Mezarlar ebediyete açılan kapılarımız. İçinde yatan yakınımız berzah âleminde, ebediyete bizden bir adım daha yakın yerde bekliyor.
Bizim onunla temasımız duâlarımız vasıtasıyla mümkün.
Mezarlar ve mezar taşları bizi ölü yakınımıza ulaştıran vasıtalar değildirler.
Ulaşım ve iletişim vasıtası olarak duâlarımız bize yeter!
Bu açıdan mezarın dışının süsüyle, taşıyla, toprağıyla, mermeriyle değil: daha çok mezarın içinin ebediyet yönü ile, mezarda yatanın bağışlanması ve Allah’ın rahmetine, mağfiretine ve rızasına ulaşması yönü ile ilgilenmemiz daha doğru olur.
Bunun için de taşa toprağa değil, duvara, süse değil; onun da, bizim de duâya ihtiyacımız var.
Onun bize feyzi, bizim ona duâmız nispetinde gelir. Duâ yapmakla mükellef olan ise o değil; biziz!
Bu durumda bizim ona mümkün olan her fırsatta duâ yapmamız gerektiğini unutmayalım.
Mezarlara duvar yapma meselesine gelince… Yerini belli etme ölçüsünde, israfa ve ihtişama, görkeme ve şatafata kaçmadan, hafif bir duvar ve bir mezar taşı yaptırılabilir.
Mezarda yatanın kim olduğunu tesbit etme, sonraki nesillere bir Fatiha okumaya medar olma ölçüsünde bir yazıya ve yapıya mubah diyen dinimiz, bunun ötesinde abartılı yazı ve yapılara mekruh diyor.
RİYAZET ORUCU
Said Okur: “Riyazet orucu nedir? Az yemek sünnettir; bu tamam. Bundan başka bazı şeylerin yenmemesi, bazı şeylerin belli ölçülerde yenmesi gibi dinde bir riyazet orucu var mıdır?”
Din-i Mübinde riyazet orucu adıyla bir oruç çeşidi yoktur. Bu ifade, muhtemelen, riyazeti kendine düstur edinenlerin, bu işe verdikleri mecazi bir isim olsa gerektir.
Riyazet, zühd ve takvaya ulaşmak maksadıyla nefsi dünya zevklerinden uzak tutmaya, bu hedefe ulaşmak için yeme içmeyi, konuşmayı ve uyumayı son derece azaltmaya verilen tasavvufî bir isimdir.
Tasavvufta ruh ve nefis terbiyesini sağlamak için az yemek, az konuşmak ve az uyumak önemli bir düstur kabul edilmiştir. Şam’ın büyük velilerinden Ebu Süleyman Dârânî: “Dünyanın anahtarı tokluk, ahiretin anahtarı açlıktır.” derdi.
Az yemek, az konuşmak ve az uyumak hakikat mesleğine de uygun düşmektedir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri açlığın Rahman ismine ulaşmanın bir vesilesi olduğunu bildiriyor.1
Peygamber Efendimiz de (asm) yeme içmeye dikkat çekerek: “İnsanoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak bir kaç lokma yeter.” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) birçok hadisinde dile de işaret buyurarak, dilini muhafaza edenin kurtulacağını müjdelemiştir.
BEDİÜZZAMAN NEDEN SORU SORMAZDI?
Hüseyin Bey: “Bediüzzaman rüyada Peygamberimizi (asm) görüyor ve O’ndan ilm-i Kur’ân talep ediyor. Peygamberimiz (asm); ‘Sana Kur’ân ilmi verilecek, ancak ümmetimden sual sormamak şartıyla.’ buyuruyor. Verilecek olan Kur’ân ilminin sual sormama gibi bir şarta bağlanmasının hikmeti neler olabilir?”
Burada, işin gerçek yüzünü Cenâb-ı Allah’a bırakmak kaydıyla, birkaç hikmetten söz edilebilir:
1- Verilecek olan Kur’ân ilmi Peygamber Efendimizin (asm) tasarrufuyla Kur’ân’ın semasından geliyor. Bu asrın insanına yeterlidir. Başka birisine sormaya gerek yoktur.
2- Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Allah’ın takdir ve tavzifiyle, Peygamber Efendimizin (asm) tasarrufunu arkasına almıştır. Asrın müceddididir. İman, hayat ve şeriat alanlarında söz sahibidir. Mehdidir. O, bu yetkiyle her soruyu halledecek, fakat soru sormayacaktır. Soru sormaması, bu yüksek yetkisinin alâmetidir.
3- Ümmetin soru sormaya değil; yıllardır birikmiş sorularına ve sorunlarına yığınla çözüme ihtiyacı vardır. Ümmet soru sorma, Bediüzzaman ise cevap verme makamındadır.
4- Soru sormak, öğrenme amaçlı olmadığında gizli kibir taşır. Oysa sırf cevap vermek, Allah’ın kendisine ihsan ettiği ilmi vermektir. Bu şükürdür. Bunda tevazu, şefkat ve ümmete yaklaşma vardır.
5- Peygamber Efendimiz (asm) ümmetinin sorularla rencide edilmesini istemiyor. Ümmetinin, gönderilen ilimle yolunu aydınlatmasını; imana ve amele önem vermesini istiyor.
Dipnot: 1- Barla Lâhikası, s. 188.