"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

DENKTAŞ: Kıbrıs’ta İslâm kültürü var

16 Ocak 2012, Pazartesi
Yarın toprağa verilecek olan Rauf Denktaş, Köprü dergisindeki mülâkatında, Kıbrıs'ta camisiyle, diniyle, diliyle, herşeyiyle dört asırdan beri İslâm kültürünün hakim olduğunu vurgulamıştı.
DENKTAŞ: KIBRIS’TA 4 ASIRDIR İSLÂM KÜLTÜRÜ HAKİM
Biz Zürih anlaşmalarını artık yürürlüğe koyacak diğer anlaşmaları yaparken, anayasayı hazırlarken, ihtilâl oldu. Makarios derhal o anlaşmaları ortadan kaldırma yolunu seçti. “‘Bağlı değilim,” diyecek oldu. Biz hemen Gürsel Paşaya, Allah rahmet eylesin, “Aman,” dedik, “Bu anlaşmalardan birşey bekliyorsanız, bu adam sıyrılıp gidiyor.” Bunun üzerine o ilk 24 saatin içerisinde yapılan bir açıklama ile, “Anlaşmalara Türkiye sadıktır ve uyacaktır,” denildi. Bunun üzerine anayasasını bitirdik. Fakat bu süre içerisinde biz ne olacağını görüyorduk. Bunun raporlarını hazırlıyoruz, gönderiyoruz. Hâsılı, 60 cumhuriyeti doldu.
Şimdi çok uzun getirdim cevabınızı, ama bunu bilmeden şu söylediğimi kıymetlendiremezdiniz. Tâ başlangıcından Kıbrıs Türkünün Kıbrıs’ta verdiği mücadele, hürriyet mücadelesidir, ikinci sınıf vatandaş olmama mücadelesidir, Türkiye’den kopmama mücadelesidir. Kıbrıs’ta üç yüz küsur yıl şanla, şerefle devam ettirdiği dinî ve millî harsını ve varlığını devam ettirme mücadelesidir. Onun için bütün o sıkıntılardan böyle geldik, böyle çıktık.
Ve Zürih Andlaşması hakikaten büyük bir adımdı. O zaman çok eleştirildi. Böyle andlaşma olur mu, olmaz mı, diye. Türke hak verdi, Türkün var olan hakkını uluslar arası satıhta yazıya geçirdi. Büyük bir olaydı. Ve geriye bakınca insan bunu daha da iyi anlıyor. Mesele neydi? Mesele şuydu: 1960 anlaşmasını yapanlar ortadan kalkınca, yerlerine gelenler gereken önemi vermediler. Eğer ben size 500 liraya dair kefil olursam, cebimde o 500 lirayı daima tutarım. Ansızın isterlerse rezil olmayayım, vereyim diye. Garantör oldu Türkiye; gün gelir, garantör olarak göreve çağırtabilirim, diye o hazırlığı hiç yapmadı, hiç aklının kenarından geçirmedi. Biz burada bağırıyoruz: Hazırlanıyorlar, vuracaklar. Devamlı surette bizim raporlarımız okunmadı, üst kademeye çıkmadı. Sonra gördük bunları.
Neticede bir ayak üzerinde yakalandık. 63 olayları başlayınca Türkiye hazırlıksızdı, tamamen hazırlıksızdı. O kadar hazırlıksızdı ki, alay ile sefaret arasında telsiz irtibatı bile yoktu. İki mil ötede alay, sefaret burada; aralarında irtibat yoktu. Alay Ankara’ya çekerdi; Ankara da sefarete çekerdi. Açar, kapar; kapar, açar. Böyle yarım günde gelirdi mesajlar. Büyük felâketti.
63 öyle geldi. 63 olaylarından hemen sonra İngiltere’de bir konferans yapıldı. Londra Konferansı. Londra Konferansında Rumlar memlekete hakim artık. Türklerin gelemediğini görmüşler. Büyük bir sevinç içerisinde bize azınlık hakları veriyorlar. Ama bu 60 anlaşması değişecek. Biz de “Federasyonuz,” diyoruz. “Coğrafî zemine dayalı federasyon” diyoruz. Tabiî, netice alınamadı. Bir ara bize İngiliz Dışişleri Bakanı, “Siz bu Türkiye’ye inanarak dayatıyorsunuz. Vazgeçin, Türkiye gelemez, sizi kurtaramaz. Bu akılla giderseniz Kıbrıs’tan gömleğinizle kaçacaksınız,” dedi. Durum oydu. Kimse inanmıyordu kurtulabileceğimize ve herkes zannediyordu ki, Türkiye arkamızdadır diye direniyoruz. Türkiye’nin tabiatıyla garantör olması bize güç veriyordu. Anadolu halkının bizi bırakmayacağına inancımız, imanımız vardı. Ama biz Türkiye’nin ne kadar zor şartlar içerisinde olduğunu biliyorduk. Direnişimizin nedeni; alternatif yoktu, seçenek yoktu. Ya esir olacaksın, ya adam üstünden geçecek. Buydu. Direnmek mecburiyetindeydik. Vatan müdafaasındaydık.
Londra Konferansı bitti. Derhal Birleşmiş Milletler'e müracaat edildi Güvenlik Konseyine. Ben Londra’dan doğru New York’a gittim. New York’ta büyük zorluklardan sonra konuşma hakkı tanındı. Kıbrıs’ta olan fecaati anlattım. Makarios’un yediği haltları söyledim. Mükâfatı: Geri dönüşte adaya girişim yasaklandı. Ankara’da kalmaya mecbur oldum. Askerin arasına katılayım, dedim. Kat’iyyen kabul edilmedi. Sonra New York’ta bir karar çıktı: 4 Mart 1964 kararı. Bu kararda hükümet sözü var, cemaat sözü var. Biz orada buna itiraz ettik. “Böyle şey olamaz. Makarios’a siz hükümetsiniz derseniz, bu meseleyi asla kapatamayız. Bitirmez adam.” Kimse anlamadı. Nihayet Ankara da razı oldu. O karar geçti. O karar yüzündendir ki, Rumlar o gün bugün Kıbrıs hükümeti diye dünyada geziyorlar, Kıbrıs hükümeti adına lâf edebiliyorlar. Bizim bütün attığımız adımlara rağmen hâlâ dünya onları haklı, bizi haksız görüyor. O karar, esas mücadele edilmesi gereken bir karardı. O karar asla çıkmamalıydı. Çıktı.
Şimdi geriye bakıp takdirlerde bulunmak doğru değildir. O günün şartlarında Türkiye o kadarını yapabildi. Ama zorluğumuzun o olduğunun bilinmesinde yarar vardır.
Türkiye zaten ilk hamlede çıkamayınca, 63 olaylarında Kıbrıs’a gelip de garantörlüğünü yapamadıktan sonra, Kıbrıs meselesinin çok uzun vadeli bir satha girdiği, bilinen bir gerçektir. Bizim devamlı söylediğimiz: “Eğer müdahale etmezseniz Kıbrıs meselesi hallolmaz. Gider Kıbrıs. Makarios bizi kıskaca almış, bitirecek.” Biz bunu söyledikçe kızanlar oldu, aleyhimize yazanlar oldu, “Ülkeyi belâya sokacak” diyenler oldu. Hem burada, hem orada.
Neticede müdahaleye kadar geldik. Müdahale yapıldı. Müdahaleden hemen sonra, benim kanaatimce, biz konfederasyon diyeydik, federasyon demeseydik, daha kolay hallederdik. Onu da yine dünya konjonktürü nedeniyle diyemediler, söyleyemediler. “Federasyon,” dediler. Federasyon deyince, Rum bizi yine bunun daha altına çekmeye çalıştı. İkincisi: “Kıbrıs hükümeti dendiği sürece, biz hiçbir masaya oturmayız. Rumlar bir cemaattir,” tezini yeterince savunabilseydik ve kazansaydık, yine daha eşit şartlarda masaya oturmuş olurduk. Bunları başaramayınca yine uzun vadeli bir safhaya girdik.
Bu safhada nefesini koruyan kazanacak. Allah’a şükür, “Biz 74’ten evvel neydik, şimdi neyiz?” diyebiliyoruz. Bunu demek lâzım.
Bunun kıymetini bilmek lâzım. Anavatanla olan ilişkileri devam ettirmek lâzım. Bir hürriyet mücadelesi verdiğimizi ve kazandığımızın hak olduğunu bilerek oturmak lâzım. Dünya karşısında bunu bilerek konuşmak lâzım. Suç işlemişiz de telâfi edeceğiz, değil. İnsan devletsiz yaşayamaz. Bizi devletsiz bıraktılar, bizi hükümetsiz bıraktılar, bizi herşeysiz bıraktılar Tüm haklarımızı aldılar. Soydular. Bunların müdafaasını yapıyoruz. Ve Türkiye’nin yardımı sayesinde hakkımızı kazandık. Dolayısıyla eşit şartlarda anlaşma olursa bu devlet onların devleti kadar muteberdir. Bunun dünyaya kabul ettirilmesi lâzım.
Lozan’da Türkiye’nin Kıbrıs konusunda takındığı tavrı, günümüze ulaşan sonuçlarıyla değerlendirir misiniz?
Benim siyasetteki otuz yıllık deneyimim bana şunu göstermiştir ki, her anlaşmayı, o anlaşmanın yapıldığı konjonktür içerisinde mütalâa etmek lâzımdır. Lozan’a şimdi dönüp de bakarak, hata idi veya değildi, demek, insaflı bir yaklaşım olmaz. O günlerde Türkiye’nin içinde bulunduğu durum neydi? Neyi kurtarmak istiyordu? Ne kadarını kurtarabilirdi? Bunu bilmek lâzım. Lozan’da Kıbrıs verilmeli miydi, verilmemeli miydi? Bütün mesele şu: Kıbrıs verilmişti; İngiliz üzerine oturmuştu. İngiliz imparatorluktu o zaman. Alabilir miydin sen bunu? Almak için neyi feda edebilirdin? Musul’u, Bakü’yü bırakmak zorunda kaldı Türkiye. Alabilir miydi ki? Onun için, bunlara ben girmeyeyim.
Cumhuriyet dönemi boyunca Türk hükümetlerinin Kıbrıs’ı ele alış tarzlarını yorumlar mısınız?
Şunu söyleyeyim. Evvelâ, Yunanistan Kıbrıs’ta 1890’lardan itibaren ortaokul ve lise öğretmenlerinin emeklilik haklarını tanıdı. Yunanistan’dan Kıbrıs’a doktorlar, öğretmenler, papazlar gönderdi. ENOSİS misyonunu yaymak için. Ve burada maden işletmelerini açtı. Kiliseyi destekledi ve devamlı bir irtibat halinde oldu. Bizde ancak  1948’de Türkiye’deki Kıbrıslıların gayretiyle bir Kıbrıs Türk Kültür Derneği kuruldu. 1948’de buraya ilk defa olarak “kültür yardımı” altında yardımlar başlatıldı. Bu, o devrin, CHP idaresinin son yıllarıydı, aşağı yukarı sonuydu. Seçim oldu, Demokrat Parti geldi. Demokrat Parti böylelikle bunu devraldı. Daha sıkı bir işbirliği başladı. Kültürel açıdan daha sıkı yardımlar başladı. Bizde tek bir ortaokul, tek bir lise vardı. Otuz kişi girer, otuz kişi çıkardı. Türkiye’nin yardımlarıyla yedi-sekiz ortaokul, Üç lise açıldı. Türkiye’den öğretmenler geldi. Dolayısıyla, Türkiye’nin uyanış devri 1948’dir Kıbrıs’la ilgili olarak.
Kıbrıs Türkiye’nin aklında var, ama zaman müsait değil. Onun içindir ki, Yunanlılar Kıbrıs meselesi, Kıbrıs meselesi derken, İngilize karşı, Fuat Köprülü mecbur oluyor ve diyor ki: “Bizim bir Kıbrıs meselemiz yoktur.” Bunu hep biz aleyhe yorumladık. “Denir miydi bu?” Halbuki Türkiye o zaman “Kıbrıs meselesinde ben varım,” dese ve İngiliz dönüp de bunu Rumlar lehine halledecek olsa, Türkiye’nin gücü yok ki, buna engel olsun. Bu zorluklar vardı.
Neyse, 48’de başlar fiilî destek. Ondan sonra gelen her hükümet, muhakkak, bir yerden almış, biraz daha ileriye götürmüştür. Çok daha ileriye götüremez miydi? Çok daha iyi müdafaa yapamaz mıydı? Bunu yine söylemek için zaman erkendir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu bilmeden hele, bir yargıya varmak büyük haksızlık olur. Bütün mesele şu: Bizi bırakmadılar. Hiçbir hükümet. Terk etmediler, sırt dönmediler. Ve dolayısıyla, dediğim gibi, şikâyet edilecek yönleri olsa dahi, şükran duygularıyla anılması gereken yönleri çok daha fazladır. En önemlisi, halkın hissiyatı, heyecanı. Mühim olan o.
Stratejik önemini de göz önünde bulundurarak, Kıbrıs ‘in İslâm dünyasındaki yerini ve İslâm ülkeleriyle münasebetlerini değerlendirir misiniz?
Düşman elinde Kıbrıs, Yunanistan elinde Kıbrıs'ı düşünürsek, bu derhal Türkiye’nin alt karnında bir hançerin saplanmasıdır, deriz. Hal böyle olunca, İslâm âlemi Türkiye’yi nasıl görüyor, diye düşünürüz. Türkiye’yi zayıf, mütereddit, devamlı surette tehdit altında görmek İslâm âleminin işine gelir mi? İslâm âleminin bunu kabul etmemesi lâzım. Bu açıdan bakıldığında, Kıbrıs’ta Türk haklarının korunması, İslâm âleminin lehinedir. Kıbrıs’ta dört asır devam eden bir İslâm-Türk kültürü vardır. Camisiyle, diniyle, diliyle, herşeyiyle. Bunun yok edilmesi İslâm âleminin lehine mi? Düşman baskısından kurtulan yegâne İslâm topluluğu, Kıbrıs Türk topluluğudur. Bunu İslâm âlemi değerlendirebilir mi ve destek verir mi? Vermesi lâzım.
Kıbrıs‘ta millî ve manevî hayatı, ingiliz ve Rum baskılarının tesirlerini de göz önüne alarak, dünü ve bugünüyle değerlendirir misiniz?
Biraz evvel de ifade ettiğim gibi, İngiliz idaresinde müftülük makamı İngilizlerin gasp ettiği bir makamdı. Müftülüğü lağvetmişlerdi. Fetva Eminliği diye, kendi memurlarını oraya tayin etmişlerdi. İmamları, hocaları Evkaf kendi kıt imkânları içinde tayin eder ve maaş verirdi. Dolayısıyla imam hatip müessesemiz tamamen yıkılmıştı. Namazını kılan, belki de okuduğu duânın Türkçe anlamını bilmeyen hocalar camiyi açar, kılardı. 1933-34 senelerine kadar bizde 33 köy Hıristiyanlaştırılmıştı. Dağ köylerinden. Tanassur şekli de şöyle oluyor: Geliyor papaz. Herkes evlâdını okutmak ister, okul yok. Biz öğretmen gönderirsek, öğretmenin maaşını o zaman köylü verecek. Veremez. Anlattım biraz evvel, durum nedir? Papaz gelir, “Okulu derhal açarım size,” der, “öğretmen bizden.” Oraya giriyor. Ondan sonra kız veriyor, v.s. O 33 köyde hâlâ “Mehmed oğlu Hıristos” diye tapular var.
Durum buydu. Din ne? Herkes gönlünde yatanla, bayramdan bayrama, Cuma’dan Cuma’ya camisine giderse gider. Hıristiyan toplumun içerisinde, onların verdiği bir muhitte zaten içki ve diğer şeyler almış, yürümüş. Din, kendiliğinden sönmeye bırakılmış bir iş. İngiliz, 31 isyanından sonra çocukları mecburî camiye götürdü. Cuma günleri. Herkes mecburen camiye gitti. Öğretmenlerde de bir reaksiyon var: Bu milliyete karşı bir tedbir. Onun için, “dini sevdirmek için değil, milliyetimizi unutturmak için din,” diye reaksiyon doğuyor, öğretmen de bunu bu şekilde takdim etti mi, çoluk çocuk camide kıkır kıkır gülmekle meşgul. Zaten gittiğinde sana dinini anlatan yok. Dediğim gibi, ezbere yat, kalk. Duâ okumasını da bilmezsin, birşey bilmezsin. “Camiye geliyor, aferin.” O da bir reaksiyon doğurdu memlekette.
Din meselesini biz, cemaat meclisi olarak 60’tan sonra ele aldık. İlahiyattan çocuklar getirdik, onlara görevler verdik. Evkafta, müftülükte. Birşeyler yapmaya çalıştık. Fakat gereken para bulunmadıkça, siz bir köy imamına üç kuruş maaş verirseniz ve sen imamlık yap derseniz, ne o imam köyde itibar kazanabilir, ne de bunu kazandıracak bilgiyi taşır. Yetiştirme meselesidir. Türkiye’den imamlar getirttik. Ramazan aylarında devamlı getirtiriz. Aralarında çok iyileri var. Bir de yine ikisinin ortası insanlar var. Gelir, bir köyde kapalı işler yapmaya başlar. Bu da reaksiyon doğurmuştur. Bunlarla meşgulüz.
Bir ara teklif ettim: Öğretmenlerimizi, arzu edenleri ek eğitimle aynı zamanda imam yapalım. Başka çaresi yoktu. İyi maaş alıyor. İmamlığı da içinden geliyorsa, kendisi benimsemişse, hattâ on kişi olsun, ek bir tahsisat verelim; köyün hem öğretmeni, hem imamı olsun. Bunu teklif ettim, kabul ettiremedim. Hâlâ ben çıkış yolunu burada görüyorum. Aksi takdirde, bir öğretmen maaşı kadar maaş vereceğimiz bir kadro lâzım bize. Köyün lideri olacaktır, iman yıldızı olacaktır. Hakikaten dinimizi yayacaktır, sevecektir. Şimdi bütün bunlara rağmen, Türkiye’de olduğu gibidir. Çok sıkı bir İslâm ülkesinde cami saatidir diye tak tak kapıları çalarlar, herkesi camiye gönderirler. Türkiye’de herkes cami saati geldi, der, çeker gider. Gönülde var. Temel tamamdır. Temelde Allah korkusu, Allah sevgisi vardır. Bilgisi yoktur. “Bilgi ver,” dediğimiz insan gelir; “Böyle şey de olur mu?” dedirtir insana. Bu çok önemli birşey. Onun için, hakikaten aydın din adamlarına ihtiyacımız büyüktür.
Buradaki ihmallere karşılık Rum toplumunda dinî şuur tam, değil mi?
Rum toplumu, kilisenin etrafında örgütlenmiş bir toplumdur. Kilise onlarda daima önde olmuştur. Daima örgüt merkezi olmuştur. Dünyada da gittikleri yerde kaynayıp kaybolmamalarının nedeni budur. Kilise oradadır, kilise bir örgüttür. Vaftizi için örgüttür; çocuğu doğduğunda. Evleneceğinde örgüttür; orada evlenir. Boşanacağında örgüttür; orada boşanır. Büyük bir müessesedir. Bizde o yok. O bizde olmadığı içindir ki, din, gönüllerin söylediği kadarıyla ve tabiatıyla, biraz da idarecilerin sevk ve idaresiyle canlanır. Benim memnun olduğum nokta şudur: 60’tan bu yana geriye gitmemiştir, ileriye gitmiştir. Aksak yanlarıyla da baksanız, ileriye bir gidiş vardır. Ben eğer bir bayram namazına gidersem ve çoğunluğu genç insanlardan görürsem ferahlarım. Eskiden göremezdim. Yaşlılardan oluşurdu cemaat. Şimdi gençlik var. Gidiyor. Bayramdan bayrama. Zararı yok, bayramdan bayrama gelsin. Geliyor. İşte, onları yavaş yavaş teşvik etmek lâzım. Şuurlanma var. Geçmişte ihmal ve imkânsızlık vardı. Şimdi televizyonumuz var. Türkiye’nin televizyonu var. Onu seyrederler. Ramazan aylarında ister istemez seyrederler. Bütün hutbeleri, herşeyi dinlerler. Bütün bunlar bir terakkidir, ilerlemedir. Bunun kıymetini bilmek lâzım. Türkiye’den otuz-kırk imam getirirsek her sene, bunların yirmisi, yirmi beşi büyük hizmet verir.
İmam-hatip okulu, ilahiyat fakültesi gibi okullar açmayı düşünüyor musunuz?
Meslek okulu olarak, imam-hatip okulu açılması için ben uğraş verdim. Demokratik ve kuvvetler ayrılığı sistemine dayalı bir sistem içerisindeyiz. Bunu da hükümetlerime kabul ettiremedim. Bu bir ihtiyaç olarak belirlendi, özellikle Türkiye’den gelen vatandaşlar arasında büyük bir ihtiyaçtır. “Memleketin imam-hatip eksikliği var madem ki, bunları yetiştirinceye kadar, ihtiyacı dolduruncaya kadar bu okulu açalım,” dedim. Bu uğraşı hâlâ vermekteyiz. Olur ve olacak kanaatindeyim ben.
KÖPRÜ, 1985-KASIM
Okunma Sayısı: 2491
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Ramazan Tan

    16.1.2012 00:00:00

    Cenab-ı Allah gani gani Râhmet eylesin,Mekânın Cennet,Kabrin Pür Nûr olsun, Yürekli Cumhurbaşkanımız Sn.Rauf Denktaş.İnşaallah sevdiklerinle birlikte Peygamberimize Komşu olursun.(Âmin.)Ailesine ve tüm sevenlerine sabr-ı cemil niyaz ederim.Hepimizin başı sağ olsun.Saygılarımla. Tavas/Denizli.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı