"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Said Nursî’nin Demokrasi Düşüncesine Katkıları - 2

15 Şubat 2019, Cuma 00:07

II- Demokrasi Düşüncesi ve Sosyolojik Bir Perspektif

Ne var ki Said Nursî’nin insan, kozmos ve toplum anlayışı, sadece naklî bilgi ve politik bir konu çerçevesinde düşünülürse, yeterince anlaşılamaz. Onun politik konulara yaklaşım biçimi, aynı zamanda, “Allah-Kâinat-İnsan İlişkisi”ni de kuşatan çok daha derin ontolojik bir düşünce sistemine dayanır. Ancak böyle bir izah ve açıklama, çok soyut ve metafizik bir yorum olarak algılanabilir. Bu sebeple Said Nursî’nin son derece realist gözlemci olarak, içinde bulunduğu toplumun ve çağın egemen ideolojileri ve toplum felsefelerinden habersiz olmadığını da belirtmemiz gerekir. Bu yönü ortaya konulmaz ise, yanlış olarak Onun spekülatif bir filozof olarak da algılanması mümkündür. Oysa o hem bir idealisttir, hem de bir realisttir. İdealarını savunurken, soyut kavramların arkasına sığınmamış, fikirlerini kendi içinde yaşadığı toplumun ve çağının en güçlü, egemen ideolojilerine, devletlerine karşı gereken eleştirilerini de yapmıştır.

O sadece döneminin din karşıtı düşünce akımları ve aynı zamanda çağının en etkili ideolojileri olan Materyalizm ile Pozitivizme karşı durarak, karşı tezler geliştirmekle yetinmemiş; ayrıca bunu yaparken tek bir perspektiften bakmamıştır. Aynı zamanda Batı’daki ortaçağ kilise skolâstik düşüncesine ve kendi toplumunda hâkim olan medrese tutuculuğuna karşı da tavır almıştır. Bu tavrını sadece eleştirel bir düzeyde bırakmayarak: “Aklın nuru, yeni bilimler; kalbin ışığı ise dinî bilgilerdir” diyerek, “insanın hem aklını hem de ruhunu aydınlatacak bir proje” de geliştirmiştir. Bu projesini gerçekleştirebilmek için, Osmanlı Sultanı’nı ve Cumhuriyet dönemi yöneticilerini ve meclisi de ikna etmiştir. Bütün bu düşüncelerinin arkasındaki en önemli hedef, insanın “hürriyet” yoluyla aydınlanmasıdır.

Said Nursî meşrûtiyeti, cumhuriyeti ve demokrasiyi savunurken de; “ideasındaki en temel amacı insanın hürriyetidir” denilebilir. Çünkü insanın irade sahibi bir varlık olarak taşıdığı temsil görevi, onun yeryüzünde halife/temsilci olmasını sağlamaktadır. Ayrıca Said Nursî insanın hürriyet ihtiyacını, Batılı iktisat bilimci Abraham Harold Maslow (1908 - 1970) gibi, ihtiyaçlar hiyerarşisinin sonlarına değil, tam aksine en başına yerleştirmiştir. Bu düşüncesini anlatırken kullandığı ifade biçimi ise, hürriyet olgusunun insan varoluşu için taşıdığı önemi çok etkili biçimde göstermektedir. Bazı toplumsal ve siyasal konulardaki eleştirilerine son vermesi için kendisine yapılan baskılara karşı şu sözüyle cevap vermiştir: “Ekmeksiz yaşarım, ama hürriyetsiz yaşayamam.” Yani ona göre insanın hürriyeti, fizyolojik ihtiyaçlarından da önce gelmektedir. Ya da “hürriyet” insan hayatının sadece herhangi bir parçası/unsuru değil, fakat onun temel unsurudur.

Burada hem Batılı düşünürlerin, hem de Müslüman siyaset düşünürlerinin aşamadığı bir önemli problemle karşı karşıya kalınmaktadır. Sonsuz kozmik âlemde, Allah’ın bir yaratığı olarak basit bir varlık konumundaki insan nasıl “hür” olabilir. Yani eğer insan yaratılmış bir varlık olarak kabul edilirse, sadece belirli bir sisteme uyarak yaşamalıdır. Bu sistem dışında bir yaşama biçimi, kabul göremez ve her halükârda cezalandırılır. Bu sebeple de felsefî olarak yanlış bir argümanla, Allah-insan ilişkisi bir çatışmalı alan olarak ortaya konulmuştur. Oysa ontolojik olarak Yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişki ile yaratılan insanlar arasındaki ilişki farklıdır. “İnsanlar irade sahibi olarak hür doğmuşlardır; ancak Allah’ın bir mahlûku olarak yine de Abdullahtırlar (Allah’ın kulu).”

İşte bu aşamada “hür olma” olgusu, insan-insan ilişkisi söz konusu olduğunda geçerlidir. Bu konudaki düşünce karışıklığı, hem eğitim ve bilgi alanında, hem de siyasî alanda, baskı ve katılığın meşrûlaştırıcı gerekçeleri olmuştur. Yani dinî argümanlar, hem ilim adamlarının hem de siyaset adamlarının baskı kurmalarına meşrû bir gerekçe olarak ortaya konulmuştur. Said Nursî, “Allahın bir kulu olarak” insanlar karşısında ise “hür bir fert olarak” hem dinî otoritelerin, hem de siyasî otoritenin haksız olan tahakkümlerine boyun eğmemiştir. O, bu tavrıyla sadece ferdî bir tercih yapmamış, aynı zamanda dahil olduğu ulema sınıfının siyasî otoriteden bağımsız düşünmesine ve entelektüel tutuma da bir örnek oluşturmuştur.

Bu sebeple Said Nursî’nin toplumsal ve politik düşünceleri/tavırları, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid döneminde yanlış yorumlanarak, tımarhaneye gönderilmesine sebep olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise, yönetime ortak olmak istediği biçiminde yorumlanarak, yıllarca sürgün ve hapis hayatına maruz bırakılmıştır. Kendi ifadesiyle: “Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktâ ki itidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; Meşrûtiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep yaptı.”  6

III- Said Nursî’nin Muhalefet Retoriği: Reddetmek ve Kabul Etmemek

Said Nursî, reddetmek ve kabul etmemek kavramlarını kelâmın (din felsefesi) en önemli problemlerinden biri olan “Allahın Varlığı” tezine karşı çıkan “Ateist ve Agnostik yaklaşımları” eleştirirken kullanmaktadır. Ona göre Ateizm Allah’ın varlığına karşı sistemli bir reddi ihtiva eder. Agnostik yaklaşım ise bu konuyu rasyonel veya empirik olarak kavramanın mümkün olmadığını savunur. Bu bakış açısından bu tür metafizik konularda bir bilgi ve inanç sahibi olunamayacağını savunur. Bu sebeple de herhangi bir inanç belirtmemek, reddetmekten farklıdır. Teolojik olarak, iki tavrın karşılığı da farklıdır. Yani reddetmek ile kabul etmemek iki farklı inanç ve tavırdır.

Tıpkı burada olduğu gibi, Said Nursî’nin, siyasî rejime ve hükümetin politikalarına karşı eleştirilerini yaparken kullandığı retorik de son derece yeni, farklı ve etkileyicidir. Meselâ, kendisini rejim için tehlike olarak görenlere verdiği cevapta; “bir düşünceyi reddetmek başkadır, kabul etmemek ise bütün bütün başkadır” demektedir. Yani reddetmenin rejime karşı bir sistem getirmek anlamını ihtiva ettiğini, oysa kabul etmemek biçimindeki tavrın ise, sadece pasif bir direniş olduğunu ve bu tavrın her ferdin hukuken hakkı olduğunu savunmaktadır. Kılık kıyafet konusunda gösterdiği tutum buna iyi bir örnektir. Ve bu konudaki kabul etmemek biçimindeki tavrın bir nevi “tabiî hukuk” hakkı olduğunu belirtmektedir.

Nitekim en vahşi toplumlarda bile fertlerin böyle bir tavrı göstermesine izin veriliyorsa; medeni olduğunu iddia eden bir yönetimin bu muhalefet biçimine daha da anlayış göstermesi gerekir. “Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükümet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve âsâyişe ilişmeyen şiddetli muhalifler, her hükümette bulunur. Hattâ Hazret-i Ömer’in (ra) taht-ı hâkimiyetindeki Hıristiyanlara kanun-u şeriatı ve Kur’ân’ı inkâr ettikleri halde ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile Risale-i Nur’un bir kısım şakirtleri, idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usûlünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse, hattâ rejimin sahibine adâvet etse, onlara kanunen ilişilmez.”  7

Malûmdur ki, her hükümette muhâlifler bulunur. Âsâyişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdânıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir müteârifedir. “…adâlet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir… “Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek, yüzlerce âyât-ı Kur’âniye’ye istinâden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdâda, lâiklik maskesi altında dîne ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhâlefet etmiş isem, kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa Anayasanın hakîki ve samîmi müdâfaasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhâlefet, hiçbir hükümette suç sayılmaz; bilâkis, muhâlefet meşrû ve samîmi bir muvâzene-i adâlet unsurudur.” 8

Said Nursî’nin muhalefet anlayışının bir diğer örneğini ise, “müsbet hareket etmek” fakat “menfi hareket etmemek” biçiminde formülleştirdiği retorik oluşturmaktadır. Özellikle Türk demokrasi tarihinin en hassas konularından olan ve demokrasinin önünde bir engel olarak kullanılan, “Şeyh Said İsyanı” ile ilgili olarak geliştirilmiş bir söylemdir. Ona göre, siyaset farklılığından kaynaklanan problemlere karşı geliştirilecek çözüm yolu, isyan veya savaş biçiminde; yani menfi bir hareket biçiminde olmamalıdır. Bu konuda geliştirdiği formül, hem İlâhî hukuk hem de tabiî hukuk prensiplerini ihtiva eden bir kuşatıcılıktadır:

“Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur’âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan, dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur’âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.” 9

Eski Yunan filozofu Aristoteles, demokrasinin en önemli düşmanının ve karşısındaki tehlikenin kaynağının halkın zaafları olduğunu savunuyordu. Ona göre, halkın arasındaki çekişmeler, tiranlığın önünü açabilir; o sebeple iyi ve akıllı bir yönetici olursa monarşi, demokrasiden daha iyi bir yönetim biçimidir. Said Nursî de hürriyet ve meşrûtiyet düşüncesinin önündeki engelleri anlatırken, adeta demokrasinin ontolojisini ortaya koymaktadır. Bunu yaparken etkili bir üslûp kullanmakta ve metaforik açıklamalarla, problemi sadece entelektüellerin değil, halkın da anlamasını kolaylaştırmaktadır. Ona göre hürriyet ve meşrûtiyetin (ve de demokrasinin) manileri, insan tabiatındaki zaaflardır. Bu düşüncesini şöyle bir örnekle açıklamaktadır:

“Sual: Efkârı teşviş eden (fikirleri karıştıran), hürriyet ve meşrûtiyeti takdir etmeyen kimlerdir?

Cevap: Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir. Benî beşerde ona intisap eden, bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine fedâ etmeyen, hem de menfaatini ızrar-ı nâsta gören, hem de muvazenesiz, muhakemesiz mânâ veren, hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde mağrurane millete ruhunu feda etmek dâvâsında bulunan, hem de beylik veya tavâif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak mânâsıyla bir cumhuriyet gibi gayr-ı mâkul fikirlerde bulunan, hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrûtiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden, herkesin âsabına dokundurmakla, tâ heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir.” 10

Said Nursî’ye göre din ulemasının devlet ile ilişkileri, laik devlet prensibine yakındır. Ona göre, din ulemasının görevi, öncelikle dinî tebliğdir. Yani dinin inanç ve ibadet ilkelerini anlatmak ve yaşayarak ahlâkıyla örnek olmaktır. Ulema devlete mesafeli, halka yakın olmalıdır. Bu anlamda ulema, devletin bir memuru ve dinle ilgili kararlarının meşrûiyetine fetva veren bir memur olarak kalmamalıdır. Ulema hem yöneticileri uyarmak ve eleştirmekle (yani muhalefetle) hem de halkı aydınlatmak ve dini açıklamakla mesuldür. “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihâd edeceğiz. Hükümetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz.” 11 diyerek ulemanın siyasetten ve taraf olmaktan uzak durması gerektiğini savunmaktadır. Böylece ulema halkın yanında yönetimin dışında meşrû muhalefet görevini daha ilkeli olarak yapabilecektir.

Dipnotlar

6. Nursî, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neş. İstanbul, 1995, s. 28.

7. Nursî, Said, Şuâlar, Yeni Asya Neş. İstanbul, 1995, s. 307-308.

8. Nursî, Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neş. İstanbul, 1995, s. 564.

9. Nursî, Said, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neş. İstanbul, 1995. s. 382.

10. Nursî, Said, Münâzarât, Yeni Asya Neş. İstanbul, 1995, s. 47-48.

11. Nursî, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neş. İstanbul 1995, s. 24.

DEVAMI VAR

Okunma Sayısı: 3761
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı