Netameli bir konuda; İslâmiyet, vatan, millet ve demokrasi düşmanlarının en fazla istismar ettikleri ve halkımıza küresel medya ile yanlış propaganda ettikleri mevzuda yazmanın zorluğunu biliyor ve buna rağmen yazıyoruz.
Birinci Meşrutiyetten bu yana üzerinde yazılıp çizilen meselenin zorluğu… Önemli hususları belirtmeye ve bazı işaret taşlarına dokunmaya çalışacağız…
Tarihî bakışla meseleyi 18.y.yıla götürdüğümüzde, Fransız İhtilâlinin Asya hürriyetlerini hareketlendirdiği zamandan bu yana, ırkçılık perdesi altında başka milliyetler çerçevesinde fitneler inşa edildiği gibi (Arnavutçuluk, Arapçılık, Kürtçülük), Osmanlının Şark bölgesinde de, emperyalistler kürtlük fitnesiyle Müslüman coğrafyayı rahatsız etmeye başlamışlar.
Sultan Abdülhamit döneminde nisbeten işletilemeyen bu fitne, İkinci Meşrutiyetten sonra İttihad Terakki’nin İstanbul Şubesi üzerinden hükümetlerde insiyatif alan masonlar ve Selanik Dönmeleriyle; Kürtlere karşı Türkçülüğün kullanıldığını görüyoruz. Türk ırkçılığı yapanların ekserisi gayritürk oldukları halde maksatlar; Şark’ta reaksiyoner bir hareketin halkta kökleşmesini sağlamaktı. (Moiz Kohen, Pavrus Efendi, Ziya Gökalp, Haim Naum, Akçura ve diğerleri.) Selanik ve İstanbul’da neşrettikleri gazete ve dergilerde; Türk gençleri üzerinde etkili olan heyetin çıkardığı Türk Yurdu Dergisinin yazar kadrosu, sorumluları ve bazı idarecileri Türk değillerdi. İttihatçıların arasındaki mason ve dönmelere rağmen, Kürtçe konuşan ve kimlik olarak kendilerini Kürt tanımlayanlar Birinci Dünya Savaşının çetin cephelerinde ve Yunan ile yapılan Savaşlarda Türk ve diğer Osmanlı devamı kardeşleriyle omuz omuza savaşarak 1923’e gelmişler… Osmanlı ve devamındaki Türk Ordusunda komutan olarak savaşan, Darü’lhikmet’te Osmanlı ordusunu temsil eden Kafkas Cephesi kahramanlarından Said Nursî’nin; M. Kemal ve arkadaşlarından Ankara’da ayrılarak memleketine dönmesinin sebepleri arasında; İttihat-Terakkideki mason ve dönmelerinin; demokrasi yerine ırkçılığa dayalı istibdatta ısrar etmeleri de olmalıdır.
İstibdadın, diktatörlüğün, adaletsizliğin ve dindeki laubaliliğin, milliyet olarak karşısında olan Kürtlerin iki yüz yıla yakındır aradıkları şey demokrasi ve adalettir. Kürt milliyetçiliği ve emperyalistlerin yardımlarıyla -Müslümanların zararına da olsa- müstakil Kürt Devleti diye bir davalarının olmadığını; Batıdan gelen ırkçılık hastalığına yakalanmamış Kürtler, her zeminde ifade ediyorlar. Biliyorlar ki; menfaatleri için Kürtçülük kartını masaya koyan emperyalistlerin yardımıyla Kürtler hiçbir menfaate kavuşamazlar. Osmanlı’nın son zamanlarında sözkonusu canavar devletlere kanarak Balkanlarda, Kafkasya ve başka yerlerde devlet isteyen halklar, kurtarıcılarının pençe ve dişleri arasında son nefeslerini verdiler. Günümüzde; ondan fazla ülkede yaşayan Kürtleri İran, Irak, Suriye ve Türkiye gibi devletlerle karşı karşıya getirmek isteyenlere; Neoconların Afganistan’daki jübileleri güzel bir örnek olmalı.
Osmanlı ve devamı olan Anadolu’da Kürtlerin tahrik ve zulümle ihtilâllere karıştırıldıkları yaklaşık–küçük kalkışma ve katliamları saymıyoruz-yirmi dört hadise biliyoruz. Bunların hiçbirisinin; kısmî de olsa demokrasinin tatbik edildiği dönemlerde vukubulmaması, yukardaki tezimizi kuvvetlendiriyor. Kürtlerin meselesi devlet veya bağımsız bir yapı değil, yalnızca dört dörtlük bir demokrasidir. 1950’den 1960’a kadar bir problemle karşılaşmıyoruz. 1960 İhtilâlinin Kürt aydınlarını topladığı Sivas Askerî kampında, Türk asıllı demokrat aydınların bulunmaları; ihtilâlci Kemalistlerin istibdat ve zulümde Türk-Kürt ayırımı yapmadığın gösterir. Bir hadise de, meşhur 12 Eylül demokrasi cinayetinden sonraki zamanlarda; Kemalistleri kullanan küreselci çetenin Türk-Kürt ayırımı yapmadığının delilidir. Diyarbekir Cezaevindeki korkunç zulüm ve vahşetin; başşehrn göbeğindeki Mamak’ta da cereyan ettiğini görgü şahitleri ve deliller belirtiyorlar.
Zulme ve gadre mahkûm olmuş Kürtlerin davası, elbette demokrasi ile insanî haklarına kavuşmak olacaktır.