmaması için vahiyle desteklenmesi, ilim ve teknik alanındaki ilerlemenin vahiy kılavuzluğunda hak ve değer bilgisiyle tamamlanması gerekir.

Dipnotlar:

45- Nursî, Sözler, 238.

46- Bakara, 2/216, 232; Al-i İmran, 3/66; Nahl, 16/74; Nur, 24/19.

47- “Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i “emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir.” Nursî, Mektubat, 259.

48- Yusuf, 12/76.

49- Nahl, 16/125. Ayrıca bkz. Ankebut, 29/46.

50- Zümer, 39/18.

51- Nursî, Sözler, 231.

52- Nursî, Sözler, 675-677.

53- Nursî, Muhakemat, 125-126.

54- Nursî, Münâzarât, 127.

 

Okunma Sayısı: 8965
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı