Hepinize merhabalar çok sevgili Pazarola okurları. Dört haftanın ardından ilk defa yazı yazacağım için kendimi biraz garip hissediyorum.
Dört haftadır neredesin derseniz, yıllık izne çıkmıştım. Arkadaşlarımdan “boş boş oturuyorsun niye izin yapıyorsun ki?” diyenler oldu, arkadaşlar zaten izin boş boş oturmak için yapılır. Biliyorsunuz normalde böyle ara verip geri döndüğümde biraz trip atarım “kimse beni sormadı” diye, ama inanır mısınız binlerce mesaj aldım, telefonlarım susmadı: “Çedile nolur geri dön, Pazarola sensiz hep biraz eksik” dediler. Madem öyle sevenlerimizi üzmeyelim. İznimi burada noktalıyorum ve ülkemiz üzerinde dönen hain oyunları ve dış mihrakların gizli projelerini açığa çıkartmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz; MEKÂNIN SAHİBİ GERİ GELDİ!
BOŞ BOŞ OTURUYORDUM
Ben yokken neler oldu neler. Neler oldu sahiden? Ben bilmiyorum, çünkü boş boş oturmaktan gündemi takip edecek vaktim olmadı. Zaten ben önceden, yani Pazarola Öncesi (PÖ) hayatımda haberlerin sadece fotoğraflarına bakan, akşam 7-8 arası asla televizyona yaklaşmayan, akrabalarla bir araya gelindiğinde Avrupa’da yayalara yol verilmesi dahil bütün konuları buzdolabı poşetinde pazardan eve dönen Japon balığı ifadesiyle izleyen bir insandım. Şimdi ise bulunduğum her ortamda “Eee anlat bakalım nasıldı Avrupa?” diyorlar. Avrupa’ya Pazarola için araştırma ve geliştirme çalışmalarımı yürütmek için gittiğim herkesin malûmudur diye düşünüyorum. Hayatımın Pazarola Sonrası (PS) evresi ise çikolata ve fıstığa batırılan dondurma gibi devam ediyor. Gündemi takip etmek hayatın tadı tuzuymuş, bunu anladım. Üstelik sadece Türk basınını değil, ki zaten “hangi” diyerek beni büyük bir girdaba sokabilirsiniz, yabancı basını da takip etmek entelecansiyamı ciddî derecede yükseltti.
YATAĞINIZI TOPLAMAK SİZE KALMIŞ
Ama biz toplum olarak böyle şeyleri pek sevmeyiz. Çöpünü ayrıştıran insanlara bile “fazla marjinal” deyip geçeriz. Çevremizde plastik kullanmayan, markete kendi keselerini götüren, paket gıda kullanımından kaçınan birileri varsa, “delirmiş bu da amaaan” deriz. Halbuki asıl delirmiş olan bizleriz. Gündemimizde Dünya’nın git gide yaşanmaz bir hale geliyor oluşundan çok hangi ünlü çiftin severek ayrıldığı, yolda bebeklerinin nasıl da yürüdüğü, aman Allah’ım geçen gün nasıl da aşırı sıradan, ama her nedense İnstagram’da üzerine sayfalarca konuşup hayat dersleri çıkaracak şeyler yazdıkları var. Dahası çevreyle alâkalı konular açıldığında “Zaten kıyametin kopmasına ne kaldı, Dünya da yavaş yavaş yok olacak işte” bile diyoruz. Sanki akşam yine yatacağımız yatağı toplamak istemiyor gibi bir halimiz var. Yataklarınızı ister toplayın ister toplamayın, o annenizle sizin aranızda; ama bu Dünya kimsenin değil. Bedenlerimiz gibi üzerinde yaşadığımız Dünya da bize emanet. Ve kıyamet kopuyor olsa bile elimizdeki fidanı ekmekle sorumlu tutulmuşuz. Soluduğumuz havayı biz kirletiyorsak ve bu hava kirliliği bizim ciğerlerimizi mahvediyorsa, kusura bakmayın, ama toplu taşıma kullanmak konusunda çevremizi bilinçlendirmek boynumuzun borcu.
KOMŞULUK HAKKINDAN 100 ALDIK
Boynumuzun borcu olan bir başka şey komşuluk hakkını gözetmek biliyorsunuz ki. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diye bir hadis var sonuçta. Ve Türkiye bu sınavdan da 100 alarak geçiyor. Biliyor musunuz bilmiyorum, Rusya son zamanlarda askerî açıdan biraz paraya sıkışmış. Ben demiyorum, Moscow Times diyor. Savunma sanayii kıt kanaat geçiniyormuş. Bu haberle birlikte haftalardır konuşulan S-400 meselesi açıklığa kavuştu. Belli ki bir elin verdiğini öbür el görmesin diye duyurmadan yardım ediyormuşuz Rusya’ya. E bir yerde atalarımızdan da bunu gördük biz, müşteriyi henüz siftah yapmamış olan esnafa yönlendiren bir diğer esnafın mertliğiyle, Rusya’ya yardıma koştuk. Yeter ki araştırma ve geliştirme çalışmalarını yürütebilecek parayı denkleştirsinler ve hemen güneyimizde gerçekleşen savaşta saflarını güçlendirebilsinler. Biz de “Rızkımızı veren Hüda’dır” diyerek Suriye’ye asker yollamaya devam ederiz. E sonuçta o da komşu değil mi?