"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Su-i fehm ve im’an-ı nazar

Fatma Nur DOĞAN
01 Temmuz 2017, Cumartesi
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Muhakemat adlı eserinde bir sû’-i tefehhümden (sû’-i fehm) bahseder.

Kelime manası olarak ‘kötü anlayış, yanlış anlama’ olarak karşımıza çıkan bu kavram detaylı olarak açıklanmaktadır. Bu öyle bir kötü anlayıştır ki İslâmlara medeniyet kapılarını kapattıracak, “bizi… zillet ve sefalet içinde“ bırakacak kadar kötüdür. 

Bediüzzaman Hazretleri, İslâm âleminin ilerleyişini engelleyen, maarifi, bilimi, ilimi öğrenmekten alıkoyan ve bizi dünya saadetinden mahrum eden, içimize ümitsizliği aşılayan, İslâmiyet güneşinin küsufa (gölgelenmesi) yüz tutmasına sebeb olan, aynı bu kötü anlayıştan ileri geldiğini bildirir defaatle. Bu sû’-i fehmdir İslâmın ve İslâmların tam galebesine en birinci engel ve mani -onun ifadesi ile- bu sû’-i tefehhüme bir de tevehhüm-ü bâtıl der yani batıl düşünce, yani aslı astarı hakikati olmayan olması da mümkün olmayandır aslında… Bu sû’-i fehme bir de der ki sû’-i edeb yani kötü olan edep, yani hakikî hürmeti gösterememek, yani hakikî saygıyı, hakikî itaati, hakikî sadâkati gösterememek, yani hakikî tanıyamamaktır aslında… Bediüzzaman Hazretleri çok taaccüp etmektedir. Bu haksız hakikatsiz düşünceden dolayı; “tedenni-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, ah!. ah!.. ah!.. vâ esefâ” (Muhakemat, s. 9) sözleri ile dile getirir bu milletin düşkünlüğüne sebebiyet veren bu kötü anlayıştan duyduğu rahatsızlığını.

Aslında Muhakemat eserini yazmasındaki temel dinamiklerden biri de bu sû’-i fehimden ve getirilerinden duyduğu rahatsızlık ve onu ortadan kaldırmak ve ne kadar asılsız olduğunu göstermektir. Hatta Muhakemat eserinin giriş kısmında yani hakikatin unsurlarını bildirme amacını onu harekete geçiren temel dinamiğin sebebini açıklarken şöyle seslenir: “Ey benim şu kitabıma im’an-ı nazar ile nazar eden zât, malûmun olsun! Bu kitabla istediğim hizmet budur.” (Muhakemat, s. 11) ve devamında da açıklar neyin dertlisi olduğu ve bu kitabı da kendine neyi dert edinerek kaleme aldığını. 

Ancak bu seslenişte dikkat ettiyseniz bir şart koşmuştur kitabına nasıl bakacağımız, nasıl okuyacağımız hakkında. Aslında bir ip ucu vermiştir de bu şartla bize. Nedir bu şart peki? İman-ı nazar ile nazar etmek. Nedir peki iman-ı nazar ile nazar etmek, yani bir işi dikkatle düşünmek, inceden inceye bakmak ve tetkik etmek? Bu ifadesi ile bu meseleye dikkatle bak, dikkatle incele, dikkatle tetkik et yani nasıl benim bu kitabı yazmaktaki temel dinamiğim bu sû’-i fehmi red etmek ve asılsızlığını göstermek ise senin de bu amacımın hedefine hizmet eden kitabıma bakmaktaki temel dinamiğin dikkat olsun. “Dikkat, azamî dikkat et ki beni anlaman benim için önemlidir” der adeta. Çünkü çok duymamışızdır değil mi Bediüzzaman’ın böyle bir şey için arka arkaya üç defa “ah” ettiğini. Öyle ise önemlidir bunu anlamamız. 

Devamı şöyledir bu seslenişin: “İslâmiyette olan tarîk-ı müstakimi göstermekle ehl-i tefrit olan a’da-yı dinin teşkikatını red ve yüzlerine vurmakla beraber; tarîk-ı müstakimin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.” (Muhakemat, s. 11) 

Sû’-i fehmi tarddır amacı yani İslâmiyetteki tarik-ı müstakimi göstermektir amacı yani din düşmanlarının yaptıkları şek ve şüphede bırakmalarını yüzlerine vurmaktır amacı. Yani ifrat ehline, ahmak sadıklara ve zahirperestlerin sû-i fehimlerini ortadan kaldırmak asılsızlığını göstermektir amacı. Sizlerin de anlayacağı üzere nedir acaba bizi bu kadar felâkete uğratan diye merak ettiğimiz ve yukarıda bolca kendisine dikkat çektiğimiz Sû’-i fehmi şu şekilde açıklar öncesinde Bediüzzaman Hazretleri: “İslâmiyetin mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık.” (Muhakemat, s. 9)

Başka bir ifadesinde: “Bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır.” (Muhakemat, s. 10) Anlıyoruz ki bizim kötü, yanlış anlayışımız, edepsizliğimiz “İslâmiyet ile fenni meseleler arasında zıtlık, uyuşmazlık olduğunu bu ikisinin ayrı ayrı şeyler olduğunu zannetmek yani ikisinin arasında batıl hayal ile zannedilen zıtlık”, bunun temel sebebi olan da İslâmiyeti hakikî tanıyamamaktan ileri gelen içli, özlü, derin esaslı olan İslâmiyetin içini özünü, derinini, esasını, aklını, hülâsasını terk ederek kabuğuna dışına esası olmayanına bakmak nazar etmek takılmak ilerleyememek özüne inememek. 

Yani Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesi ile “sû’-i fehm ve sû’-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik.” (Muhakemat, s. 9) Yani asıl lâyık olduğu hakkı ve müstahak olduğu hürmeti ona teslim edememek bizdeki edebe muhalefet hareket. Oysa problemin derinine inersek kâinattaki adetullah dediğimiz kanunların tek sahibi ve kelâmullah dediğimiz Kur’ân’ın tek sahibini ayırmak ikisini ayrı görmek gerçekten fena ve belâlı bir münasebetsizliktir.

Fen, bilim dediğimiz var olanı inceleyen şey aslında kâinattaki adetullah dediğimiz Allah’ın âyetlerini incelemektir. “Avrupa ve Amerika’dan getirilen ve hakikatta yine İslâmın malı olan fen ve san’atı...” (Tarihçe-i Hayat, s. 158) yani İslâmın malı olan İslâmdan çıkma olan fen ve san’at nasıl oldu da, nasıl batıl bir hayale kapılındı da ikisi birbirine zıt zannedildi?

Sarsar adeta Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatin unsurlarını beyan ettiği eserinde. Peki hakikaten nereden geldi de yerleşti bu belâ İslâmlara acaba? “Bu taassub-u dinî, bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki etti?” (Mektubat, s. 437) anlayışı nereden geliyorsa oradan. Ehl-i bidanın karga sesinin yansımasıdır bu ifade aslında. Yani diyor ki Avrupa dini taassubunu bıraktı da yükseldi. Aslında ağzıyla Avrupa’daki dinin taassup dini, körü körüne inanma dini oduğunu söylüyor. Yani Bediüzzaman’ın tabiri ile “Ecnebilerde taklid ve cehalet ve taassub ve kıssîslerin riyaseti“ (Muhakemat, s. 10) olan taassup onları geri bıraktı. Onları istibdat olan dehşetli taassup geri bırakmıştı. İnsanlığın bütün soru ve ihtiyaçlarına cevap veremeyen insanların, sınırlı aklına kalarak oluşturulmuş hakikatsiz bir kitap ve din tekâmül kanununa insanlığın tekâmülüne engellik teşkil edecektir, insanlık da bunu fark edince başından tabiî olarak atacaktır. Bu sebepledir ki her defasında insan ürünü olan din ve medeniyetler yıkılmaya mahkûm olmuştur, olmaktadır. (Örnek Avrupa medeniyeti)

“Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki; sathî şübhelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar.” (Münâzarât, s. 89) Taassubun en dehşetli hali Avrupa’daki taklidcilik ve dinsizlikte bulunan sathi şüphelerde inatçı bir şekilde ısrardan ileri geldiğini açıklıyor. Onlar elbetteki tahrip olmuş batıl dinlerinin taassubundan kurtulunca ilerledi. Oysa bu taassup İslâmiyet için söz konusu dahi olamaz. Çünkü İslâmiyet hakikat üzerine tesis edilmiştir. 

Bu farkı Bediüzzaman Hazretleri Kur’ân’ın üslûb-u hakîmanesi üzerine yemin ederek: “Nasara’yı ve emsalini havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır” ifadeleri ile açıklar. (Muhakemat, s. 39) 

Burada Hıristiyanları dalâlete atan sebep; akıl ve bürhandan uzak olarak taklidi ifa etmeleri olmuştur. İslâmı tecelli ettiren özellik ise; hakikat, bürhan ve aklın kullanımının kendisinde varlığı, hakikat tahtında bulunması ve başlangıçtan beri devamlı olarak süregelen hikmetin yani Cenâb-ı Allah’ın kâinata koyduğu muradlarından oluşan düsturlarına uyumluluğu ve birebir olmasıdır. Tabiî ki İslâmiyetin ve kâinat kurallarının kural koyucusunun Cenâb-ı Allah olmasıdır. Haşa nasıl zıt düşsün ki? Yapan bilir, bilen konuşur öyle değil mi? Bu yüzdendir ki biz ancak İslâma yaklaştıkça onu hakikî manada yaşadıkça hakikat ilmini bulup terakki edebiliriz yükselebiliriz. Yani bu sû’-i fehm olan “fenni meseleler ile İslâmiyetin bir zıtlığı bir muarızlığı” yok. Aksine birliği beraberliği vardır, çünkü ikisi de Bir olana bakar dayanır. İkisinin de sahibi Bir olandır. “Feya lil’aceb!... Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir.” (Muhakemat, s. 10) 

Pederi ve reisi olan İslâmiyetten çıkan bir fen ya da hakikat nasıl dönsün de ona düşman olsun ki? Bu elbette şaşılası bir şeydir. Daha bunun üzerine İslâmların ancak İslâmiyete yanaştıkça terakki ettiğinin ve bunun örneklerinin tarihteki varlık ve delilliklerinin, nasıl İslâmiyetin sayesinde Avrupa’nın karanlık çağdan kurtulduğunun, fenlerin araştırılması ile ilim olarak ortaya çıkan her dalın aslında İslâmı anlattığının Hâlıkı tanıttığının Allah’ın isimlerinin taliminde bir perde olduğu 32. Söz’deki tarife göre onların Esma-i Hüsnayı okumakta bir hicap, bir peçe olduğunun bilinmesi gerekir. 

Bütün bunları siz hakikat arayıcılarının zihnine ve tabiî ki hakikatin bu zamandaki birinci vekili olan Risale-i Nur’a (Özellikle Muhakemat adlı esere) havale edip burada bitiriyoruz. Merak ilmin hocasıdır öyle değil mi? Allah’a emanet olunuz.

Okunma Sayısı: 2586
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Amine

    21.5.2023 21:30:30

    Üstadımızıi asrın muceddidi yapan İslamiyet'in en yaralı ve aslı, esasından uzaklaştığı sadece kabuğuna dışına itibar edildiğini bir asrı gorebilmesi ve bu yaraların melhemini tek tek izah etmesi ....Sizde çok güzel ifade etmişsiniz Allah razı olsun...

  • Fatma Nur Doğan

    2.7.2017 09:49:10

    Değerli yorumunuz için teşekkür ederim. Bu eserler her geçen gün değerini daha da fazla parlattırmaktadır.Hassaten muhakemat eseri bizlere risale-i nur'u daha iyi anlamamız noktasında önemli üslup esasları sunmaktadır. Muhakemat zor dememeli ve bu kadar harika bir eserden kendimizi mahrum bırakmamalıyız. İm'an-ı nazarın zıttı olan tebei bakış batıla kuvvet vermesi düsturuyla bu bakıştan ne kadar kurtulursak ve herşeye iman'ı nazar ile yani fıtratımızdaki hakikati Hakkı arama meyliyle kastıyla bakarsak o kadar maddi manevi refaha ulaşmış olacağız inşaallah.

  • Aşkın Doğan

    1.7.2017 01:37:47

    Makaleler içinde ilk bu yazıya baktım.Okudum ve içindeki mantık örgüsüyle "Muhakemat" kitabının yıldızı nasıl da hayatlandı.Hemcinsimle övünüyorum.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı