Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Hakkın hatırı



İnsana bir kısım hisler verilmiştir. Kiminde öfke, kiminde inat, kiminde hırs, kiminde şehvet hâkimdir.

İnsana düşen bu duyguları dizginlemek, aşırılıklara meydan vermeden dengede tutabilmektir.

Bunları dengede tutabilmenin yolu ise ancak Allah ve Resûlünün emirlerine uymaktan geçer.

Diyelim ki öfkelendiniz. Öfkeye hâkim olmanın önemiyle ilgili hadis-i şerifler hemen hatıra gelir. Gerçek pehlivanın başkalarının sırtını yere seren değil, öfkelendiği zaman öfkesine hâkim olan kimse olduğunu düşünür ve öfkenizi dizginlersiniz. Bu duygunun ancak hakkın çiğnenmemesi için kullanılacağını bilir ve bir haksızlığa uğradığınızda da hemen cezalandırma yoluna gitmez, affı tercih etmenin faziletini hatırlayarak af yolunu seçersiniz.

İslâmın verdiği eğitim budur bize. Hz. Ömer’in başından geçen şu hadise onun bütün sertliğine rağmen hak karşısında boynunun ne kadar kıldan ince olduğunu gösterir.

Birgün Uyeyne bin Hısn, Medine’ye gelip yeğeni Hürr bin Kays’ın evine misafir olmuş. Hürr ise Hz. Ömer’in meşveret meclisinde yer alan gençlerden biri. Onun aracılığıyla Hz. Ömer’in huzuruna çıkar. Hatırı sayılır kimselerden biridir Uyeyne bin Hısn da. Bir kısım şeyler söyler Hz. Ömer’e. Ama sözler Hz. Ömer’i çileden çıkaracak cinstendir. Der ki:

“Ey Hattab’ın oğlu! Vallahi bize çok şey vermiyor, aramızda adaletle hükmetmiyorsun.”

Kılı kırk yaran bir adalet anlayışı ve uygulayıcısıydı Hz. Ömer. Son derece cesurdu, hakkın yerine getirilmesinde taviz nedir bilmezdi. Üstelik devlet başkanıydı. Şimdi ise resmen suçlanmaktaydı.

Yenilir yutulur cinsten değildi bu suçlama. Demek itibarına dayanarak bu sözleri söyleyebilmişti Uyeyne bin Hısn.

Hz. Ömer ister istemez öfkelendi. Hatta onu cezalandırmak istedi. Ancak onu Hürr’ün hatırlattığı bir âyet yatıştırmaya yetti.

Hürr diyordu ki: “Ey mü’minlerin Emiri! Allahu Teâlâ, Peygamberine, ‘Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, câhillerden yüz çevir’ buyuruyor. Bu da cahillerdendir.”1

Olayı bize aktaran İbni Abbas der ki: “Allah’a yemin ederim ki Hürr bu âyeti okuyunca Hz. Ömer hemen durdu. Cezalandırma yoluna gitmedi. Âyet onu tutmuştu.”2

Dipnotlar:

1- A’raf Sûresi: 199.

2- Riyazü’s-Salihîn, 1:82 (Buharî’den).

05.05.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Evlât kokusu, Cennet kokusundandır



Abdünnur Bey: “Güzelliğin ve sevimliliğin Cemil ve Vedûd isimleriyle olan alâkası nedir? Çocuklar fıtraten sevimlidirler ve güzeldirler. Cemal âşık istediği gibi, sevimlilik de sevmek ister. Çocuk sevmedeki ölçü ne olmalıdır?”

Allah güzeldir ve her şeyi güzel yaratmıştır. Bilhassa yavrular ve çocuklar, güzel yaratılışı ve sevimliliği âleme yüksek sesle ilân etmektedirler. Her canlıya kendi yavrusunun sevimli kılınması fevkalâde büyük bir rahmet tecellisidir.

Şüphesiz, bütün kâinat ve bütün güzellikler, Allah’ın sonsuz güzelliğinin binler perdelerden geçmiş gölgeleridirler ve aynalarıdırlar. Varlıkların olabilecek en güzel şekliyle yaratılması, Hâlık-ı Zülcelâl’in eşsiz güzelliğini ve benzersiz Cemalini gösterir. Bu güzellikler içinde yavruların ve çocukların güzelliği eşine rastlanmayacak ölçüde ayrıcalıklar taşır. Ve şüphesiz çocuklar, sevimli yaratılışlarıyla birlikte Allah’ın güzelliğini ve merhametini en güzel biçimde üzerlerinde göstermektedirler.

Üstad Saîd Nursî Hazretleri, deniz içindeki ve yeryüzündeki merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvancıklara ve yavrulara dikkat edilirse, açık bir dil ile “Ya Cemil, Ya Rahîm!” diye zikrettiklerinin herkesçe anlaşılabileceğini kaydeder.1

Bedîüzzaman’a göre, kâinatta nurun olması elbette Nur’dandır. Vücudun olması Mevcud’dandır. İhsan zenginlikten gelir. Cömertlik serveti gösterir. Talim, ilme işaret eder. Hüsün ve güzellik vermek, Hasen’den; güzelleştirmek, Güzel’den; cemal vermekse elbette Cemil’dendir. “İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki:” der Saîd Nursî, “Bu kâinatta görünen bütün güzellikler öyle bir Güzel’den geliyor ki, bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla, âyinedârlık dilleriyle, O Güzel’in cemalini tavsif ve tarif eder.”2 “Koca Cennet bütün hüsün ve cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennete Cenneti unutturan bir Cemal-i sermedi, elbette nihayeti ve şebîhi ve naziri ve misli olamaz.”3

Bedîüzzaman’a göre, bütün mevcudatın hakikati Allah’ın isimlerine dayanmaktadır. Her bir şeyin hakikati bir veya birden fazla ismi gösterir. Meselâ: Zafiyet ve acziyet içindeki canlılara ikrâm eden Allah’ın “Kerem” sıfatının arkasında, teveddüd ve taarrüf mânâları, yani kendini sevdirmek ve hünerleriyle tanıttırmak ve bildirmek mânâları hükmetmektedir.4 Her süslü varlık ve hayat fışkıran yaratık, meselâ her bir tatlı yavru cisimleşmiş bir lütuf ve kerem hükmünde, Latîf ve Kerîm isimlerini zikretmektedir. Lütuf ve Keremi cilveye sevk eden ise, teveddüd ve taarrüftür, yani kendini zîhayata sevdirmek ve zîşuura bildirmek sıfatlarıdır ki, Latîf ve Kerîm isimlerinin arkasında, Cemîl ismini, Cemîl isminden Vedûd ismini, Mâruf ve Rahîm isimlerini okutturmaktadır. Çünkü cemal bizzat sevilmektedir. Hattâ güzel olan, önce kendi kendisini sevmektedir.

Öyleyse güzellik, aynı zamanda muhabbet demektir. Kemal de bizzat ve sebepsiz olarak sevilmekte; hem seven, hem sevilen konumda bulunmaktadır. Nihayetsiz kemal derecesinde bir cemal ve nihayetsiz cemal derecesinde bir kemal, elbette nihayet derecede sevilirler; sevilmeye, muhabbet edilmeye ve aşka lâyıktırlar. Keza, Allah’a ait rahmet ve nimet verme mânâları da, sevmek ve tanıtmak sıfatlarını iktiza edip, Vedûd ve Maruf isimlerini tecelliye sevk etmektedirler. Sevmek ve tanıtmak ise, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, lütuf ve kerem mânâlarını tahrik etmektedirler.5 Böylece, leziz meyveler, güzel ahlâklar, bütün güzellikler, bütün yavrular ve bütün hayat sahipleri, maddî ve manevî simalarında “Yâ Vedûd! Ya Rahîm!” isimlerini zikretmektedirler.6

Çocuklar ve yavrular, Allah’ın birer lâtîf hediyesi sıfatıyla Allah için ve Allah adına sevilmelidirler. Tatlı simalarına bakıldığında Allah’ın Cemil, Rahîm, Vedûd, Latîf, Kerîm ve sâir güzel isimleri okunmalıdır. Terbiye edilirken Allah’ın Rab ismi adına işlem yapıldığı unutulmamalıdır. Bundan dolayı kızmamalı, bağırıp çağırmamalı, hakaret edilmemeli, küçümsenmemeli, önemsiz görülmemeli, onlara iyi örnek olmalı ve muhakkak sabırlı olunmalıdır.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurur ki:

* “Çocuklarınıza değer verin ve onları güzelce terbiye edin.”7

* “Size iyilik yapmaları hususunda çocuklarınıza yardımcı olunuz. İsteyen, çocuklarını itaatsizlikten kurtarabilir.”8

* “En hayırlılarınız çoluk çocuğuna en hayırlı olanınızdır.”9

* “Kulun sevap kefesine ilk konulacak ameli, çoluk çocuğunun geçimi için yaptığı harcamalardır.”10

* “Evlât kokusu, Cennet kokusundandır.”11

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 301 2- Şuâlar, s. 71 3- Şuâlar, s. 71 4- Sözler, s. 574 5- Sözler, s. 575 6- Sözler, s. 576 7- Câmiü’s-Sağîr, 1/826 8- a.g.e., 1/695 9- a.g.e., 2/2087 10- a.g.e., 2/1528 11- a.g.e., 2/2285

05.05.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Stresin yegâne ilâcı: İman ve tevekkül



Günlük problemler bizi sıkıntıya mı sokuyor?

İstikbal endişesi kaygılandırıyor mu?

Olumsuz olaylar moralimizi mi bozuyor?

Ülkemizde tam 33 çeşit olan âfetler veya musibetler, direncimizi mi kırıyor?

Kimi zaman kendimizi halsiz mi hissediyoruz?

Yalnızlık mı çekiyoruz?

Nasıl bir hayat rotası takip edeceğimizi, hangi olay karşısında nasıl tepki vereceğimizi, kime nasıl davranacağımızı kestirememenin şaşkınlığını mı yaşıyoruz?

Ve bütün bunlar bizi strese mi sokuyor?

Yapacağımız tek şey, iman gücünün tevekkül düğmesine basmaktır!

Zira, iman teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül mutluluğu getirir.

Bu, stresin derecesini minimum seviyelere indirecek, direncimizi arttıracak, moralimizi yükseltecektir. Bu da üzüntülerimizi sevince çevirecektir.

İman, sonsuz ilim, kudret gibi isim ve sıfatlar Sahibini tanımaktır; isim ve sıfatlarını öğrenmektir, O’nu sevmektir. Sevgi, bitmez, tükenmez bir enerji kaynağıdır. Bu, müthiş bir güven duygusu verecektir. Yalnız;

“İnancım tamdır!”

“Ben dini bütün bir insanım!”

“Benim Allah’a imanım çok güçlü!”

“Benim imanım kuvvetlidir!” gibi sözlerle iman güçlenmez!

Ne var ki, sık sık duyarız bu ve benzeri sözcükleri. Acaba, akıl ve sâir duygulardan süzüldükten sonra kalbe girmeyen; hayata yansımayan, aksiyona geçmeyen ve yalnızca dudaklarda kalan bir iman; kuru bir sözle güçlü olabilir mi? Aslında “Benim imanım güçlü!” iddiası, bir anlamda aksinin ifadesi değil mi?

İman gücü insanın ferdî/psikolojik, ailevî, sosyal hayatının bütün safha ve katmanlarına nasıl akseder? Güçlü imanın pratik hayattaki meyveleri nelerdir?

Bindiğimiz otobüsün şoförünün, trenin makinistinin, geminin kaptanının, uçağın pilotunun rahatsızlandığını veya öldüğünü farz edelim! Duyacağımız korku, endişe, panik ve heyecanı ölçüp tartacak bir cihaz keşfedilebilmiş mi? Kendimizi;

- Çöl ortasında aç ve susuz, bitkin, aciz ve pek zayıf,

- Vahşî hayvanların cirit attığı ormanın derinliklerinde kaybolmuş; dillerini bilmediğimiz, dilimizi bilmedikleri ve ateşli-ateşsiz dehşet saçan silâhları olan düşmanlarla çepeçevre kuşatılmış...

- Ağrıları bas bas bağırtan hastalıklar içinde kıvranır...

- İstikbalimiz belirsizlikler yumağı bir vaziyette tahayyül edelim.

Birden bire;

- Develerinin çıngırak seslerini işittiğimiz kervan gelse; reisi bizi koruması altına alıp yakındaki vahaya ulaştırsa...

- Düşmanlar dost, kardeş, yardımcı, muhafız, rehber, sûretine girse...

- Tam teçhizatlı bir ambülansla doktorlar muayene edip tedâvi etse ve ağrı kesici verse...

- Projektörle aydınlanan yolumuz düşmanlardan, mayınlardan temizlenmiş; bağ-bahçeler içinde sayısız nimet ve güzellikleri gözleri kamaştıran bir çiftlik ve köşk bizi bekliyor görsek ne hissederiz?

İman gücü; bütün olayların Rabbine tevekkül ile sığınarak metanetini kaybetmeme ve soğukkanlılığını koruma mahareti olmalıdır. Bize sonsuz kudret, ilim ve sıfatlar sahibi Kadir-i Mutlak’a iltica etmemiz nisbetinde kuvvet vermez mi?

05.05.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Olumlulamalar- 2



“Bismillah” her hayrın başıdır

‘Bismillahirrahmanirrahim’ ile başlamak güne.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek kalkmak yataktan.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ ile açmak gözleri.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek lavaboya gitmek.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek yüzünü yıkamak.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek kurulamak yüzümüzü, gözümüzü.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek açmak oturma odasının kapısını.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek oturmak.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ ile muhatap olmak ilk karşılaştığımızla.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ ile kurmak ilk cümleyi.

‘Bismillahirrahmanirrahim’, anneciğim merhaba, günaydın!

‘Bismillahirrahmanirrahim’, babacığım merhaba!

‘Bismillahirrahmanirrahim’, kardeşim hayırlı sabahlar!

**

‘Bismillahirrahmanirrahim’, insanı ruhen dinlendiren, vücut kimyasını düzenleyen, mutluluk hormonları salgılayan sihirli bir söz.

‘Bismillahirrahmanirrahim’den ne beklersek o gelir bize.

‘Bismillahirrahmanirrahim’, anahtarıdır alınan nefesin.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ kâinatın anahtarıdır

‘Bismillahirrahmanirrahim’, yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i müsağğarası olan insana ucu dayanan kuvvetli bir hayttır.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ hazine-i rahmetin en birinci anahtarıdır.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ ile başlar güneş ısıtmaya, ışımaya.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ canlılara dağıtılan oksijenin basıncıdır.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ kökün gücüdür.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ çiçeğin rengidir, kokusudur.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ bitkilerin nefes alıp verişidir.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ kuşların cıvıldaşmasıdır, şakımasıdır.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ böceklerin çıkardıkları seslerdir.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ varlıkların ‘şükür’, ‘tesbih’ dili, zikirleridir.

‘Bismillahirrahmanirrahim’

belâların def’ine vesiledir

‘Bismillah…’ diyerek açmak dış kapıyı ve ‘bismillah’ diyerek çıkmak. Gidenin ‘bismillah’ ile gitmesi, gönderenin ‘bismillah’ ile göndermesi.

Adımlarda Bismillah’ın varlığını hissetmeli yanımızda.

‘Bismillah’ dış kalkanı olmalı insanın; zırhı olmalı, korumalı, görünür görünmez belâlardan, kem gözlerden alıkoymalı, belâları def etmeli.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ ile bakmalı hayata ve hayattakilere.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ ile konuşmalı herkesle.

Ve sonra, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ ile dönmeli eve.

Ve hoş geldin demeden, ‘bismillah’ ile karşılamalı gelenleri.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ acizin, kudrete rabtıdır

‘Bismillahirrahmanirrahim’, düşmanı bol, ihtiyaçları çok, aczi ve fakrı hadsiz olan insanın, Malik-i Ebediye ve Hakim-i Ezeliye dayanmasıdır.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ aciz bir kulu, kâinatın sahibiyle buluşturan, aziz bir misafir eden ve halife-i arz yapan bir iksirdir.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ ile hayata başlayan bir kişi, bütün pozitif değerlere ve enerjilere açık hale gelecek ve bu vesileyle Kur’ân’ın kapsam alanı içine girebilecektir.

‘Bismillahirrahmanirrahim’, bütün mevcudatın lisan-ı haliyle zikridir. Ancak ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyen, mevcudatın zikrini duyabilecek ve hissedebilecektir.

Allah namına almalı, Allah namına vermeli

Evet, her şey manen, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek, Allah namına, Allah’ın nimetlerini getirip, bizlere veriyorlar.

Biz dahi, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Allah namına başlamalıyız. Allah namına işlemeliyiz. Vesselâm.

Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ her dem ahlâkımız olmalı bizim. Çünkü her dem yeniyiz, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ ile yenilenmeliyiz.

‘Bismillahirrahmanirrahim’ demeliyiz.

05.05.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Dilimize bayram ola(mı)



Hemen her yıl işittiğimde, “Keşke gerçek anlamda bir dil bayramı olsa” diye mırıldandığım bir dil bayramı tekrar kapıda. 3 Mayıs’ta İstanbul’da başlayan “Türk Dil Bayramı ve Yunus Emre’yi Anma faaliyetleri”, çerçevesinde ortaya konan farklı çözümlerin umarız ilerisi için uygulamaya yönelik dişe dokunur yararı olur. Tabi ciddiyet içinde dört elle sarılma gereği duyulursa…

Dil bayramı dolayısıyla artık kalıplaşmış Türkçedeki bozuklukları sıralamak yerine, daha çok “yabancı dille eğitim” konusuna değinme gereğini duymaktayım. Çünkü kabul etmeliyiz ki, şimdi ve gelecek için anadili öğretimine ciddi sekte vuracak uygulamalardan birisi de yabancı dille eğitim konusudur. Deyim yerindeyse, dilde yabancılaşmanın sebeplerinden en önemlisi elbette yabancı dille eğitimdir. Nitekim bugüne kadar başta Türk Dil Kurumu Başkanı Şükrü Haluk Akalın olmak üzere, çok sayıda uzman yabancı dille eğitimin sakıncalarına değinmiş, İngilizce eğitimin neredeyse anaokulu seviyesine kadar indirgenmesinin anadili öğretme, anlama ve kullanma konusunda ciddi engel oluşturduğunu ifade etmiştir.

Şunu belirtmekte fayda var: Yabancı dil eğitimi şarttır. Ama yabancı dille eğitim, sonu yabancılaşmaya kadar giden bir şuursuzluğu da beraberinde getirecek bir uygulamadan başka bir şey değildir. Kaldı ki yabancı dille eğitim yapmak, eğitim seviyesini de ciddi anlamda yükseltmekten uzaktır. Çünkü doğrudan anladığı anadili yerine başka dille eğitim gören genç, hem yabancı dili zihninde çözümlemeye, hem de öğrenmesi gereken bilgileri kavramaya çalışacak. Bunun anlamı da her bilginin onda beşini öğrenmek demektir. Bunu Prof. Dr. Aydın Köksal, “Yabancı Dille Eğitimden Caymak Zorundayız!”adlı makalesinde şu şekilde ifade eder: Türk öğretmenin Türk öğrencilere, İngilizce konuşarak fizik öğretmeye çalışması, sınıfı, gerçeküstü saçma bir kara güldürünün oynandığı bir tiyatroya dönüştürmektedir. Bu durumda, öğretmenin dersi anlatmadaki başarımı (performansı) da, öğrencinin anlamadaki başarımı da her birinin yeteneklerinin ancak bir bölümüyle gerçekleşebilir. Bu başarımın (performansın) % 70’er olması durumunda öğretimde toplam başarım yarıya, % 50’şer olduğundaysa dörtte bire düşmektedir (0,5 x 0,5 = 0,25). Bu yüzden birçok okulda, İngilizce başlayan ders, yasak savar gibi bir süre yabancı dilde anlatıldıktan sonra, bir soru yüzünden ya da başka bir sebeple iletişim Türkçeye kayar kaymaz, bütün öğrencilerin “uyandıkları” gözlenmekte; ders, ancak o zaman başlamış olmaktadır.(www.turkcedunya.com)

Bu verilerden yola çıkarak, çocuklarımıza yabancı dille eğitim vererek kendimiz için değil, başkaları için bir beyin yetiştiriciliği de üstlenmiş olduğumuzu görmemek mümkün mü? Nitekim Akalın’ın ifadesiyle, “Bedensiz beyin göçü”dür bunun anlamı. O hâlde meselâ bir iki yıllık yoğunlaştırılmış yabancı dil eğitimiyle bir yabancı dil öğretimi uygulanarak bütün üniversitelerde ve dahi varsa liselerde ana dille eğitime geçilebilir.

Toplumda bununla ilgili genel yanlışlığın ne dereceye vardığını gösterme açısından, bir örnek vermek yerinde olacaktır. Vaktiyle, analarımızın bizi tıngır mıngır sallarken söyledikleri ninniler yerine “çağdaş (!)” bir projeyle İngilizce ninnilerin seslendirileceği haberini öğrenince şaşırmıştım. Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) Dış İlişkiler Birimi Başkanı Prof. Dr. Erbuğ Keskin’in “Ninni ile Dil Eğitimi Projesi” adı altında geliştirdiği projeye Avrupa Birliği’nden destek gelmiş( Yeniçağ, 15.09.2006). Habere göre de bebekler CD’lerden İngilizce ninnileri dinleyeceklermiş. Sonuçta, beşikten itibaren anadil yerine yabancı dil ikamesi daha kolay bir şekilde gerçekleşecek(miş).

Bu ve buna benzer nice uygulama vardır belki. Bence eğer dilimiz bayram yapacaksa, bayrama yabancı dille eğitim meselesinden vazgeçerek başlayalım. Yoksa yabancı dil öğrenelim derken (Hoş yine de öğrenilmiyor ya!), düşünce melekelerimizin ana dinamiğini oluşturan anadilimiz de etkisizleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.

Dil ile zihnî melekeler arasına namahrem girmemeli vesselâm…

05.05.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Gayr-i meşrû hayatın neticesi



Önce, Antalya’da yaşanan bir olayı aktaralım:

Liseli genç bir kız ilk okuldan beri “sevdiği” gencin, aynı okuldan bir başka kızla beraber olduğunu öğrenince, serviste annesinin kalp ilâçlarından içerek intihar ediyor. Kurtarılamıyor.

Bir başka olay da Kütahya’da geçiyor.

Anadolu Öğretmen Lisesi son sınıf öğrencisi bir talebe, aynı okulda okuyan bir kız arkadaşıyla tartışıyor. Tartışma sonrası evine gidiyor ve anne ve babasının bulunmadığı bir sırada apartmanın 6. katından aşağı kendini bırakıyor.

Apartman girişinde çocuklarının cansız bedeniyle karşılaşan aile, sinir krizi geçiriyor.

Daha bunun gibi nice olaylar, ya gazetenin üçüncü sayfasında, yahut ana haber bülteninde çerez haber olarak geçiyor.

Sosyal dokumuzu bozan en önemli faktörler, ne yazık ki, en tepeden başlıyor.

Yani, insanlara “örnek” olabilecek insanların en ufak yanlış davranışı, dalgalanarak topluma yansıyor.

Halbuki, bu ülkenin köklerinden gelen sosyal bir dokusu vardı. Bu Allah sevgisi, Peygamber aşkı, aile bağlarından oluşan değerler manzumesiydi.

Ama şimdi bu değerler paramparça edilmiş.

Beceriksiz ve ehliyetsiz yönetimler, ne yazık ki, ülkemize sadece siyasî kaos getirmedi, sosyal anarşiyi de beraberinde getirdi.

Dönelim medyaya. Özellikle görsel medyanın hem şiddeti, hem de sefahati körüklediğini bilmeyenimiz yok.

Televizyon ekranlarında dizi filmlerin bir takım duyguları körüklediğini de.

Bu dizi filmlerin geneline baktığınızda toplumsal dokuya zarar verecek önemli ipuçları verdiğini görüyoruz. Gayr-ı meşrû bir hayat özendiriliyor ve kız erkek beraberlikleri özellikle gençlere heveslendiriliyor.

Gençler eğitim ve öğretim kurumlarında ders çalışmaktan çok, ciddî anlamda dizi filmlerin etkisinde kalıyor. Huzursuzluk meydana geldiğinde, erken yaşta hayata veda ediyor. Ya intihar ediyor, yahut sakat kalıyor, hayatını karartıyor.

Toplumsal dokunun yeniden hayat bulması ve canlandırılması için manevî çimentoya ihtiyaç var.

ARSLAN’IN UYKUSUZLUĞU

Bilindiği gibi, Deniz Feneri Almanya Bürosuna, Alman polisi bir baskın düzenlemişti.

Gazetelere yansıdı.

Hem Deniz Feneri’nden, hem de Kanal 7’den basın açıklaması yapıldı.

Ama çamur at, izi kalsın misali, bu açıklamalara rağmen, bazı haksız eleştiriler gelmedi değil.

Uğur Arslan dernek kurucusu olarak adı geçenlerden.

Kendisine yönelik tepkileri haksız buluyor...

Diyor ki:

“Sekiz yıl önce, yönetim kurulundan bazı üyelerle fikir çatışması yaşadığım için kurucusu ve başkanı olduğum Deniz Feneri Derneği’nden ayrıldım. 11 yıldır sadece TV programını sunuyorum.”

İki derneğin farklı yönetimlere sahip olduğunu söyleyen Arslan, söz konusu baskından sonra yaşadıklarını ve hissettiklerini şöyle anlatıyor:

“Uyuyamıyorum. İnsanların yüzüme şüpheyle bakmaları beni çok yıpratıyor. Üstelik hiç içinde olmadığımız bir durumdan dolayı...”

11 yılda 500 program yapmak...

Yaklaşık bir milyon kişiye yardım eli uzatmak...

Ve sonra da “iftira”ya maruz kalmak.

Hayırlı işin muzır manileri çok olur.

05.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Söz millette



Türkiye’de gündem o kadar sık değişiyor ki, yakalamak da zor, anlamak da…

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin başından itibaren akla hayale gelmeyecek gelişmeler yaşandı. Sürecin başından beri kafalar karışık diyorduk, bu kelime de yetersiz kaldı, “kafalar karma karışıktı” demek en doğrusu olacak. Ancak karışıklık seçim kararı ile biraz olsun giderildi.

İhtilâlcilerin hazırladığı 1982 Anayasası yıllardır tartışılıyor. Özgürlükleri engellendiği, kişi hak ve hürriyetlerini tam olarak karşılamadığı söyleniyordu. Görüldü ki, bu anayasa öyle yazılmış ki, herkes kendine göre bir yorum getirebiliyor. Anayasayı hazırlayanlar bile bu sonuçların çıkmasına hayret ediyorlar. Son “367 şartı” meselesinde, Türkiye’de anayasa hukukçuları ikiye bölündü, herkes başka başka yorumlar getirdi.

Meselâ, 1982 Anayasasına göre üç cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Turgut Özal, Süleyman Demirel ve son olarak Ahmet Necdet Sezer seçilirken Meclis’in toplanması ile ilgili sayısal yeterlilik tartışması yaşanmadı. Bu seçimlerde “376 şartı” kimsenin aklına gelmedi. 11. cumhurbaşkanı seçiminde birilerinin aklına geliverdi.

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, 2 Mayıs 2006 tarihinde Yeni Şafak’a verdiği röportajında bakın ne söylüyor: “Anayasa’nın yeniden yapılması gerekli. Bu anayasayı düzeltmek olanaksız. Her tarafı çarpık. Anayasa ruhuna sahip değil. Olması gerekenin tersini yapıp bireye karşı devleti korumaya çalışıyor. Oysa anayasanın varlık nedeni devlet gücüne karşı bireyin hak ve özgürlüklerini korumaktır.”

Onun için Türkiye’nin bu tartışmalardan sonra daha net, anlaşılabilir, özgürlükleri savunan yeni bir anayasa hazırlanması artık elzem hale geldi. Hem de vakit geçirmeden…

Bir günde seçim kararı alabilen Meclis, anayasa değişikliğini de yapabilir. Ancak 4.5 senede bunu yapamayanlar, bunu seçime giderken yapabilir mi? Çok zor… Ancak yeni seçilecek parlamento inşallah son gelişmeleri unutmaz da, ilk iş olarak ’82 Anayasasını “çarpıklıktan” kurtarıp daha özgürlükçü bir anayasa yapar.

* * *

Bu arada son gelişmelerle ilgili de bilgi vermek gerekirse…

Yüksek Seçim Kurulu’nun “Seçim en erken 22 Temmuz’da olur” demesinin ardından, aynı akşam TBMM Anayasa Komisyonu genel seçimlerin 22 Temmuz’da yapılmasını kabul etti. Dün de Genel Kurula katılan bütün üyelerin oyuyla kabul edildi. Genel Kurul’daki CHP’nin tutumu son günlerdeki tavırları gibi anlaşılmazdı. Parti sözcüleri görüşmelerde seçimin 22 Temmuz’a yapılmasına şiddetle karşı çıktılar, ama kabul oyu kullandılar. Oylamaya katılan 458 kişinin tamamı kabul oyu kullandı. Böylece seçim takvimi de başlamış oldu. Meclis kararı olduğu için de Cumhurbaşkanının imzasına gerek yok.

Kanaltürk televizyonuna çıkan Sabih Kanadoğlu, cumhurbaşkanlığı seçimi süreci devam ederken Meclis’in erken seçim kararı alamayacağını belirtmişti, ancak karar Anayasa Mahkemesi’ne götürülmeyecek.

Diğer taraftan da, Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin başvurusu ile reddettiği cumhurbaşkanı ilk turundan sonra, yarın saat 11.00’de Meclis Genel Kurulu’nun aldığı karar doğrusunda Abdullah Gül’ün tek aday olarak yarışacağı cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu yapılacak. Bugünkü ilk tur oylamada 376’nın bulunması imkânsız gibi görünüyor.

AKP böylece imkânsız olduğunu bile bile 16 Nisan’a kadar bu süreci devam ettirmeye kararlı. Erdoğan, Anayasa Mahkemesi’nin kararının cumhurbaşkanının Meclis’te seçilmesinin önünü kestiğini, yine de bunu deneyeceklerini söylerken, “Meclis’te cumhurbaşkanı seçecek çoğunluk bulunamazsa arzumuz, cumhurbaşkanımızı halka seçtirmektir. İki sandığı milletin önüne koymaktır” demişti. Yani, başbakan bile umutsuz…

Öte yandan, TBMM Başkanlığı’na sunulan Anayasa değişiklik paketine göre seçimler 4 yılda bir yapılacak. Cumhurbaşkanı 5 yıllığına halk tarafından seçilecek. Paketin önümüzdeki hafta Meclis’te görüşülmesi bekleniyor. Cumhurbaşkanını halkın seçmesine yönelik düzenlemenin kaderi Cumhurbaşkanı Sezer’in tavrına göre netlik kazanacak. Sezer, Anayasa değişikliğini veto ederse, düzenleme bir sonraki döneme kalacak.

Türk demokrasisi, 11. cumhurbaşkanlığı seçim sürecini büyük yaralarla geçiriyor. Bu aşamadan sonra demokrasiye daha da fazla yara aldırmamak için halka müracaat edip, sandığa gitmek en güzel yoldu. Ve bu yapıldı. Söz şimdi millette. Bundan sonra da bu yaralara meydan vermemek yeni hükümetlere kaldı.

Hayırlı olsun…

05.05.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kimin kimden başka dostu yoktur?



“Dünya çapında tanınan” iktisat tarihi profesörü Şevket Pamuk (Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un ağabeyi), “10 senedir kardeşimin Nobel alacağını biliyordum” demiş. “10 yıl sonrası”nı tahmin eden ağabey Pamuk, Türkiye’nin ‘yakın tarihi’yle ilgili düşüncelerini de açıklamış.

7 yaşındayken bile genel seçimleri izlediğini anlatan Prof. Dr. Şevket Pamuk, “Türkiye tarihiyle yüzleşebilen bir ülke mi sizce? Hem ekonomik anlamda, hem genel tarihsel süreçler anlamında.” sorusunu ise şöyle cevaplandırmış: “Yüzleşmemiz gerekiyor ama zorlanıyoruz diye düşünüyorum. Türkiye’nin hem kendi tarihiyle hem de dünyayla daha barışık bir ülke olması daha sağlıklı olur. Meselâ ‘Türkün Türkten başka dostu yoktur’ lafını çok seviyoruz. Ama bu çok sağlıksız bir anlayış. Niye dünyada pek çok başka ülke, başkalarıyla ilişkilerini çok daha rahat yürütebiliyor da, Türkiye’de biz hep çevremiz hakkında kaygılar, endişeler taşıyoruz? Niye başkalarının daima bizim hakkımızda kötü niyetler beslediğini düşünüyoruz? Bu bizim serinkanlı davranmamızı, çevremize güvenle bakmamızı da engelliyor.

“Eğer Türkiye’yi daha demokratik, daha açık bir toplum yapmak istiyorsak, iktisadî olarak daha iyi bir yere getirmek istiyorsak, her şeyden evvel onun kendi irademizle, kendi alacağımız kararlarla mümkün olacağını düşünüyoruz. 30 sene öncesine göre, bugün bunu daha fazla düşünüyoruz.”

(Milliyet, Pazar eki, 22 Nisan 2007) (http://www.milliyet.com.tr/2007/04/22/pazar/apaz.html)

Pamuk bu düşüncelerini açıkladığında ‘e-muhtıra’ yayınlanmamıştı. Bu tesbit, “e-muhtıra”daki şu satırı hatıra getirdi: “‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes, Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.”

(http://www.tsk.mil.tr/bashalk/basac/2007/a08.htm)

Prof. Pamuk, “Türkiye, tarihiyle yüzleşebilen bir ülke mi sizce?” sorusunu, ‘e-muhtıra’dan sonra açıklayacak olsaydı acaba farklı tesbitlerde bulunur muydu?

“Ezan İstanbul’a yakışıyor”

“Kahire’de artık şehirdeki tüm ezanlar tek bir yerden okunacak. Daha doğrusu tek bir kayıt bütün şehre verilecek. Bana hiç doğru gelmedi. Mesela bana İstanbul’da olduğumu hatırlatan, çok farklı bir duygu yaşamama sebep olan hallerin başında aynı anda her yerde farklı bir müezzinin ezan okuması, bu çeşitlilik ve renklilik geliyor. Umarım İstanbul’da da böyle bir uygulamaya geçilmez. Çünkü bu hal İstanbul’un rengi!”

Bu tesbiti kim mi yapıyor? Bir ilahiyatçı, müftü ya da ‘dinci yazar’ değil, Amerika vatandaşı ve Aktüel dergisinin ‘yazar’ı Mark Petrovich yapıyor. (Aktüel, 5-11 Nisan 2007)

Teşekkürler Petrovich, milleti dinlemiyorlar; belki sizi dinlerler.

05.05.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Arşivden bugüne



Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili olarak patlak veren gerginliğin ürettiği sonuçları hep birlikte yaşadığımız ve erken seçim tartışmalarının da yoğunlaştığı bir ortamda, yaklaşık iki yıl öncesinden itibaren konuyla ilgili olarak yaptığımız uyarılardan bir derlemeyi okurlarımızla paylaşalım. Aşağıdaki pasajların sonunda yer alan tarihler, yayınlandıkları günleri ifade ediyor:

***

Yeni cumhurbaşkanı yenilenmiş bir Meclis tarafından seçildiği takdirde, iki buçuk senedir yaşanan sürtüşme ve çatışmaların devamı büyük ölçüde engellenmiş olmaz mı? 14.6.05

***

Erken veya zamanında yapılacak bir seçim artık ülkenin gündemine oturmuş durumda.

Dolayısıyla, seçim sistemi ve siyasî partiler kanununda şimdiye kadar çoktan yapılmış olması gereken mâkul değişiklikler daha fazla geciktirilmeden bir an önce gerçekleştirilmeli.

Parti içi demokrasinin engelleri kaldırılmalı, istikrara zarar vermeden temsilde adaleti sağlayacak şekilde seçim barajı düşürülmeli, sağlıklı önseçim ve tercih sistemi getirilmeli.

Ve bu iş, en kısa zamanda tamamlanmalı.

Aksi takdirde, geçmiş dönemlerde yaşananlar bir defa daha tekrarlanır, “Seçim ortamında bu işler yapılmaz” gerekçesiyle konu yine bir başka bahara bırakılır ve böylece eski dönemlerden devralınan arızalar yeniden ileriye taşınarak mevcut sıkıntı devam ettirilmiş olur.

Böyle bir durum ise AKP’nin yola çıktığı günden beri vermeye çalıştığı “yenilikçi ve reformcu parti” imajını zora sokan diğer sebeplere bir yenisinin daha ilâve edilmesi olur. 3.1.06

***

Yaşanabilecek birtakım sürpriz gelişmeler, AKP’yi, genel seçimleri öne çekmediğine pişman edecek vahim boyutlar kazanabilir.

Nitekim gerek askerî cenahtan, gerekse Çankaya ve üniversite gibi diğer adreslerden peş peşe gelen “irticaî” mesajlar, AKP için de düğmeye basıldığını haber vermekte. Derin mahfillerin AKP’yi bahane ederek başlattıkları ideolojik taarruz ticarî hesaplarla medya desteği de alırsa, zararı yine masum dindarlar görecek. Yanılmayı çok isteriz, ama görünen bu. 29.9.06

***

Seçim yılında AB için hiçbir yeni adım atılmayacağı noktasında yaygın bir kanaat var. Hükümetin fiiliyattaki tavrı da bu kanaati güçlendiriyor. Bu durumun bu şekilde devam etmesinin, şimdiye kadarki süreçte elde edilen sınırlı demokratik kazanımlardan dahi geri dönüşler yaşatabileceğinden kaygılıyız. 29.12.06

***

Aslında bu krizlerin hepsi, AKP’nin bu kadar büyük bir Meclis çoğunluğuyla iktidara gelir gelmez ilk iş olarak yapması gereken temel ve yapısal reformları yapamayışının bir sonucu.

Anayasanın cumhurbaşkanıyla, YÖK’le, yüksek yargıyla, Genelkurmay’la ilgili maddelerini AB kriterlerine uygun hale getirerek yola çıkmış olsaydı, şimdi hem bu krizlerle karşılaşmaz, hem de anayasa korumasındaki yapının ürettiği sorunların çoğunu çözmüş olurdu. 22.3.07

***

Şimdi soralım: Öyle değil mi?

05.05.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

İlm-i siyasetin mızraklı ilm-i hali



Bir kahve masasında veya bir ev ziyaretinde oturup, bir-iki saatlik sohbet içinde günlük siyaset meselelerini konuşmakla memleketi kurtarmak en çok bizim ülkemizde görülmektedir. Herkesin tıptan, inşaattan, san'attan, bilimden anlamadığı durumlarda uzmanına, ustasına sormasına, danışmasına rağmen, iş siyasete gelince kırk yıllık uzman gibi anlayan, konuşan insanlar bizim coğrafyamızda bulunmaktadır.

Kabul edelim ki, siyaset başlı başına bir uzmanlık ve san'at alanıdır. Bir netice alma san'atıdır. Bir birikim, bilgi ve altyapı gerektirir. Diğer mesleklerin aksine olarak siyasetin sabit ve kalıcı kuralları yoktur. Daima değişen şartlarda, başkalaşan ortamlarda, kuralların su gibi akıp gittiği bir dünyada inisiyatifini kullanarak, zamanlamasını ayarlayarak, manevralar yaparak sonuca ulaşmaya yönelik bir meslektir.

Bu ister padişahlık/sultanlık döneminde olsun, isterse meşrûtiyet, cumhuriyet demokrasi döneminde olsun fark etmiyor. Neticede bir yönetme, idare etme ve ferdi/toplumu sevk etme işidir. Siyaset sadece yönetimde kullanılan bir metodoloji de değildir. Yapmasını bilenler için her alanda kullanılan bir yöntemdir. Eğer bu aleti kullanmayı öğrenmişseniz, ülke çapında da kullanabilirsiniz, bir tavuk kümesi çapında da. Tavuk kümesi örneğini aşağıda anlatacağım bir kıyas ölçeğini belirtmek için seçtim.

Adamın biri sürekli kendi bahçesine giren ve çiçekleri mahveden, ortalığı kirleten komşusunun tavuklarıyla başı derttedir. Bir kaç kez komşusuna ricada bulunur, tavuklarına sahip olması konusunda. Ne var ki, umursamaz komşusu pek oralı olmaz. Tavuklar da bahçeyi işgale devam ederler. Komşusuyla kavga-dövüş yapmadan bu beladan kurtulmak isteyen adam, sonunda ince bir çareye başvurur. Bakkaldan aldığı birkaç yumurtayı hafiften çamura bulaştırıp, akşam evine gelen komşusuna bitişik duvardan uzatarak “Komşu, senin tavuklar benim bahçeme yumurtlamışlar al şu yumurtalarını” diye seslenir. Umursamaz komşu gözlerindeki sevinç pırıltılarıyla yumurtaları hemen alır ve içeriye dalar. Ertesi gün adam, komşusunun bitişik duvar üzerine boydan boya tel örgü çektiğini ve tavuklarının öte yana geçmesini engellediğini memnuniyetle ve müstehziyane seyreder. Adam bahçe ve kümes çapında bir siyaset yaparak sonunda tavuklardan kurtulmuştur. Bu örneklere benzer daha çok mesel var, ama kanaatimce bu kadarı yeterlidir. İşte siyaset böyle bir şey…

Şimdi seçimler sath-ı mailinde siyasîlerin ne yapacağı kadar ne yapmayacağı, ne söyleyeceği kadar ne söylemeyeceği önemlidir. Ancak şurası unutmamalıdır ki, siyasetin kendi mizacındaki esneklik, değişkenlik, oynaklık ve çok amaçlı tetkiklerin yanında Türkiye’deki siyasal ortam ve siyaset yapısı da bir o kadar önemlidir. Sabahtan akşama değişen dengelerin yanında, bugünden yarına değişik yorumlanabilen yasalar, kurallar da hesaba dahil edilmelidir. Aksi takdirde, “Galip sayılır bu yolda mağlûp” darb-ı meseli yine hükmünü icra edebilir. “Cumhurbaşkanını halka bırakırsanız ya Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’i seçerler, ya da Said Nursî’yi “ diyen bir bakış açısının olduğu, bize has bir siyasal ortamda halkın büyük çoğunluğunun desteğini almış, tek başına iktidar olduğu halde Mendereslerin, Demireller’in alaşağı edildiği, Erbakanların, Çiller gibilerin siyaset sahnesinden indirildiği bir süreç yaşamış olan bize özel demokrasi ortamında hiç kimse, elindeki formüllerin sebep-sonuç bağlantısı içinde netice getireceğini sanmamalıdır. Bu, mızraklı ilmihallerde geçtiği gibi farzı, vacibi, şartları, erkânları kesin bir ibadet metodoloji değildir. Bu, belki de örnekte geçtiği gibi yumurtaların gerçek olmasına rağmen, kime ve nereden getirildiğine ve ne amaçla yumurta verildiğine yönelik apayrı bir mızraklı, belki de oklu-kazıklı bir ilm-i haller ve de ilm-i muhaller bilgisidir.

Erbabına duyurulur.

05.05.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

İhtişamlı bir manzara



İtalyan büyükelçiliğini yapmış Piyetro Quaroni, “Croquis d’Ambassador” adıyla neşrettiği hatıratında, İstanbul’daki Ayasofya Camiinde gördüğü bir manzara karşısında şu ifadeleri kullanıyor.

“Cemaat halinde yapılan bir ibadet, yani namaz kadar ihtişamlı bir manzara olamaz.”

Bir Katolik bu şekilde ifade kullandığına göre, Müslümanların ne muhteşem duygular yaşayacağını varın siz düşünün. Fakat yine de namaz ve özellikle de cemaatle kılınan namazda güzel duyguları okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

Rahmetli babam ile neredeyse her yatsı namazını evimizin yakınında bulunan Fatih Camiinde kılardık. İş ve okul yorgunluğuna rağmen, bu ibadette öyle bir güzellik vardı ki, bir gün bile cemaati kaçırsam büyük eksiklik yaşadığımı hissederdim.

Camideki müezzinlerin namaza dâvet için okudukları salat ü selâm, Kur’ân ve daha nice ahenkli zikir ve tesbih sesleri uzun süre aklımdan çıkmazdı. Kılınan namazda da huşû ve sükûnet bulunurdu.

Fatih Camii yazın bir başka, kışın ise bir başka güzel olurdu. Sadece camiin içinde değil, avlusundaki çeşmelerden abdest alırken dahi başka bir zevk alınırdı. O soğuk kış günlerinde bile üşümez, sanki ibadetin verdiği manevî sıcaklıkla ısınmış olurduk.

Benzer sözleri hacca gitmiş kişilerden de duyabilirsiniz. Özellikle Kâbe’de yapılan ibadetlerde daha büyük bir haz alındığını, bu görevi yapmış olan hacılardan duyarız- Cenâb-ı Hak bize de nasip eder inşallah.-

Demek ki, ibadette büyük bir zevk vardır. Hususan cemaatle kılınan namazlarda bunun kat kat fazlası bulunmaktadır. Zaten bir hadiste 25, diğerinde ise 27 kat fazla sevap alındığını Peygamberimiz (a.s.m) buyurmaktadır.

Nedense insanlar elinin altında olan veya Cenâb-ı Allah’ın vermiş olduğu nimetlerin kıymetini, ancak olmadığı zaman daha iyi anlıyor. İşte ben de gurbette çalıştığım zamanlarda, Fatih Camiinde kıldığım namazları hatırlıyorum da o muhteşem manzarayı tekrar yaşayabilmeyi özlemle arzu ediyorum. Gemide yalnız başıma kıldığım namazlar, o güzel duyguları yaşamama yetmiyor.

Evet, namazda, hele hele cemaatle kılınan namazda birçok duygumuzun alacağı büyük hazlar vardır. Namaz ibadetinin kişiye kazandırdığı büyük sevap yanında, duygu ve düşüncelerimizin ihtiyacı olan pek çok gıda da bulunur. Bu manevî gıdalar alınmadığı takdirde, huzursuzluk ve ruhsal sıkıntıların arttığı görülmektedir.

Doktorlara ve vermiş oldukları ilaçlara yığınla para öderiz. Lâkin gerçek tedavinin yapıldığı bu mekânlara neden yeterince gitmeyiz, anlaması gerçekten güç bir iştir. Ahirzaman hastalıkları denilen şeylerden birisi de bu olsa gerektir.

Haftada bir kılınan Cuma namazları bile, bazı kişiler için zahmetli olmaktadır. Hâlbuki insan bilse ki ruh, ancak böyle anlarda nefes almakta ve huzur bulmaktadır. Günümüzde çokça tartışılan şiddet, karamsarlık ve bedbinlik hastalığının gerçek sebebi bu ibadetlerimizdeki eksiklikler olmasın sakın…

Bediüzzaman, Millet Meclisine ilk geldiği zaman milletvekillerinin namaz konusundaki ihmallerini görür ve bir beyanname neşreder. Meşhur bir Paşa da bu beyannameyi kürsüden okur. Bunu gören Mustafa Kemal, “Biz sizin ilminizden istifade etmek için sizi çağırdık. Fakat namaza dair şeyler neşrettiniz, aramızda ihtilâf çıkardınız” deyince Bediüzzaman, “Paşa, Paşa, imandan sonra en büyük hakikat namazdır, namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü ise merduttur (yani reddedilir)” der ve karşılık verir. Bu şekilde sert bir tepki beklemeyen Mustafa Kemal çok şaşırmıştır. Fakat Bediüzzaman’ın kitaplarını okuyanlar, onun namaza ne kadar önem verdiğini iyi bilirler. Zaten Kur’ân’da da yüzün üzerinde âyet namaz ile ilgilidir.

Yabancıların bu güzel ibadetin ihtişamı karşısında söyledikleri sözleri bir kenara bırakıp, mü'minlerin miracı olan namaza koşalım vesselâm…

05.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004