"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Ortadoğu için 2 kritik problem: Ötekileştirme ve terör

25 Ekim 2019, Cuma

Ortadoğu’da barış ve huzur ortamı için neler yapılmalıdır?

Batı dünyası ve Ortadoğu karşılaştırıldığında Ortadoğu’nun aslında ne kadar muhteşem bir geçmişe sahip olduğunu gösterecek çok önemli bir kavram kullanılıyor: Barış içinde bir arada yaşama kültürü. Ortadoğu barış içinde bir arada yaşama kültürünü yüzyıllardır uygulayan bir coğrafyadır. Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman birlikte aynı mahallede, aynı semtte barış içinde yaşadıkları, birbirine saygı duyduklarının örnekleriyle doludur. Endülüs’ten, Mağrip’ten yani Fas’tan, Pakistan’a kadar geniş bir coğrafyada bu örnekleri görmek mümkün. Tabiîki genel rengin bu olduğu söylenebilir. Sıkıntıların, sorunların yaşanmadığını söylemek mümkün değildir; ama en azından Osmanlı modelinden bahsedilirse; Osmanlı’da bu model vardı. Yani farklı mezheplerin, meşreplerin, dinlerin, inanışların barış içinde kol kola geldikleri bir siyasî sistem vardı Ortadoğu’da. Ortadoğu’nun tecrübesinde bu var. Bir kere ne yaparsa yapsın bu tecrübesini yeniden hatırlamalı ve hayata geçirmeli. Biz bugün öyle bir noktaya geldik. Hani biz Batılılaştıkça birbirimizi ötekileştirdik. Bir kaç kavramdan hareketle bunu söylemek mümkün. Meselâ Ortadoğu’nun lügatında olmayan bir kavram ‘zenofobi’ yani yabancı düşmanlığı…

Bu kavram bizim kitabımızda olmayan, lügatlarımızda olmayan bir kavramdır. Fakat Batı’da tarihî olarak, neredeyse bir değer olarak, maalesef Batı’nın söyleminde ve hafızalarında vardır. Onun için bugün hâlâ kendinden olmayan herkesi ötekileştiren, görmezden gelen, yok etmeye çalışan bir bakış açısı olarak yaşanıyor. Son dönemde Avrupa’da yeniden canlanan ve güçlenen ‘Pegida’ hareketi, bu İslamofobi dalgaları, İslâm karşıtlığı, Müslüman düşmanlığını barındıran hareketlerin hepsinde bu vardır. Çünkü Avrupa tarihî olarak pek ötekiyle kendi topraklarında karşılaşmış değil. Bu çok önemli bir tecrübesizliktir. Yani Finlandiya Müslüman hiç olmamıştır, Norveç de olmamıştır, İngiltere de olmamıştır, Almanya da, Fransa da olmamıştır.

Endülüs’te, Osmanlı fetih sürecinde, Balkanlarda barış içinde bir arada yaşama kültürünün zirvede olduğu bir dönem vardı. Bir taraftan böyle bir kültür öbür taraftan ötekileştirici bir kültür. İşte biz Türklük, Araplık, Alevîlik vs. bir alt kimlik vurguları yaptıkça karşımızdaki insanı ötekileştirir hale geldik. Hani onun için meselâ Anadolu’da daha düne kadar Türk-Kürt ayrımı yoktu. Çünkü bir İslâm ümmeti vardı. Ama onun içerisinde vahdet içerisinde kesret yaşanıyordu. Anasır-ı İslâm vardı. Türklük bir unsurdu, Kürtlük bir unsurdu, Araplık bir unsurdu, Arnavutluk bir unsurdu, Çerkezlik bir unsurdu vs. Her birisi bir unsur. Bütün bunlara toplamda anasır-ı İslâmiyet deniyordu. Ama daha önemlisi bunların hiçbirisi tırnak içerisinde millet değildi. Millet bir İslâm milletiydi. Bugünkü milletle eskiden kullanılan millet arasındaki kavramlar da farklı; yani muhtevası değişti, dönüştürüldü. Bu bize şunu gösteriyor. Bugün yine demokrasi tarihi konuşulurken Batı’da çoğunlukçu demokrasiden çoğulcu demokrasiye geçişten bahsedilir. Bizim bu bahsettiğimiz vahdet içinde kesret bizzat bu çoğunluğun kendisidir. Hani Batı’nın şu anda geldiği zirve budur. Azınlıkların haklarını gözeten çoğulcu demokratik yapılardan sistemlerden bahsediliyor. Bu zaten bizim geçmişimizde var.

Belki aynı şekilde değil; ama o anasır-ı İslâm’ı, İslâm milletini veya diğer milletlerin, mezheplerin vs. hepsinin var olabildiği, kendi değerlerini toplumsal düzene yansıtabildikleri bir sistemden, yapılardan, kurumlardan bahsediyoruz. Bu öyle. Dolayısıyla, bölgesel bir barış ve huzur ortamı oluşturabilmemiz için öncelikli olarak birbirimizi ötekileştirmekten vazgeçmeliyiz. Bu ister seküler, dindar, Alevî, Sünnî, Kürt, Türk, Arap, Çeçen vs. hangi bağlamlarda olacaksa, bizim bunu terk etmemiz gerekiyor. Kucaklayıcı, kuşatıcı bir siyasî söylem geliştirmemiz gerekiyor. Toplumsal düzenimizi de buna göre şekillendirmemiz gerekiyor.

Bir başka husus, bunun dışında bizim mümkün mertebe kendi sorunlarımızı yerli çözüm getirme çabası içinde olmamız lâzım. Biz yerli sorunlarımıza yabancı çözümlerle çözüm bulamayız. Çünkü özellikler, farklar bu yırtılan bir kırmızı elbiseye sarı renkten bir yama yapmaya benzer. Dış müdahalelerle, dış güçlerin müdahalesiyle Ortadoğu’daki sorunlar çözülmez. Maalesef onları biz sık sık çağırmak zorunda kalıyoruz. Gelin bizim sorunları çözün. Kürtlerin “bijiserok Obama” sloganı attıran Kobani müdahalesi gibi. Bunlar esas itibariyle olmaması gereken hususlardır. 

Eğer Ortadoğu’da sorunlar varsa öncelikli olarak Ortadoğu’daki aktörlerin, bölgedeki güçlerin kendi aralarında bu soruna çözüm getirmeleri gerekiyor. Aksi taktirde dışarıdan gelen müdahaleler ister Amerika’dan İngiltere’den gelsin, ister Japonya’dan, Rusya’dan, Çin’den gelsin bu onların kendi çıkarlarına hizmet edecekleri bir çözüm olacaktır. Dolayısıyla çözümsüzlük olacaktır. Bundan vazgeçmek lâzım. Türkiye’nin aslında ısrarla vurgulamak istediği husus odur. Yani yerli sorunlara yerli çözümler getirmek zorundayız. Çok daha başka şeyler de söylenebilir.

Müslüman dünyanın, İslâm ümmetinin, Ortadoğu’daki halkların sorunlarının çözülmesi için Batı dünyası tarafından dayatılan kalıplardan kurtulması gerekiyor. Yeraltı, yerüstü, ekonomik olarak, siyasî olarak, zihnî olarak sömürgeleştirilmiş kişilerden ve toplumlar olmaktan kurtulmak zorundayız; yani bu kimliklerden arınmak zorundayız. Daha yerli, tarihî karşılığı olan medeniyetimizin birikimlerden beslenen kavramlarla, söylemlerle konuşmamız, diyalog kurmamız, anlaşmamız gerekmektedir.

IŞİD ve benzeri yapılanmaları, nasıl değerlendirmek gerekir?

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Batılılar Ortadoğu’da bir asrı aşan bir süredir bütün sorunların tarafıdır. Bugün bizim içinde yaşadığımız Ortadoğu aslında Sykes-Picot rejimidir. 1916 yılında, Batılı sömürgecilerin çizdiği sınırlarla varlığı devam ettiren bir coğrafyadan bahsediyoruz. Fakat biraz daha yakına gelelim: 1977 yılında Camp David Antlaşması imzalandı. Daha çok Filistin bağlamında imzalanmış bir antlaşmadır. Bu Sykes-Picot sistemini tahkim antlaşması olarak okunmalıdır. Bu kısa süre sonra Rusların Afganistan işgali ve devamındaki İran Devrimi bugün bizim içinde yaşadığımız pek çok sorunun kaynağını oluşturuyor. Bu iki önemli gelişme, 79’daki Sovyetlerin Afganistan işgali ve kısa süre sonra yaşanan İran İslâm inkılâbı... O dönemdeki şartların bir gereği olarak ABD ve diğer Batılı ülkeler Afganistan’daki muhalif gruplara maddî ve manevî destek sağladılar. Mücahit olarak bilinen bu dinî -zaten Afganistan toplumu öyle bir toplum-, dindar gruplara bütün imkânları seferber ettiler. Sovyet Komünist Rusya’ya karşı ve İslâm dünyasının pek çok yerinden savaşçı devşirildi veya kendileri gittiler. O giden savaşçılardan bir tanesi Arap gençlerinin genelini etrafında toplayan biriydi. Filistin kökenli, Suudi Arabistan’da şeriat dersleri veren, İslâm hukuku dersleri veren Abdullah Azzam idi. El-Kaidenin kurucusu olan Usame bin Ladin’in yanında savaştığı yani onun fikirleriyle yetiştiği bir kişiden bahsediyoruz. Orada aslında bütün bu tohumlar atıldı. İki şey oldu. 

Bir, bütün İslâm dünyasından oraya cihad yapmak üzere Müslüman gençler endoktrinasyon sürecinden geçtiler, siyasî bir zihin, bir kimlik kazandılar. Afganistan’daki cihadın sona ermesinden sonra da bunlar kendi ülkelerine geri dönerken, ciddî bir sorunun kaynağı olarak durdu. Savaşmasını bilen, siyasî söylemleri sivri ve canlı. Kendilerini ifade edecek bir ortam arayışına girdiler. Bugünkü Cezayir’den Çeçenistan’a, Bosna Hersek’den tutun pek çok krizde gidip savaşan insanlar bunlar aynı zamanda. 

Abdullah Azzam vefat ettikten sonra yerine geçen Usame bin Ladin Arap gençleri etrafında topladı. İlk önce Taliban’la beraber çalıştılar. Taliban da o dönemde güç kazandı. O dönemde bunlar, Batılı devletlerle Suudi Arabistan ve Pakistan istihbaratları tarafından büyütülen hareketlerdi. Ama bunlar daha çok Sovyetler’e karşı kullanılmak için güçlendirilmişlerdi. Ama Afganistan’daki durum ortadan kalktıktan sonra bunlar yaşadıkları ülkelerde soruna dönüştüler. İkinci kırılma noktası 2001, 11 Eylül olayları. Bu 11 Eylül olayları bir sonuç mudur, sebep midir, onu da tartışmak gerekir. O dönemde de çok tartışıldı. El Kaide’nin ötekileştirilmesi söz konusuydu öncesinde, bir kaç yerde El Kaide militanları hedef alınmıştı. Bu bir komplo muydu, o da tartışılıyor. 11 Eylül olaylarını Amerika kendisi mi yaptırdı? Kim yaptı belli değil, hâlâ belli değil. Ama çoğunluğu Suudi Arabistan vatandaşı olan selefist düşünceli insanların gerçekleştirdiği bir eylemdi. İran İslâm inkılâbından, 11 Eylül’e kadar yirmi yıllık sürede İslâm dünyasında daha çok Şiîlik ötekileştirildi. Çünkü devrimciİslâm denince akla onlar geliyorlardı. Fakat pek etkili olmadı. Yani devrim olduktan sonra 1980’li yılların sonlarında devrim oturduktan sonra bu işlevselliğini kaybetti. Onun yerine, yine tırnak içinde, devrimci İslâm algısı oluşturuldu. Bu defa Vehhabi ve Selefist bir radikalizm ön plana çıkarıldı. Ve devrimci İslâm olarak paralanmaya başlandı. Aslında geleneksel İslâmî anlayışın ötesindeki bir durumdan bahsediyoruz. Oldukça sınırlı bir alanda etkili olan, pek üyesi bulunmayan bir düşünüş birden bütün İslâm dünyasını teslim eder hale geldi. Yani bunun üzerinden İslâm dünyası vurulmayabaşlandı. El Kaide kullanılarak bugün Afganistan ve Irak işgalleri yaşandı.

Bu maalesef kaotik ortamlar olarak yeni militan devşirmenin zeminlerine dönüştü. Yani IŞİD ve El Kaide’yi bizzat üreten -doğrudan veya dolaylı- ona ortaya çıkma ve güçlenme imkânı veren yine Batılı devletler oldu. Afganistan ve Irak’ta otoriteyi ortadan kaldırmakla bu imkânı sağladılar. Yetmedi, daha dün ötekileştirdiği Şiî’yi -ABD-, Malikî’yi iktidara getirip, Kürtleri ve Sünnî Arapları ötekileştirirken, El-Kaide ve benzeri yapılar Irak’ta daha güçlenmeye başladılar. Ellerinde bir gerekçe de vardı. Çünkü ötekileştiriliyorlardı. Ayrımcı muameleye tabi tutuluyorlardı, saldırıya uğruyorlardı vs. İşte böyle bir dönemde El Kaide veya Taliban bünyesindeki bazı yapılar Irak’ta Tevhid ve Cihad örgütü denilen daha sonra isim değiştirerek bugünkü IŞİD’e, DAİŞ’e evrilen bir siyasî güce ulaştı. 2013 yılında Suriye’ye gitti zaten o yapay sınırlar, Sykes-Picot’a bir isyan olarak görüldü. Suriye’deki kaosu da kullanarak hem Suriye’de hem Irak’ta Sünnî Arapların çoğunlukta yaşadığı bir devlet ilân etti. Fiilî bir durum ve bugün maalesef yalnız bölgesel değil küresel bir tehdit olarak bütün dünya devlerini endişelendirilen bir siyasî yapıya dönüşmüştür IŞİD. Son dönem Ortadoğu politikalarına gelince çok şey söylenebilir.

Devletler genellikle değeri, ahlâkı, normları ön plana çıkartarak siyaset izlemez. Batılı devletlerin hiçbirinde bu yoktur. Çok az, çok alt düzeyde vardır bu ancak. Yani öyle olmasaydı Bosna-Hersek’te soykırım yaşandığında Batılı devletler müdahil olurdu veya Fransızların nezaretinde Ruanda ve Brundi’de 800.000 insanvefat etmezdi. Dolayısıyla Batılı devletler tamamen çıkar merkezli bir politika izliyor, bunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

Türkiye Cumhuriyeti ise bu dönemde çıkarın yanında değer vurgusu da yaptı, norm vurgusu da yaptı ve bunun kendisine maalesef maliyeti oldu. Dolayısıyla başarısız bir görüntü varsa temelde Türkiye’nin norm ve ahlâk vurgusundan kaynaklanıyor.

Bugün Ortadoğu politikaları genel olarak olumsuz bir algıya sahip; çünkü Ortadoğu’daki rejimlerin önemli bir kısmı Türkiye siyasetini ötekileştirmeye çalışıyor. 

Fakat Türkiye’yle sıcak ilişkilerin yaşanabildiği, Türkiye’yle bölgesel ülkelerin arasındaki ilişkinin düzeldiği, iyileştiği bir dönemin kaçınılmaz olarak yaşanacağını düşünmek hayal değil. 

Zira Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyacağını, pek çok bölgedeki projede Türkiye olmadan o sorunların çözülemeyeceğini bildikleri için -bunu hem Batılı devletler için hem de bölgedeki devletler için- söylemek gerek -Türkiye’nin mutlaka masada olarak bu ülkelerle ilişkilerini iyileştirme durumunda kalacağını, onların da bunu önceleyeğini düşünmek çok muhtemeldir. 

Okunma Sayısı: 8727
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı