Lütûf ve kahrın iki tecellîgâhı...
Bir mükâfât, hem de mücâzât diyarı…
Cennet
Bir bahçe, içinde bağları olan
Üzüm, hurma...
Salkım salkım, çeşit çeşit, lezzet lezzet...
Köşkler, saraylar…
Altlarından ırmaklar akan...
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği
Kalb-i beşere hutûr etmediği
Bir “mükâfât” diyarı...
“Meşakkat”, hem de “zorluk” elbisesinin çıkarılıp atıldığı
“Ölümün” bir “buzağı” olup boğazlandığı…
İnsanın her şeyiyle “hayata” mazhariyeti...
Hem de eşyanın...
Her şeyin dirildiği, diriliği...
“Bozulmayan” gençliği...
Hem de tazeliği...
“Ayrılık” ve de “yokluğun” görülmediği...
Elemin bilinmediği...
Hem de kederin, acının hissedilmediği...
Cennet
Sekiz kat tedriç ve de tanzim
Hem de tefriş edilmiş...
Derecât yükseldikçe güzelliğin de yükseldiği...
Eşyanın, insanların
Bir de Hûrilerin...
Hem de dünyadan gelme, o hûrilerden daha güzellerin...
Cennet
Zerre kadar da olsa imanı olanı kabul edebilirliği...
“Bin senelik” bir elemi “bir anda” silebilirliği...
Şöyle tasvir edilirdi Hadîs’te
Cennet’e “en son” girenin hâli…
Cehennem’den çıkmıştır
“Kömür” gibi olmuştur
“Bin sene” yanmış olmaktan...
Önce “Âb-ı Hayat Havuzu”nda yıkanır da
Vücûdu, hem de âzâları yeniden iade edilir…
Sonra, Cennet’in kapısına gelir
Acaba bana da açılacak mı diye...
Derken Cennet’in kapısı aralanır...
İçeri girer de, “güzelliği” karşısında gözleri kamaşır...
Sonra aklından geçirir
Hem de etrafına bakınır, tıpkı bir “yabancı” gibi...
“Acaba bana da ayrılmış bir mekân var mı”dır diye...
Derken köşkü gösterilir...
Kendisi, çekine çekine
Hem de merakla ona yaklaşır...
İçeri girer, sonra “içinden” geçirir...
“Acaba bana ait başka bir güzellik var mıdır” diye
Derken kendisinin hizmetine verilen hûrilerden
Birisi kendisine gösterilir de
“Kırk sene” baktığı hâlde “güzelliğine” doyamaz...
Cehennem
Bir mücâzât ve de ceza diyârı...
Hem de adâlet...
“Yapılmayanların” karşılığı...
İman etmeyişin, ubûdiyete girmeyişin
O “hafif yükü” kabullenmeyişin...
Pişmanlığın diyarı, faydasız da olsa...
Kendine kahredişin, geriye dönemeyişin...
Sonucu, “sonunu” kabullenişin...
“Eyvâh!”lar, “Yazık!”ların...
Kendini kınayışın...
Hem de nefsine “levm” edişin…
“Yedi kat” düzenlenmiş
“Yapmadıklarının” sayısına göre…
Aşağıya doğru derekelenmiş...
Çeşit çeşit, biçim biçim, şekil şekil…
Hafiften ağıra, en ağırdan idama...
“Suçluların” hapsedildiği…
Aslında Cehennem de olsa
Hatta en altta “Hâviye” denen “uçurum” da olsa
Gerçek anlamda idam, yani “yokluk” yoktu...
Ama “inanmayan” insan
O yokluğu kendi “rûhunda” yaşıyor
Yakıyor, hem de yandırıyordu...
“Cehennem bile, onun yanında serin kalır!”
Diyordu Asrın Sâhibi…
Hatta Cehennem, onun için bir çeşit “rahmet” sayılabilirdi...
Çünkü kâfir, yani “Âhiret’e inanmayan” için iki şık vardı…
Ya inandığı gibi “mutlak yokluğa” gidecekti...
Bu ise “şerr-i mahz” idi, yani “kötülüğün” ta kendisi idi
Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın verdiği vücûd
Ve de “hayat” nimetini bir anda çekip alması
Rûhun “en büyük” azabı olurdu...
Kim, rûhuna bakabilse, bir de dinleyebilse hisseder
Hem de görürdü bunu...
Ya da “Cehennem” de olsa vücûd
Ve de “varlık” sâhasında kalacaktı...
“Rahmetim, şüphesiz ‘gazabımı’ geçmiştir...”
Hadîs-i Kudsî’sinin ihbarının doğruluğu
Hem de O’nun “rahmetinin” genişliğiydi...