Roma İmparatoru Neron’un şu sadistçe sözü sarf ettiği rivayet edilir: “Burada ikinci-üçüncü adam olacağıma, yakarım Roma’yı da gider bir köyde yine birinci adam olurum.”
Hayatı boyunca hep birinci adamlığa oynayan Neron (MS 37-68), ilginç yönleriyle tarihe geçti:
* Anne katilidir. (Şah İsmail de öyle) Hayatına karıştığı, tahakkümüne engel teşkil ettiği gerekçesiyle annesini idam ettirdi.
* Brütüs tarafından öldürülen Jül Sezar’la aynı hanedana mensup olup, bu hanedanın son imparatorudur. (Yani, başka aylardan gün çalan July/Temmuz ile Augustus’ların torunudur.)
* Kendisiyle birlikte mensubu olduğu Julio-Claudian Hanedanının sonunu getirdi.
* Yani, aynı zamanda kendi katilidir. Bir askerî ayaklanma ile tahttan düşünce, isyancıların eline esir düşmemek için kendini öldür(t)dü.
Yaklaşık iki bin yıl kadar evvel yaşanan bu tarihî vak’anın ibret alınacak daha başka yönleri de var.
Bugün için alınacak en önemli bir ders şu olsa gerektir: Geçmişe nazaran daha da değersiz, mânâsız hale gelmiş “baş olma” hevesi, şân-şöhret arzu, çok daha yakıcı bir ateşe dönüşmüştür.
Dahildeki kliklerin fenomeni
Şu dâr-ı fânide, bahusus şu helâket ve felâket asrında, en güvenilir yerde bile hakiki ihsan ve adâleti bulmak hayli müşkilleşmiş; mükemmeliyet, fiiliyatta adeta imkânsız hale gelmiş.
Bu genel tabloya, itikatta mükemmel olan Nurun geniş içtimaî dairesi de dahildir.
İnsan her şeyin güzel, her işin mükemmel olmasını arzu eder.
Fakat, arzu başka, irade başkadır. Bunları birbirine karıştırmamalı. Tek başına arzu, kişiyi ütopik, hayalci yapar, serabın peşinden koşturur; sonra da yorar, takattan düşürtür.
Burası, ebede kadar uzanıp giden arzu ve emellere kavuşmanın yeri değildir. Öte tarafta ancak...
Ne var ki, arzularının çoğuna burada kavuşmak isteyen kabiliyet sahibi, mükemmeliyetçi bazı idealistler var.
İstedikleri olmayınca da, öyle bir tavır geliştirirler ki, aman Allah...
Bir alınganlık, bir küslük, bir gayrı memnunluk, bir afra-tafralık ki, sormayın gitsin... Vay, niye onun dediği olmadı; niye onun fikri hesaba katılmadı, vesaire.
Hele bir de dışlandıysa, işte o zaman bekleyin siz kıyameti...
Kendisi az-buçuk bilgili-tahsilli ya.
Hani, zekâveti de fenâ değil.
Yazısı, hitabeti de varsa eğer, bundan sonra seyredin siz gümbürtüyü..
Zaten, onun gibi başka gayrı memnunlar da mebzul miktarda var piyasada.
Alın size yeni bir klik, yeni bir kriz, nur topu gibi dahilî bir sancı.
Kıvran artık, kıvranabildiğin kadar...
Sen kıvrandıkça da, yeni klik, yeni hizbin beleşçileri üşüşüp bin bir emekle hasıl ettiğin sermayenden çalmayı, canından parça koparmayı marifet bilecek.
İlk başlarda tevazu perdesiyle gelirler; yeterince bir güç, sermaye biriktirdiklerinde ise, hemen ilk fırsatta derebeylik bayrağını açar ve bambaşka bir mecraya doğru yol almaya başlarlar.
İyi de, nereye bu gidiş?
Belli değil. Meçhûl. Kendileri dahil, hiç kimse bilmiyor, bilemiyor.
Haklı olsa bile...
Öyle fikir, zekâ ve kabiliyet sahipleri vardır ki, bunlar çoğu zaman—teorik plânda—doğru söyler ve doğru çıkışlar yapar, haklı tekliflerde bulunurlar.
Bunların kıymetini bilmeli, onlardan istifade cihetine gitmeli; idare etmeli ve onları asla dışlama cihetine gitmemeli. (Dışlananların bir kısmı zamanla kıymete biniyor, bazıları için bir fenomene dönüşüyor.)
Evet, aslolan şudur ki: Geniş Nur dairesinden hiç kimseyi itmemeli, dışlamamalı. Buna hakkımız yok. Asla! Giden, kendi gitmeli. Gidişine, hissî/şahsî hiçbir kılıf, hiçbir bahane bul(a)mamalı.
Başkasının daireden dışlanmasına, uzaklaşmasına sebep olan, çok ağır bir vebâlin altına girmiş olur.
Buna mukabil, kişinin kendisi de, her ne pahasına olursa olsun ayrılmamalı, harice gitmemeli; gitmemek için direnip Allah’tan yardım, inayet dilemeli.
Öyle ki, yaşanan bir sıkıntıda haklı olsa bile, kişi yine harice gitmemeli. Ayrıca, kendi de bir baş olmaya ve şahsı etrafından ayrı bir daire teşkil etmeye çalışmamalı; dahası, buna meydan da vermemeli. Zira, ne yazık ki piyasada çok sayıda gayrı memnun kişi var.
Açıkça ifade edelim: Ayrı bir baş olmak, zamanla şahsını merkez gibi göstermek, son derece risklidir, tehlikelidir. Çünkü, iş orada kalmıyor; kişinin kendisi veya çevresindeki beleşçilere göre, yeni merkez artık “dünyanın merkezi” gibi tevehhüm edilmeye başlanır. Dahası, etrafa da böyle bir hava pompalanmaya başlanır ki, artık uçurumun kenarına gelinmiş demektir.
Cenâb-ı Hak, bilumum gayrı memnunlara ve onlara karışan gözaçık bedavacılara insaf, ihlâs, sekînet, istikamet ihsan etsin; ihlâslı emek ve gayret sahiplerini de onların muhtemel zararlarından muhafaza eylesin.
@salihoglulatif'ten
Talebenin şartı şudur ki:
Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin. (Bkz: Mektubat, s. 329)
Tarihte 14 Mayıs
İlk icraat: Muhammedî Ezan
14 Mayıs 1950 seçimlerinden zafer çıkan Demokrat Partinin göğüslemiş olduğu ilk hizmet, Ezân–ı Muhammedî'nin aslına çevrilmesi işi oldu.
Başbakan Adnan Menderes'in hükümeti kurması, ancak 22 Mayıs'ta mümkün olabildi. Menderes, idarenin başına geçer geçmez derhal ezan meselesini gündeme getirdi. Zira, din ve vicdan hürriyeti konusunda millete söz vermişti. Sözünü tuttu ve gereğini de yaptı.
O dönemin medyasına baktığımızda, ezan meselesinin Haziran ayının ilk haftasından itibaren Meclis'in gündemine getirildiğini ve tâ 17 Haziran'a kadar da üzerinde müzakereye devam edildiğini görmekteyiz.
17 Haziran günü ise, DP grubunun ezanın serbestiyeti hakkındaki teklifi Meclis'te kabul edilerek, büyük ve mukaddes bir hizmet îfâ edilmiş oldu.
Menderes ve dâvâ arkadaşları bu hizmeti yapmaya koyulurken, konuyu istismardan ve dini siyasete âlet etmekten şiddetle kaçındığı gibi, başına gelebilecek her sıkıntıyı, önüne çıkabilecek her türlü riski göze almayı da peşinen kabullenmişti.