Ömer Bey: “Menfî tenkit neden kötüdür? İşin en iyisini bulmak için başka ne yapılabilir ki?”
Bu hakkı Nerede Buluyoruz?
Kimseye bir Müslüman kardeşinin amelini arkasından eleştirme hakkı verilmemiştir. Dostu olsa da, hasmı olsa da, kardeşi olsa da, düşmanı olsa da…
Biz bu hakkı nereden buluyoruz? Önce bunu kendimize soralım. Adam kötü bir iş yapmışsa gıybeti çok rahat oluyor. Yapmamışsa iftira at gitsin; öyle mi? Ya meşru bir izahı, haklı bir gerekçesi varsa? Yine yapıyoruz! Doğrusunu öğreninceye kadar ağzımızı kilitlemesini bilmiyoruz.
Peki, doğrusunu öğrendiğimizde, iş bizim dediğimiz gibi değilse, onca yaptığımız gıybet, attığımız iftira ne olacak?
Ne bileyim ben? Kâhin miyim?
Öyleyse, haydi buyur yap! Gıybette en şeytanca bir zevk vardır; bu zevki sen de tat!
Haklı yere eleştirmek olur mu; olur. Ama buna eleştirmek denmez. Bir dostun, senin yüzündeki kara lekeyi söyleyebilir. Bundan razı olur ve ona dua edersin. Ama o da “Ey kara adam! diyerek söylemez. Bu işin nezaketi yok mudur?
Ayete bakın: “Firavuna yumuşak söz söyleyin. Ola ki ibret alır, düşünür ve titrer!”1
Allah Allah! Firavuna bile yumuşak söz ha! Ya kardeşe?
Evet, insan yumuşak sözü, insan olmak hasebiyle hak eder. Kim olursa olsun!
Bu Bataklığa Düşmeyelim
Şimdi aynı hizmetteki insanlar birbirlerini öyle eleştiriyorlar ki, hem de gıyaben, mangalda kül bırakmıyorlar. Adı da gıybet olmuyor; hizmet oluyor! Oysa kardeşini incitiyor! O kardeş, atılacak cinsten adam değil. Ömrünü bu hizmete vermiş, saçını bu hizmette ağartmış! Bir noktada düşünceleri oturmuyor sadece. Bütün suçu bu!
Aman Allah’ım! Pusula neden bu kadar şaşmış?
Oysa Üstadımız ne diyor, On Üçüncü Lem’a, On Üçüncü İşaret, Üçüncü Nokta’da, bakın diyor ki:
“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü’mine adavet ederler.
Halbuki, Cenab-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir.
Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.
Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zatın yüz hasenatını birtek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur, mü’min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat aleti olur.”2
Burası mahşer mi denebilir.
Üstad diyor ki: “Dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir.”
Pusulamız budur! Pusulamızı şaşırmayalım. Yoksa hizmetimiz de şaşar!
Ve mahşerde biz de şaşarız!
Kazancımız ne olacak? Bu amel olağan bir şey olsa haram olur mu?
Bu yıkıcıdır. Gıybet yıkıcıdır. Su-i zan yıkıcıdır. İftira yıkıcıdır. Bu bataklığa düşmeyelim. Düşenleri uyaralım.
Dipnotlar:
1- Taha Suresi: 43, 44.
2- Lem’alar, s. 173.