Seyyidlerin en bariz özelliği istiğna düsturudur. Zira anlamışlar ki; “in ecriye illa alallah” yani, “benim ücretimi ancak Allah verir”(Sebe Sûresi, 47)
Seyyidler cemaatine baktığımızda en başta reisleri Muhammed-i Arabî (asm) kimseden bir ücret istememiş, sadece Rabbimizin emirlerini tebliğ etmiştir.
Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin hemen bütün Eh-li Beyt, halkların mallarından istiğna etmişler.
Keza, Hz. Bediüzzaman hayatı boyunca kimseden hediye almamış, bu sebeple çok dostlarını kırma pahasına kabul etmemiştir.
“Neşr-i hak için enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz” (Mektubat) diyerek Hz. Peygamber (asm) ve ceddinin varisi olduğunu göstermiştir.
“Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cerr etmekle ittiham ediyorlar. “İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lâzımdır” (Sözler) diyerek, tam bir muhlas olmuştur.
İşte o istiğna düsturunu ifrat derecesinde hayatına geçiren seyyidlerden birisi de, Seyda Abdülhakim Göneç. Kısaca Seyda Abi diye tanınan, adı gibi kendisi de seyyid ve ismiyle müsemma nev-i şahsına münhasır nadirattan, belki de nesli tükenen bir şahsiyetti.
Cây-ı dikkat bir hatıra; merhum validemin taziyesindeki, (Anadolu’nun güzel âdetlerinden olan taziye müddetince her öğün bir dost yemek verir) yemek saatinde onca ısrarlara rağmen yemek dâvetini kabul etmemesi, istiğna düsturunun en ifrat misâlidir.
1950’ler de imam eksikliği sebebiyle Ramazan’da doğudan imam getirtip köy camilerinde istihdam ediliyordu.
Seyda Abi Batmanlı olup Urfa’ya bu sebeple gelmiş, daha sonra Üstad’ın Urfa’da vefatı dolayısıyla ömrünü burada vakfetmiş, “Madem Üstad Urfa’yı seçti, biz de burada kalalım” demiş. Medrese eğitimi veren Rıdvaniye Camii ve diğer cami hücrelerinde ilimle uğraşmış ve bir çok talebe yetiştirmiştir.
Vefatında akrabaları cenazeyi Batman’a götürmek isteseler de, Urfa Nur cemaati merhumun Urfa’yı sevmesinden dolayı cenaze sahiplerini ikna ederek vermediler.
SEYDA ABİ VE GÜMRÜK HANI
Her Urfa’ya gidişimizde onu ziyaret eder hayır duâlarını alırdık. İkindi namazını müteakip meşhur Gümrük Hanı Çay Bahçesi’nde dostlarla buluşur hasbihal ederdi. Hemen her kesimden sevenleri onu ziyaret eder duâsını alırlardı.
Seyda Abi, sıkı bir Yeni Asya taraftarı idi. O savrulmalarda gazeteyi almalarını teşvik eder hatta “Ben ölürsem gazeteyi bedenime sarın” diye tavsiyesi de olmuş bir gazete fanatiğiydi.
70’li senelerde ta merhum babam zamanından beri derslere iştirak eder, onca ayrılma/savrulmalara ehemmiyet vermeyerek cemaatten bir lâhza gitmeyi düşünmezdi. Ki, çok yaşıtı başka yerlere gitmesine rağmen hemen her Cum’a umumî derse iştirak eder, sessizce köşesinde oturur dersi takip ederdi.
Vefatından bir müddet evvel (son Urfa seyahatimizde) yine ziyaret etmiş, hayır duâsını almak istemiştik. İkindi namazı Mevlevîhane Camii’nde onu ön safta bulduk. Secdede başından eksik etmediği kefiyesi düşmüş, zaten 40 kilolarda seyreden naif bedeni büsbütün ortaya çıkmıştı. Onun o hali rikkatime dokunmuştu.
Ölüm istenilmez, ancak fakir’ül hâl, yalnız ve hizmete muhtaç yaşayan bu mübarek insanın dünya külfetinde çektiği eziyet 1. Mektup’taki; “Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad (...)
İhtiyarlık gibi şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir” hakikatleri tedâyi ettirdi.
Namazı birlikte eda ettiğimiz Bediüzzaman Vakfı Başkanı Ahmet Zorlu Ağabeye dedim ki; bu zat çok eziyet çekiyor artık, ne olacak hâli?
Namaz sonrası çay faslında hiç konuşamadık, başka diyarlardaydı sanki..
Hakikaten Urfa’dan ayrılmamızdan kısa bir süre sonra düştüğünü öğrendik. Basit bir kalça kırığı olmasına rağmen ameliyat sonrası ebedî âleme başta ceddi olan Rasulullaha (asm) ve Üstadına kavuştu.
Cenazeyi kabre indirenlerin gördükleri manzara onları da mesrur etmişti. Zira Seyda Abi masum bir bebek gibi yüzü de mütebessim imiş.
Evet o; “Merdane kabre bak, dinle ne taleb eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül”dü.
Ücretini halkan değil, Rabbinden almaya gitti.
Rabbim rahmet eylesin.