Kelimelerin doğru manalarının bilinmediği zamanlarda, istibdadın hürriyet elbisesine bürünmesi kolay oluyor.
Hürriyet, istibdat, cumhuriyet, devlet, demokrasi ve liberalizm gibi kelimelerin hakikî mânâlarını çalan hırsızlar, zalime adalet külâhını giydirdikleri gibi, teröristi de mazlum ve mağdur kıyafetiyle dolaştırabiliyorlar. Mefhumların mahiyetini veya kelimelerin doğru sıfatlarını tanıyanlar ise, çoğu kez bu nev’î uzaklara düşmezler.
Bütün mücadeleler; Yaratıcıya inananlar ile inkâr edenler arasında cereyan ettiğinden, devletin tahribini doğru izah sadedinde, yine Bediüzzaman’a müracaat etmek istiyoruz. İnkârcıların tahripkâr ve zamanımızın en dehşetli belâsının da tahripkâr cereyanlar olması hasebiyle, inkâr-ı ulûhiyet dâvâsını güdenlerin halini Bediüzzaman şöyle tasvir ediyor: “Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zabıtan (subaylar) ve efrad (erler) onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşi bir adam, herkese, her askere bir nev’î padişahlık ve bir gûna hakimiyet verir.” Yaratıcıyı tanımayan, Yaratıcının düzenini de tanımıyor. Düzene karşı çıkanlar; ya mutlak istibdadın, ya da kaos ve anarşi ile devleti fonksiyonsuz hale getirerek bir başka diktatörlüğün kapısını açıyorlar. Bediüzzaman Hazretleri, hürriyeti kullanmayı bilmeyen Çin’in komünizme düşmesini bu hakikate örnek olarak gösteriyor. İstibdadı tarif ederken; hem ifratını ve hem de tefritini nazara almak gerekiyor. Emevîlerin zalim padişahları nasıl Müslümanlara istibdadın en koyu halini yaşatmışlarsa, bunun ifratı olan halk ihtilâlleri ve dolayısıyla bir başka istibdada zemin hazırlayarak; fert veya komite diktatörlüklerinin oluşmasına vesile olmak da bir başka istibdattır.
DEVLET İLE İSTİBDADI KARIŞTIRIYORLAR
Fransız ihtilâlinden sonraki Fransa ve belki komünist partilerle idare edilen Sovyetler Birliği’nde, istibdadın bütün renkleri devlete yansımıştır. Devletin bir askerine atılan tek kurşunu bahane ile imha edilen köy ve kasabaların sayısı az değildir. Yine bir memurun bir düğmesine dokunmanın altı ay hapisle karşılık bulduğu gelenek de buradan gelmektedir. Diyebiliriz ki, ferd istibdadından komite istidadına geçiş, Fransız İhtilâli ile başlar. Bolşevizm istidadının da kuvvetini bu devrimden aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Devleti devrim ve ihtilâlle tahribe yönelenler, mutlaka bir sebebe dayanacaklardır. Kişi veya komite istibdadının ağırlaştığı rejimlerde harekete geçen tahripkâr devrimciler, elbette halktan destek göreceklerdir. Masum ve haklı gösterdikleri kalkışmalarına, millet iğfal edilerek alet olabilir. Neoconlar’ın “Yeni Dünya Düzeni” sloganı ile ortaya çıktıkları tarihlerden sonra, devletlerin tahripleri bu defa içeriden, sivil toplumca veya sivil kılığa bürünmüş komite istibdatçılarıyla oluşuyor. Güya millete şirin görünmek gayretiyle mevcut düzeni yıkanlar, tamir yerine devrimi tercih ederek “tahripkâr” sınıfına giriyorlar. Devrimcilerin bu husustaki parolası; kendilerine mani olan her yapı, kişi ve kanunları itibarsızlaştırarak yürümek olmuş.
KURUMLARI YIKARAK DEVLETİ TAHRİP EDENLER...
Hür bir zeminde, şûra ile ve ilme dayanarak yapılmış bir anayasa, o devletin tapusu mesabesinde değil mi? Bizdeki anayasaların hür zeminini Kemalist darbeler tahrip etti. 12 Eylül millete dipçikle anayasa dikte ettirdi. 33 yıldır onun sıkıntısı yaşanıyor. Devleti tahribe kalkışanların itirazları ile yanlışlara hayır diyen milletin itirazlarını bir kareye toplayan siyasetçiler, devleti de milleti de sevmiyorlar, demektir. 12 Eylül Anayasasının hâmilerinden olan ANAP’ın kendi elleriyle onu deldiği günleri hatırlarsınız. Günümüzde de aynı mantık devam ediyor. 12 Eylül Anayasası ve devrimi aleyhinde-oylanırken değil, sonradan-istedikleri kadar konuşanlar; tamir, tedbir ve iyileştirmeye bir santim yanaşmadılar. Yeni anayasa sloganı ile, eski anayasayı kendi menfaatleri – belki de ortak oldukları neocon ve liberallerin de menfaatleri de dahildir – istikametinde kevgire döndürenler iş başında.
TAHRİBATA DEMOKRATİK YOLLARLA KARŞI DURULMALI
İtiraz etmek ayrıdır, kabul etmemek ayrıdır, onunla amel etmemek ayrıdır ve düşmanlık yapmak bütün bunlardan tamamen farklıdır. Said Nursî, tek partili döneme itiraz etmiş. Onların insan onurunu kıran bazı kanunlarını nefsine tatbik ettirmemiş, fakat hiç devlete düşmanlık yapmamış. Zinhar onu kutsayacak fiil ve beyanlarda da bulunmamış. Zulmeden savcı ile mahkemeyi, milletin harp meydanında kazandığı zafere haksızca el koyan paşa ile orduyu, masonlara ajanlık yapan polis ile emniyeti ve düzmece bilirkişi raporu hazırlayan profesör ile üniversiteyi birbirlerinden kalın çizgilerle ayırmış.
Mevcut iktidarın; 12 Eylül’ün, ANAP’ın ve postmodern müdahalenin devamı olduğunu aydınlarımız hâlâ anlamamışlarsa, devleti korumak güçleşti, demektir. Paralel yapı paranoyası ile, kırk senedir yetişmiş kadroları biçenler, kurumları çalışamaz hale getirenler, polis teşkilâtını bitirmeye çalışanlar, devleti temelinden tahrip ediyorlar. Evet, otuzbeş senedir devlet alenen tahrip ediliyordu. Fakat bu ekibin acelesi var gibi, tahribi hem hızlandırdılar, hem de şiddetlendirdiler. Buna demokratik yollarla karşı durulması gerekiyor. Devlet çökerse, millet altında kalır ve çadır göçerse hepimiz ayaza düşeriz...