"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Said Nursî’nin davranış modeli: “Hutbe-i Şamiyye” - 4

07 Haziran 2019, Cuma 03:33
Mü’minlerin birbirleriyle olan rabıtalardan habersiz olmaları Bediüzzaman’a göre başka bir hastalık türüdür ki Müslüman dünyasının geri kalmışlığının sebeplerindendir.

“Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir.”

diyerek insanları birbirlerine bağlayan en önemli bağlardan biri olan “milliyet” unsuruna dikkat çeker. Nursî, Kur’ân’dan mülhem milliyet fikrinde, millet kimliğini ırka değil iman birlikteliğine yükler. Zira Kur’ân’da tevhide inananları aralarında akrabalık olsun ya da olmasın İbrahim Milleti içinde sayar. İslâmiyet milliyeti içinde bulunan çeşitli unsurlar İslâmiyet kardeşliği ile birbirlerine bağlanırlar.

Bediüzzaman, bu zamanda, iletişim ve seyahat unsurlarının çoğalması sebebiyle dünyanın birbirini daha çok tanıdığını, dolayısıyla bir millete dâhil olan bir fırka ya da gurubun hatası, çok kısa zamanda bütün dünyaya yayılabiliyor; o fırkanın yaptığı olumlu ya da olumsuz her bir fiil o fırkanın dâhil olduğu millete hamledilir. Dolayısıyla Müslümanlar, İslâm milliyetinin büyüklüğünü hissedip ona göre davranmalı ve dâhildeki niza ve tartışmaları harice karşı mücadele zamanında unutmalıdırlar. Ayrıca, gösterilecek her türlü gayret İslâm milliyetinin unsurları için bir fayda doğuracaktır. O sebeple, bu bağdan kaynaklanan gayret ya da tembellik ve nemelâzımcı yaklaşım da bütün Müslümanları etkileyecektir.

“Şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum.” diyen Nursî fikr-i milliyeti-i İslâmiyenin bir adamı adeta binler adam kuvvetine sahip kılmaktadır. 

“Bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.”

derken, bu tılsımı bozan şeyin kişilerin himmetlerini nefislerine hasretmeleri olduğunu vurgular. İnsanın fıtratı medeni olduğundan kendi cinsine karşı bir bağ oluşur ve onları hesaba katmak zorundadır. Ya düşman gibi görüp onlarla mücadeleye girecek veya dost görüp onlarla dayanışma içerisinde yaşayacaktır. Dolayısıyla, menfaat-i şahsiyyesi için yaşayan gerçek insanlık alâmetlerini üzerinde gösteremiyor demektir. 

Geçmişte “ölürsem şehit, kalırsam gazi” felsefesinin çok az sayıda olan ehl-i imanı çok sayıdaki düşmanlara karşı zafere taşıdığı malûmdur. Bu düşüncenin kaynağı imandır, özellikle ahirete imandır. Bu fikir tam da İslâmiyet milliyeti içinde yer alan ve menfaati şahsiyesini menfaat-i milliyede gören bir vizyonun bakışıdır.

 Bediüzzaman’ın “ehl-i imanı birbirlerine bağlayan rabıtaları bilmemek ile menfaat-i şahsiyyesine himmetini hasretmek” olan iki hastalığın neredeyse birbirini netice verdiğini, dolayısıyla aynı bahiste söz edilmesi gerektiğini düşünmesi boşuna değildir.  

“Ecnebîlerden içimize giren pis ve fena seciye itibarıyla bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmâkane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor.”

Görüleceği üzere mü’minleri birbirine bağlayan rabıtaları bilmeyen ve menfaat-i şahsiyesine himmetini hasreden kişi bilmeden dinsizlik namına davranıyor demektir. Ahirete iman zaafiyetinden, belki ahirete inanmamaktan kaynaklanan bu tip davranışlar özellikle Avrupa’dan bize gelmiş, zehirlemektedir.

Bediüzzaman’ın yukarıda sayılan beş hastalığın yanında “istibad”ı da altıncı hastalık olarak koyması manidardır. Zira hem içtimaî hayata hem de şahsî hayata tekabül eden pek çok Kur’ânî hüküm hürriyete istinad eder. Ve esasında mü’min oluşun en özellikli tarafı Allah’tan başkasına boyun eğmemektir. Eğer boyun eğilecek ve hürriyet sınırlandırılacaksa bu Allah namına olmalıdır. Hürriyette doğan büyük şûrâ-yı ümmet İslâmiyetin öngördüğü en mühim sosyolojik neticelerdendir. Bu şûrânın özünde telâhuk-u efkârı netice verecek faaliyetler ve duruş vardır. Şehamet ve şefkat-i imaniye ne kendisini ezdiren ne de başkasını ezmeye teşebbüs etmeyen insanların özelliği olmakla İslâm’da yer alan hürriyetin mantalitesini de ortaya koyar. 

“Evet hürriyet-i şer’iye; Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hâssasıdır. ”

Said Nursî hürriyet-i şer’iyyenin guruplar arasında meşveret, devlet ve ümmet düzeyinde “meşrûtiyet” şeklinde ortaya çıkacağını ve bunun “meşrûiyet” sûretinde olması gerektiğini belirtir. Hürriyet ve meşrûtiyetin Şeriatın hükümleri olmadan zayıf kalacağını ve bunun istibdada yol açacağını vurgular. Hürriyet eğer şeriat dairesinde tanımlanmazsa emniyet bozulacak, ahlâksızlık ve pis hasletler revaç bulacaktır. İş yalancıların ve dalkavukların elinde kalacaktır. Adalet ve hukuk perdesi altında garazkârane, zalimane ve tarafgirane pek çok haksızlık yapılır. Zira adalet, eğer Allah’a imandan ve ahiret inancından kuvvet almazsa, cezaların ve kanunların caydırıcılığı olması gereken seviyede gerçekleşmez; güçlü olan her türlü tecavüzde bulunur; zayıf olan da fırsat bulduğunda her türlü kötülüğü yapmayı bekleyen, içinde kin besleyen bir kişi olur. Böyle bir ortamda adalet denilen kavram güç dengeleriyle oluşan bir tür vahşet ilişkisine dönüşür.

Bediüzzaman, Meşrûtiyet ve Hürriyet ortamında yapılacak Cihad-ı Harici’yi “Şeriat-ı Garrâ’nın berâhin-i kâtıası”na havale eder. Medeniliğin bir göstergesi olan meşrûtiyet ve hürriyet ortamında “medenileri galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” der. Bu hürriyet ve meşrûtiyet ortamında ortaya konulacak Cumhuriyet’i “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet” olarak tanımlar. Henüz Cumhuriyet ilân edilmeden 14 yıl önce vurgulanan bu esasların günümüzde hâlâ tesis edilmeye çabalanıyor olması manidardır. 

Bediüzzaman hürriyeti “şeriat dairesi” içinde tarif ediyorken, onu dinin dışında bir yerlerde aramak isteyenlerin niyetini ortaya koyar: 

“Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir. (…) Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar. Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdat veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâübaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlikle ve sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebîye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez.”

Hürriyet ve meşveret unsurlarının tesisi için Avrupa’ya körü körüne kendilerini bırakmak isteyenleri uyaran Bediüzzaman’ın ihtarı manidardır:

“Terakkiler için Avrupanın istibdâd-ı manevisi altındayız. Nihayet derecede ihtiyat ve itidal lâzımdır.” 

Terakki unsurlarını adeta kopyalamak niyetinde olanları “Avrupa ikidir” ile uyaran Said Nursî sefih olan kısmının teklif ettiği ve dine aykırı olan hususları hürriyet ve terakki namına almanın İslâmiyet’e ve bu millete ihanet olduğunu vurgular. 

Okunma Sayısı: 6885
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı