Geçmişten günümüze felsefecilerin kafasını kurcalayan müthiş sorular vardır.
Meselâ, ‘bu dünyaya niçin gönderildik, ne amaçla böyle kısa bir hayat yaşıyoruz, hayatı yaşarken nasıl yaşamalıyız ki lezzet alalım, bu dünyada sınırlarımız neler?’ gibi... Bu soruların cevaplanması, hayatın anlamlanması açısından mühim ancak bazı felsefistler gibi hayatını bu soruları düşünerek bitirmek pek de mantıklı gelmiyor. Çünkü hayatı veren zaten hayatın sınırlarını çizmiş ve bütün bu soruların cevabını insana vermiştir. Dolayısıyla Allah’a iman etmek kısa yoldan hayatı anlamlandırmaktır. Başka yollar aramaya gerek var mıdır? Mimar çizimi yapmışsa inşaatçı o çizimi inşa etmekle mükelleftir. İnşaatçıdan mimar gibi bir çizim yapması beklenmeyeceği gibi, gerek de yoktur, vazifesi de değildir.
Şöyle bir misalle başlayalım: Bir ülkeyi ziyaret ettiğimizde o ülkenin kültürünü, dilini ve kurallarını bilirsek o ülkede daha kolay yaşar ve orada geçirdiğimiz süre boyunca daha fazla lezzet alırız. Ancak gittiğimiz yerle ilgili hiçbir fikrimiz yoksa, o yerde yaşamak bizim için zor olacaktır. Aynen bunun gibi yaşadığı dünyayı tanıyan ve buradaki sınırlarını bilen bir insan, daha istikametli adımlar atacak ve hayattan daha fazla lezzet alacaktır.
Dünyayı tanıma yolculuğunda önce şu bilinmelidir ki, dünya süre itibariyle insan için geçicidir. Bu geçici süre insana, burada misafir olduğunu gösterir. Misafir ise ev sahibinin ikramlarıyla lezzetlenir ve o evdeki düzene tabi olur. İstikamet ve lezzet için insanın bu dünyada kendini misafir olarak görmesi ilk kuraldır.
Bir misafir düşünelim, bir padişahın sarayına dâvet olunmuş. Saraya girdiğinde görüyor ki her yerde bir intizam var, her şey yerli yerinde, sarayın işleri sistemli bir şekilde işliyor. Bu misafir buradaki sisteme ayak uydurabilirse burada kaldığı müddetçe rahat edecek ve keyif alacaktır. Ve düzene tabi olduğu için de sarayın sahibi ondan razı olacak, ona güvenecek ve onu saraydaki vazifelerden biriyle vazifelendirecektir. Bu sarayda bir vazifeyle vazifelendirilmek misafir için büyük şereftir. Bunun için ise padişahın düzenine tabi olmak ve buyurduğu emirleri teslimiyetle yerine getirmek gerektir.
Bunun aksine o misafir düzene, sisteme, intizama ters hareket ederse, padişah ondan razı olmayacak, çeşitli ceza- larla cezalandıracak ve onun saraydaki konumunu düşürecektir. Bu yüzden insan bu dünyada, onu misafir edenin rızasına uygun hareket etmekle mükelleftir. Rıza mertebesine göre bu dünyada bir rütbe kazanacaktır. Gün geldiğinde ve bu misafirhaneden ayrıldığında, asıl vatanı olan ahiret yurduna gittiğinde dünya misafirhanesindeki rütbesi ile anılacak ve ebedî yurdunda o rütbeyle mükâfat görecektir.
Ahiret yurdundaki mükâfatların dışında, dünyada da rahat edecektir böyle bir insan. Çünkü dünyayı misafirhane olarak gördüğü için, misafir olduğu dünyadaki ziynetlere, güzelliklere kalbini bağlamayacak ve onlardan ayrıldığı zaman kalbini bağlamadığı için üzüntü çekmeyecektir. Ancak tümbütün bu güzelliklerin Allah’ın mülkü olduğu için O’nun rızası dahilinde onlardan istifade edecektir. Bir musîbet geldiği zaman ise, dünyanın geçici olduğunu düşünüp, musîbetin zararına değil hikmetine bakacak, keyif alacaktır. Dünya misafirhanesinde sınırlarını, dünyanın sahibinin çizdiği sınırlarla belirleyecek ve bir asker gibi askerî düzene uyarak istikamet sahibi olacaktır. Aynı zamanda verilen vazifeleri yerine getirdiği kadar rütbesi de artacak ve bir mareşal gibi büyük bir rütbe kazanabilecektir.
Bediüzzaman Hazretleri’nin şu cümleleri dünyadaki rütbeler hakkında bizlere ışık tutuyor: “Cenab-ı Hak merhametkârane kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki; en edna bir nefer (asker) gibi bu şahsiyetimi, en a’lâ bir makam-ı müşiriyet (mareşal makamı) hükmünde olan hizmet-i esrar-ı Kur’âniyede istihdam ediyor. Yüz binler şükür olsun. Nefis cümleden süflî, vazife cümleden a’lâ.” (Mektubat - 26. Mektup, 2. Mebhas)
Burada anlıyoruz ki, mareşal gibi bir büyük makamda istihdam olunmak için önce kendini küçük bir asker gibi görmeli insan. Askerin vazifesi, emirleri yerine getirmek ve komutana tabi olmaktır. Böyle bir asker, zamanla rütbesini arttıracaktır. İnsan da Allah’a kul olur ve O’nun emirlerine teslim olursa, zamanla büyük rütbelerle vazifelendirilecek ve büyük makamlar kazanacaktır.
Yeter ki asker emirber olduğunu, insan kul olduğu anlasın.