"Darbenin bizatihi kendini yargılarken, demokratik ülkenin tesisi için darbe ürünü olan bir takım kurumların da mutlak suretle lağvedilmesi gerekiyor. Bir takım darbeler, darbe teşebbüsleri yargılanıyor, ama kurumlar yerli yerinde duruyor."
Darbe ürünü kurumlar lağvedilmeli
Türkiye’nin darbelerle yeterince yüzleştiğini düşünüyor musunuz?
Darbelerle yüzleşmek yerine, darbelerle hesaplaşmak gerektiğini düşünüyorum. Darbelerle hesaplaşmanın da yeterli olmadığını düşünüyorum. Darbenin bizatihi kendini yargılarken demokratik ülkenin tesisi için darbe ürünü olan bir takım kurumların da mutlak suretle lağvedilmesi gerekiyor. Bir takım darbeler, darbe teşebbüsleri yargılanıyor ama kurumlar yerli yerinde duruyor. Bazı kurumlar var ki bunların kaldırılması için “Zamana ihtiyacı var” diye düşünebiliriz ama şuan itibariyle YÖK’ün hâlâ aynı pozisyonda kalması, askeri yargının, dolayısıyla çift başlı yargının devam ediyor olması, 35. Maddenin mevcudiyetini koruyor olması beni rahatsız eden unsurlar. Ak Parti’nin bu mânâda ciddi atılımlar yaptığını inkâr etmek mümkün değil, ama ilâve olarak yeni anayasanın yapılması şart. Eğer bu seçimlere kadar gerçekleşmez ise, “Bir kez daha zaman tanıyın” demenin halk tarafından olumlu karşılanmayacağını düşünüyorum. Böyle bir çağırı en azından benim için Ak Parti’ye oy vermemi engelleyen bir durum teşkil eder.
Ya muhalefet yeni anayasaya destek vermezse?
Bu mecliste BDP-CHP-MHP-Ak Parti’nin anayasa uzlaşma komisyonunda uzlaşamayacağını düşünüyorum. Bu dört parti uzlaşamayınca anayasa yapılmasın mı? Yeni anayasada Laiklik, Türk Vatandaşlığı, Atatürk adının geçmesi konusu gündeme gelecek ve üç konu üzerinde dört partinin mutabakat sağlaması mümkün değil. Böyle olunca Ak Parti kendi tasarısını getirecek Meclis oylayacak ve referanduma gidecektir. Halkın destek verdiğini varsayalım, böyle bir durumda anayasa Ak Parti’nin anayasası değil, halkın tasdik ettiği anayasa olacaktır.
Mevcut anayasanın mimarı olan 12 Eylül darbesinde yargılama genişletilebilir miydi?
Açılan dâvâ doğru bir dâvâdır, muhatapları da doğrudur. Fakat eksiktir. Üç ayrı dâvâ sözkonusu olmalıydı. 12 Eylül’e doğru yaşanan süreçleri; 1 Mayıs 1977 katliamı, Kahramanmaraş, Çorum Katliamı, Abdi İpekçi ve benzeri cinayetler gibi o dönemki olayları toplu olarak ele alan- kontrgerillayı Ecevit de beyan etmişti- bir dava. Bunun peşine 12 Eylül gecesi yapılan eylemi yargılayan bir dâvâ ve üçüncü olarak da 12 Eylül sonrası gerçekleşen işkencelerin, hukuksuzlukların yargıya taşınması olmalıydı. Şuan biri açıldı ikisi soruşturmaya tabi kılınmadı. Oysa kılınması lâzım. 1 Mayıs 1977’de ne olup bittiğini Türk halkı gazete köşelerinden okuyor, ama yargıya taşınan bir şey yok!
Kenan Evren’in darbe döneminde kendisine darbe çağrısı yapanları konu alan bir kitapçık hazırladığı söylenir. Bu çağrılar darbeye meşruiyet kazandırır mı?
O günlerde askeri, darbeye çağıran pek çok yazı yayınlandı; Güneri Civaoğlu’ndan Rauf Tamer’e, Nazlı Ilıcak’tan Abdi İpekçi’ye hatta Uğur Mumcu’ya kadar. O dönemde Kenan Evre’nin darbe öncesi ve sonrasında yazılanları topladığı kitap var. Kenan Evren savunma olarak bu kitabı da mahkemeye sunabilir. Fakat bu savunmada ileri sürülecek şeyler değildir. Bu insanların böyle düşünüyor olması da zannımca suç değildir. Askerî darbelere karşı olan biri olarak “Bu memleketi askerler daha iyi yönetir” lafının kullanılması suç değildir. Suç haline getirilmemelidir. Darbecilerle organik bağlantı içinde ise o kişi ister gazeteci olsun, ister işadamı yargı önüne çıkarılmalıdır. Bugün bile “Ak parti ülkeyi iyi yönetemiyor. Asker daha iyi yönetir” demenin suça konu olmaması lâzım, ta ki o kişi darbecilerle işbirliği içinde olmasın.
12 Eylül’le ilgili yeterli soruşturma açılmamışken, 28 Şubat süreci derinlemesine yargılanabilir mi?
28 Şubat sürecinde yüz karası yazılar yazılmıştır. Askeri darbeyi teşvik etmek demokratik inanca sahip olan insanların yapacağı eylemler değildir.
28 şubat sürecine gelindiğinde “Topyekün Savaş, Silahsız Kuvvetler İşbaşında” tarzında manşetler atıldı. Bu manşetler en hafif deyimle terbiyesizliktir, ama Çevik Bir, Erol Özkasnak veya görevlendirdikleri komutan genel yayın yönetmeni veya gazetenin sahibiyle gece oturup “Ey arkadaşlar biz muhtıra vereceğiz. Bunun olması için kaotik ortamın tesis edilmiş olması gerekir. Bunun için de manşetleri ihtiyaç vardır. Bu manşeti şöyle atar mısınız?” dediğin de darbecinin istediği yapılmışsa bu hukukta suç ortaklığı demektir. Ama bir gazeteci basın toplantısına gittiğinde, bir görüşmede bir komutan “Gerekirse silah kullanırız” dediğinde haber değeri görüp yazmışsa bunu cezalandıramazsınız.
Siz 28 Şubat’ın medya ağının yeterince soruşturulduğunu düşünüyor musunuz?
Zafer Mutlu’dan şu günlerde nedense bahsedilmiyor. Mutlu’nun o dönem EtiBank’ın başkan yardımcısı olması, hem de Sabah gazetesinin Genel Yayın Müdürü olması karşısında ifadesinin dahi alınmamış olmasını hukukî bir eksiklik olarak değerlendiriyorum. Genelkurmay seviyesine çıkmış birini hapse gönderebilmiş bir ülkede Zafer Mutlu ve Aydın Doğan gibi isimlerin ifadesinin bile alınmamış olması tuhaf!
Belki de cezaî sorumluluktan korunmak için gizli tanık olarak dinlenmiş olamazlar mı?
Mahkemelerde “gizli tanık” müessesesini çok pozitif uygulama olarak görmüyorum. Çünkü gizli tanığın biri Ergenekon, Oda Tv, 28 Şubat dâvâlarında gizli ifade verip “Falanca kimsenin falanca komutanla yemek yediğini gördüm” demesini ispat etmek mümkün değil. Eğer müşteki olsa iddiasını ispat etmekle mükelleftir. Öbür taraftan “Tanık beyanının aksine tanık beyanı da dinletilemez.” Yarın öbür gün gizli tanık herkes için devreye girebilir.
Sizce 28 Şubat soruşturması nereye doğru gider?
Bu ilk soruşturmaydı. İkinci soruşturmanın da gelmesi lâzım. Mutlak manada İsmail Hakkı Karadayı’nın ve hayattaki kuvvet komutanlarının soruşturmaya dahil edilmesi gerekir. Edileceğini de zannediyorum…
28 Şubat’ın aktörleriyle mağdurları arasındaki gelişen arkadaşlık ilişkileri soruşturmayı sulandırabilir mi?
Fatih Çekirge’nin 28 Şubat’ta toplumu nasıl bir yönlendirme çabası içinde olduğunu biliyoruz. Ama az önce söylediklerimle tenakuz teşkil etmesin. Organik bir ilişki varsa bir insan cezai olarak suçlanabilir. Fakat bu Çekirge’nin toplum yönlendirme içinde olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Böyle olunca da 28 Şubat döneminde belli mahfiller lehine ve muhafazakâr camia aleyhine haberler yapan gazetecilerin bazı muhafazakâr gazeteciler tarafından özel davetlere çağrılmasında ahlaki bir sorun görürüm.
Hatta demokrasi aleyhinde hareket eden yazarların el üstünde tutulduğu doğru mu?
Fatih Çekirge 2007 cumhurbaşkanlığı sürecinde Abdullah Gül’e ağzına geleni söylemiştir. Ne hikmetse şu anda köşk tarafından el üstünde tutuluyor. 28 Şubat ve sonrasında maddî, manevî bedeller ödeyenler “Bizim mahallenin çocuğu” felsefesinden hareketle dışlanmak durumunda bırakıldı. Bunu mutlak surette muhafazakâr camia tarafından sorgulanmalıdır. 27 Nisan muhtırasının verildiği gün “kakara kikiri” yapıp “Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığına gelirse köşke babası da gelir, belki namaz bile kılar. Köşkü belki camiye çevirecekler” mealinde konuşan Yiğit Bulut, Sevilay Yükselir’ler yine el üstünde tutuluyor. Bir kişinin fikrini değiştirmesi mümkündür, dönüşmesi de mümkündür. Başkalaştığında orada manidar bir durum var demektir. Bir kişiyi kendine çekmek sanattır, ama yanındaki kişiyi itmek sanatkârane bir tutum değildir.
Kendilerine yapılan haksızlıklar karşısında muhafazakâr camiada bazı insanların hâlâ bu kişilerle samimi ilişkiler kurma isteğini nasıl buluyorsunuz?
Bu muhafazakâr camia ve medyanın önemli bir kısmının kompleksinden kaynaklanıyor. Kendini ispat etme pozisyonunda olmasa bile meşruiyet kaygısıyla karşı tarafa yamanmak, karşı taraftan güç almak şeklinde tezahür ediyor. Bunun yanında Muhafazakârların sahip olduğu medyanın meşruiyet alanı açmak için yayınlarına çıplak kadın basmaları hazin bir manzaradır.
H. Hüseyin Kemal
[email protected]