Bir tarihte, daha çok yakın sayılabilecek bir tarihte yenisi, ama cami olarak, bütün Taksim’i/İstiklâl Caddesi’ni kokutacak, ıslayacak miktarda, tonlarla ifade edilen hakikî Isparta Gülsuyu eşliğinde Ricâl-i Devletimiz tarafından büyük bir medya ordusuyla, geniş, hem de velveleli bir nümâyiş ile açılan, Eski Taksim Mescidi’ne bir ikindi vaktinde ikindi namazını eda etmek için gitmiştim.
Namazı kıldıktan sonra, orada, bizden biraz farklı sayılabilecek kıyafetli bir adam dikkatimi özellikle çekmişti. Şöyle ki; Kur’ân-ı Kerîm’i yere/zemine koymuş, kendisi de yere uzanmış, yarı yatar bir pozisyonda Kur’ân okuyordu..
Bizden olmadığını, Arap asıllı/kökenli olduğunu hemen anladım tabiî ki..
Yanına yaklaştım ve “Ehlen ve sehlen!”, yani, “Hoş geldiniz, safa geldiniz!” dedim. Nereden geldiğini, nereli olduğunu sordum.
Suûdlu olduğunu, Mekke’den geldiğini söyledi, yine, o yatar pozisyonunu, o da zorlukla çok hafif düzelterek..
Tevafuk ya bu; o gece de Mevlid Kandili idi..
Kendisine, Arapça olarak, müjdeli ve neşeli bir ses tonuyla “Bu gece Mevlid Kandili, Peygamberimizin (asm) dünyaya teşrif ettikleri şu mübârek gecemiz..” dedim.
Birden, hemencecik ciddileşerek, üstelik kaşlarını çatarak, gür, hem de öfke dolu bir sesle, “Küllühum bidğah!!..”, yani “Bunların hepsi Bid’âttır!..” dedi.
Ben de bunun üzerine kendilerine hitaben, “Öyleyse, bütün Hadisler, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf ilmi, hem de kitaplarının yanı sıra medreseler, cami, hem de minareleri; hepsi, senin bu dediğin anlamda, ‘bid’âttır’; çünkü hepsi, Peygamberimizin (asm) vefatından sonra tekevvün/tedevvün etmiş/oluşturulmuş/bir araya getirilmiştir.. Bu durumda, şimdi biz ne yapacağız!!?...” dedim.
Şaşırdı; çünkü, tahminim; öyle bir cevap hiç beklemiyordu...
Uzun süre, yüzüme, öylece bakakaldı.. Sonra kendisine, devamla şunu söyledim, “İslâm Âlimleri, bunları ikiye ayırıyorlar, Bid’ât-ı Hasene ve Bid’ât-ı Seyyie olarak.. Ve bu bahsettiğiniz Hasene kısmından olsa gerektir...”
***
Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, 11. Lem’â’da, konuyla ilgili meşhûr, hem de mütevâtir hadisi tefsir ederken, “Bid’ât”i tarif bağlamında, Şeriat’ın göz kamaştıracak derecede parlak kuralları/kâideleri ve Sünnet-i Seniyye’nin düstûrları tamam olduktan ve kemâlini bulduktan sonra, o düstûrları beğenmemek, ya da -hâşâ- nâkıs/eksik görmek hissini ihsâs eden/hissettiren şu “dinde reform” görüntüsü altındaki yenilikleri icad etmeyi “dalâlet ve ateş” olarak tasvir etmektedir. Sonrasında ise, Sünnet-i Seniyye’nin kaç kısma ayrıldığı ve derece bakımından hangisinin daha öncelikli, hem de “vazgeçilmez” olduğu ile ilgili, şu gelecek şekilde, en “enfes/harika, hem de mukni’/ikna edici bir tasnifat yapar..
Bir kısmının, “vücûb” ifade ettiğini/yani dinen “farz” olduğunu, bunların neler olduğu konusunun, Şeriat Kitapları olan Hadis ve Fıkıh Kitapları’nda açıkça beyan edildiklerini, onların “Muhkemât” olduklarını, hiçbir şekilde değiştirilmesi ya da “reforme” edilmesinin mümkün olmadığını ifade, hem de ikaz eder.
Diğer kısmının ise, ıstılâh/terim anlamıyla “Nevâfil/Nâfileler” olduğunu (bu arada, “cinâs” sanatı yoluyla, bunu/bunları, şu günlük dilde kullandığımız “boş ve faydasız” anlamıyla karıştırmamalıyız) ve bu kısmın da ikiye ayrıldığını, birisinin ibadetler ile ilgili olduğunu, bunlarda değiştirmenin/reforme etmenin, tıpkı birinci kısımda olduğu gibi “Bid’ât” olduğunu, diğerinin ise “Âdâp” olarak tâbir edildiğini, Peygamberimizin (asm) konuşmak, yemek-içmek, yatıp-kalkmak ve benzeri günlük sünnetleri ile ilgili olduğunu, bunlara muhalefet etmenin/yapmamanın, şu bildiğimiz/ya da bildiğimizi zannettiğimiz “Bid’ât” olarak tanımlanamayacağını, fakat terk eden kimsenin, bu sünnetlerin feyzinden, hem de nûrundan mahrum kalacağını, yapanın/yerine getiren kimsenin de büyük feyizlere/nurlara mazhar/mâkes olacağını, ve bu sayede kişinin, şu günlük rutin hareket, hem de sıradan davranışlarını “ibadete” çevirebileceğini izah eder..
Üçüncü kısımda ise, İslâmiyet’in Âlâmetleri /Sembolleri/Simgeleri olan ve “Şeâir” ile tâbir edilen, en ehemmiyetli/önemli/vazgeçilmez sünnetlerin bulunduğunu, bunların ise, topluma âit ortak bir ibadet hükmünde olduğunu, tıpkı, şu bildiğimiz “farz-ı kifâye” gibi, birisinin yapmasıyla, diğerlerinin üzerinden sorumluluğu kaldırdığını, hem de onların da istifadesine vesile/medar olduğunu, terk edilmesi hâlinde/durumunda ise, umum cemaatin/halkın mesul/sorumlu olduğunu/olacağını belirtir..
Bunların da başta ezân okumak/okunmak, selâm vermek, cemaatle namaz, kadınlar için tesettür/örtülü olmak, camiler/mescitler, Kur’ân öğretimi/eğitimi, mezarlıklar/mezar taşları gibi, bir toplumun Müslüman olduğunu gösteren Âlâmetleri/Sembolleri/Simgeleri hükmünde olduğunu, hem de bunların, şu bildiğimiz namaz, oruç, zekât, hac gibi şahsî farzlardan/ibadetlerden çok daha ehemmiyetli/önemli, hem de “vazgeçilmez” olduğunu, bizlere özellikle hem ihtar hem de ikaz eder.
Günümüzde, hem İslâm Âlemi hem de Müslüman Türk Dünyası olarak, kanayan en büyük, en mühim bir yaramız olan, Doğu Türkistan’daki Müslüman Türk soydaşlarımıza, Komünist Çin Hükümeti’nin uyguladığı, şu baskı, hem de tahribin, neden ilk olarak Ezân-ı Muhammedî’nin yasaklanması, camilerin yıkımı, hem de tarihî mezarlıkların/mezar taşlarının yıkımı/tahribi ile başladığı, çocuklara/gençlere Kur’ân öğretimi /eğitiminin neden yasaklandığı, yapanların, neden hapse atıldığı, ya da onların bu zulmü kamufle için “Topluma Kazandırma Eğitimi/Radikal Dinî Fikirleri Islâh/Rehabilite Etme” adı altında, şu bildiğimiz Toplama Kampları’na neden alındıkları özellikle daha iyi anlaşılıyordur, yukarıdaki izahtan sonra, şimdi sanırım..