"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Said Nursî’nin davranış modeli: “Hutbe-i Şamiyye” - 2

24 Mayıs 2019, Cuma
Bir saadet anahtarı olarak “Hutbe-i Şamiye”

Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de “Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. 

O hastalıklar da bunlardır:

• Birincisi: Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

• İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

• Üçüncüsü: Adavete muhabbet.

• Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

• Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad.

• Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.

olarak belirttiği altı hastalık hususunda önerdiği çarelerle, esasında modernizm ile beraber sunulan sekülerleşmeye (dünyevîleşme) bulaşmadan, terakkinin nasıl gerçekleşebileceğinin çerçevesini çizer. Hutbe-i Şamiye, daha 35 yaşında bulunan genç ve istekli bir dimağın ömrü boyunca uğrunda mücadele göstereceği bir idealin manifestosu niteliğindedir. 

Ankara’da Meclis kulisinde Mustafa Kemal’le olan tartışmasından çok önce, 1911 yılında Müslümanları geri bırakan en önemli hususun “Ye’sin içimizde hayat bulup dirilmesi” olduğunu ilân edişi boşuna değildir. O, “zamanın gereklerine göre bilim ve tekniği almak ve Batı’nın her türlü sosyoloji ve san’at geçmişini kopyalamak” fikrinde olanların ve dinin bizleri geri bırakan en önemli unsur olduğunu söyleyenlerin “ümitsizliğe düşmüş bir vaziyette” olduklarını düşünmektedir.

Buna karşın O: “İslâmiyet’in hakaikı hem manen, hem maddeten terakki etmeye kabil vemükemmel bir istidadı var” der ve tarih boyunca İslâmiyet’e sarıldıkları oranda Müslümanların temeddün ettiklerine (medeniyet noktasında ilerlediklerine); hakikat-i İslâmiyyede zaaf gösterdikleri nispette tevahhuş ettiklerine, tedenniyedüştüklerine, herc ü merc içinde belâlara ve musîbetlere düştüklerine tarihi şahit gösterir. Başka dinlerin mensuplarının ise, başta Hıristiyanlık tecrübesinden anlaşıldığı üzere, dinlerine salâbet ve taassublarının zafiyeti nisbetinde medenileşmiş ve ilerleme gösterebilmişler, dinlerine bağlılıklarını sürdürdükçe tedenni ve ihtilâllere maruz kalmışlardır.

İslâmiyet’in zaten karakterinde olan bürhana tabi olmak, akla dayanmak ve tefekkürle kendisini geliştirmek manasındaki kemalât-ı insaniye göstermektedirki; fen ve ilmin hükmedeceği aşikâr olan istikbalde de, mevcut durumun aksine, Kur’ân hükmedecektir. Bu bir temenniden ve hüsn-ü hayalden çok sosyolojik ve tarihi bir zorunluluktur. Çünkü der Nursî, “Hakaik-ı İslâmiyet’in mazi kıt’asını tamamen istilâsına sekiz dehşetli mânialar mümanaat etti (engel oldu). Bu engellerin üçü ecnebilerin içinde var olan “cehalet, vahşet (medeniyetten uzak olmak) ve dine taassupkârane bağlılık” gibi engeller marifet ve medeniyetin gelişmesiyle kırılmış olup dağılmaya başlamışlardır. 1789 Fransız İhtilâli’ni netice veren ve Aydınlanmanın Kilise’yi mağlûp etmesiyle sonuçlanan birinci devreden sonra, bilimsel faaliyetlerin ve beşerî ilimlerin hızla ilerlemesi marifet ve medeniyeti ileri düzeylere taşımış ve Avrupa ile Amerika Laiklik ve sekülarizmi de ihtiva eden modernist yapıyla bu üç engeli aşabilmiştir.

Dördüncü ve beşinci maniler ise papazların ve ruhanî reislerin yönetimde etkin olmaları ile dini, ahlâkî ve bilimsel olan bütün hikmeti Kilise’nin hâkimiyetine bırakmış olan halkın onları körükörüne taklit etmeleridir. Bu iki mânia, insanlık âleminde hürriyet fikrinin gelişmesi ve hakikati araştırma arzusunun ve meylinin artmasıyla yok olmaya başlamışlardır. Denilebilir ki, çok mevzii sayılabilecek kesimler haricinde günümüzde bu beş mânia ortadan hemen hemen kalkmıştır.

Altıncı ve yedinci maniler, Müslüman dünyasında var olan siyasî, ilmî, kültürel her türlü istibdad (keyfilik, despotluk, zulüm ve tahakküm, baskı ve tazyik) ile şeriatın hükümlerine olan bağlılığın zayıflamış olmasından kaynaklanan kötü ahlâk ve bozuk düzendir. 

Bu haller dahi, “hamiyet-i İslâmiye” denilen, İslâmiyet için, İslâmi gayeler uğruna fedakârlıkta bulunma ve İslâmiyet’e ait olan duygu ve bağları koruma çabalarının artmaya başlaması ile beraber kötü ahlâktan ve bozuk düzenden doğan çürümüşlüğün dayanılmaz raddeye gelmesi ve insanların bu neticelerden sıyrılmak için çaba göstermeleri işaret ediyor ki bu iki mânia dahi yok olmaya yüz tutmuştur.

Sekizinci ve son engel ise yeni bilimlerin ortaya koyduğu bir takım hususlar ile İslâm’ın bir kısım hakikatlerinin uyuşmadığı zannıdır ki, bu uyuşmazlığı nasıl kaynağı bu konuların zahiri, dışarıdan ve basitçe bakıldığında görünen manalarının asıl manalarmış gibi algılanmasıdır. Bu zahiri manaların asılları anlaşıldıkça; mecazın ve istiarenin hakikatleri Risale-i Nur gibi eserler tarafından ortaya konuldukça bu engel de yok olacaktır.

Görüleceği üzere, Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’nin irad edildiği zamandan, sosyolojinin genel kurallarını ve mantığın esaslarını dürbün gibi kullanarak geleceğin dünyasına doğru bakıyor, gelecek hakkında yorumlarda bulunuyor. Mevcut duruma bakanların ümitsizliğe düşmelerinin sebeplerini ortaya koyarken aynı zamanda en büyük müjdeyi veriyor: “Ey Cami-i Emevîdeki kardeşlerim ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyormu ki, istikbalin kıt’alarında hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyet’tir ve İslâmiyet’e inkılâp etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur’ân’a tâbi olur, ittifakeder.” 17

Yukarıda zikredilen sekiz manevî engelin ortadan kalkmaya başlamasıyla beraber; zaten İslâmiyet’in kendi karakterinde var olan beş manevî kuvvette bize göstermektedir ki ümitsizliğin, ye’sin hiç manası ve yeri yoktur. O beş manevî kuvvet ise:

• Muhtevası hem kardeşlik ve merhamet hem de hakikî medeniyet olan, müsbet ve doğru fenlerle de izah edilmiş hakikat-i İslâmiyet,

• Medeniyetin ve teknoloji ile sanatın onun üzerinde yükseldiği ve şimdiki bir kısım sosyolojik, politik ve ilmi durumun da uygun hale gelmesiyle daha şiddetli hale gelmiş olan “ihtiyaç” ve belimizi kıran “fakirlik”... Bu hal öyledirki, içinde kanayan bir yara olarak insanlığı daima ihtiyacını gidermeye iter. Bu kuvvet hem susmaz hem de hiç kırılmaz bir kuvvettir.

• Avrupa tecrübesinin bize bir kez daha gösterdiği bir başka kuvvet olarak insandaki “hürriyet arzusu”… Bu arzu öyledir ki bütün istibdat türlerini ortadan kaldırabilecek, insanlığın yüksek hedeflere yönelmesini sağlayabilecek, yüksek ve ince hisleri heyecana getirecek; gıpta, haset, kıskançlık ve rekabet duygularıyla uyanacak, müsabaka ve yenilenme meyliyle ve medeniyete olan açlıkla artacaktır. Yalnız Müslümanlar için sefihane değil belki şer’i hükümleri dinleyen ve ahlâk-ı hasene ile güzelleştirilen bir hürriyet esastır ki yüksek bir kemalata kapı açar.

• İmandan gelen ve zillete, haksızlığa, zulme karşı çıkmak ve zayıflara yardım etmek, müstebitlere dalkavukluk etmemek manasındaki “Şehamet-i İslâmiye… İmandan gelen bu yiğitlik, imanın kazandırdığı ve akla ve zekâya dayanan bu cesaret; her insanda mevcut olan “şefkat”ten kaynaklanır ki hürriyetine sahip çıktığı gibi başkasının hürriyetine de halel getirmemek gibi şimdi en medeni ülkelerde yerleştirilmeye çalışılan “demokratik haklar”ın yıkılmaz, sarsılmaz bir dayanağı olabilir.

• İslâmın gerektirdiği haysiyet, şeref, yücelik ile Müslüman olanın her hususta daha şerefli, daha itibarlı, daha çalışkan, daha izzetli olması hâleti manasında “İzzet-i İslâmiye”... Bu durumun getireceği şey Allah’ın adını, Allah’ın birliğini yükseltme, yüceltme ve İslâmlığı yüceltme, İslâm hakikatlerini yaymaya çalışma manasında “i’lâ-yı kelimetullah”tır ki İslâm tarihinde pek çok kereler görülen ve az sayıda Müslümanın kendilerinden katbekat kalabalık ve kuvvetli orduları mağlûp etmeleri bu duygunun ne kadar kuvvetli olduğunu isbat eder. İmandan gelen bu izzet-i İslâmiye hissi bulundukça, Müslümanların bu emri dinlememeleri mümkün değildir. Yalnız, eski zamanda Müslümanlığın ilerlemesi düşmanın taassubunu kırmak ve ondan gelen saldırılara karşı koymakla; silâhlı mücadele ile mümkün olmuştur. Bu gün ise, silâh ve kılınç yerine, çoğunlukla ilim ve teknoloji ile medeniyetin, maddi terakki ile hukukî ve siyasî gelişmişliğin borusu ötmektedir. Devletler savaşmayı değil; işleri diplomasi, ticaret, ambargo, sübvansiyon ve işbirliği gibi daha “medeni” mücadeleleri tercih etmektedir. Bu mücadeleyi en iyi yapan Avrupa’nın fazilet ve hüda üstüne değil heva, rekabet ve tahakküm (sömürgecilik, baskı, korkutma gibi) üzerine tesis edilmiş olması, medeniyet denilen insana mahsus haletin şimdiye kadar kötü yanlarının iyi yanlarına üstünlük kurduğu bir resmi arz etmiştir. Özellikle “ihtilâlci komiteler”in ve “gizli zındıka gurupları”nın Avrupa’da ve dünyada gösterdiği faaliyetlerin artık dünyanın çoğunluğu tarafından bilinmeye başlaması, iletişimin gelişmesiyle maksatları, işleri, faaliyetleri ve gerçek yüzlerinin deşifre olması ile istikbalde Asya’nın, Avrupa’yı da bunlardan kurtaracak şekilde ayağa kalkması tarihin tekerrür eden yapısından görülebilir.

Said Nursî, bütün bu manilerin ortadan kalkması ve İslâmiyet’in karakterinde bulunan bu beş özelliğin kuvvetlice ehl-i İslâm arasında hissedilmesiyle istikbalin nasıl oluşacağına dair önemli ipuçları verirken; İslâm dünyasında ümitsizlik içinde dinin bizleri geri bıraktığı çığırtkanlığını yapmanın anlamsızlığını şöyle vurgular: “Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, ‘Dünyaherkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu’ diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz. (…) Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı (başı ve sonu) birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyirahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.”  18 

Okunma Sayısı: 6306
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı