“Memur” kelimesi, aslı itibariyle Arapça kökenli, “emere” fiilinden türetilmiş, şu fiilden etkilenen, “edilgen” karakterli, “emrolunan, emredilen, kayıt altında bulunan” anlamında tamamen Türkçeleşmiş bir kavram, bir meslekî terim.
Bu kavram, ilk olarak, şu Devlet-i Âliye-i Osmaniye’nin âhir ömrü sayılan, 2. Meşrûtiyet Dönemi’nde, 24 Şubat 1913 tarihli şu “Memurîn-i Muhâkemat Kanunu” ile dünyamıza girmiştir diyebiliriz.
Cumhuriyet Dönemi’nde ise “Çok Partili Parlamenter Sistem”le birlikte şu kavram, biraz daha Türkçeleştirilerek 14.07.1965 tarihinde “657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu” şeklinde değiştirilip, güncellenmiştir. Yıllar içinde sayısız defa güncellenmiş, hâlen de güncellenmeye devam etmektedir.
İnsanın, sırf “insan” olarak yaratılması itibariyle, başka herhangi bir sebebe ya da şahsa veyahut tüzel kişiliğe bağlı olmaksızın doğuştan beraberinde getirdiği, “kazanılmış” olduğu kabul edilen, şu “vazgeçilmez hakları” var, öncesinde 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannâmesi, sonrasında ise Çocuk Hakları Beyannâmesi ile de tasdik ve teyit edilen.
İlgili 657 Sayılı Kanun, öncesinde “Sorumluluklar/Ödevler”, sonrasında şu “Haklar”, en son olarak da “Cezalar” şeklinde düzenlenmiş.
Bunlar içinde en garip, özellikle de, kendi içinde şu “en çelişkili” olanı ise, haklar kapsamında sayılabilecek şu 7. Madde’deki “tahdit”, yani “hak sınırlaması” olsa gerektir. Aynen şöyle demekte: “Devlet Memurları, Siyasi Partiye üye olamazlar, herhangi bir siyasi parti, kişi veya zümrenin yararını veya zararını hedef tutan bir davranışta bulunamazlar; görevlerini yerine getirirlerken dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep gibi ayırım yapamazlar, hiçbir şekilde, siyasi ve ideolojik amaçlı beyanda ve eylemde bulunamazlar ve bu eylemlere katılamazlar.”
İdeoloji, “siyasal ya da toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir siyasi partinin, bir toplumsal sınıfın davranışlarına yön veren siyasî, hukuksal, bilimsel, felsefî, dinsel, erdemsel, estetik düşünceler bütünü” olarak tarif edilmekte.
Meselâ, Anayasamızın da üzerine bina edildiği, başlangıç kısmında referans edildiği üzere “Atatürkçülük” ya da “Kemâlizm” de, bu anlamda, bu tarife göre bir “ideoloji” değil midir?
Dinin, yani İslâmiyet’in, inanç esaslarına bağlı olarak, ibadete taalluk eden, başta namaz, oruç, zekât ve de hac ibadetlerinin yanı sıra ahlâkî davranışların olumsuz sonuçları ile ilgili, “ukûbat” diye isimlendirilen ve müeyyide/yaptırım ihtiva eden “şer’î cezaları” yok mudur ve bunlar -yukarıdaki tanıma göre- yine, aslında “ideoloji” kapsamında değil midir?
Hem de bu memurlarımız eğer “ırk ayrımı yapamaz” iseler, bu ülkede, bu vatanda bu kadar farklı etkin kökenden gelen “vatandaş” varken, neden, aynı vatanda yaşayanlar anlamında “Vatan-daş”lık değil de, sadece “Türk olmak” ve “Türklük” vurgusu yapılmakta ve sadece o kavram tanımlanmakta, hem de “ısrarla” vurgulanmaktadır?
Ayrıca, bu kanuna göre, en temel, en insanî bir hak arama yolu ve de tepkisi olan şu “grev hakkı” memurun elinden alınmakta. Gerekçesinde ise, şu kamu hizmetinin ihmâl olunabileceği, hem de asayişin bozulabileceği endişe ve realitesi nazara verilmekte.
Bu hakkın, ancak bir sendika üyeliği kapsamında kazanılabileceği ve kullanılabileceği ara bir formül, hem de çözüm şekli olarak anlaşılmakta.